PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Eflatun Cem Güney masalları


Kalpsiz_
02-15-2014, 15:28
HER MASALIN BAŞI – Eflatun Cem Güney

.
Bizim de bir masal dünyamız var; uçsuz, bucaksız bir dünya bu! Keloğlan’ı da içine alır, Köroğlu’nu da; peri kızını da içine alır, dev anasını da; seni de içine alır, beni de; gene de bir fındık kabuğuna sığar, yedi dünyaya sığmaz. Hani, şu masal dünyasını bir dönüp dolanayım diye, demir çarık, demir asâ yola düşseniz; dere, tepe düz, altı ayla bir güz gitseniz, bir arpa boyu yol gidersiniz ancak! İyisi mi, gelin derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçerek; lâle sümbül derleyip, soğuk sular içerek; daha da yorulursanız Hızır’ın atına binerek bir tandır başına götüreyim sizi.
.
, Vay ne masallar, ne masallar var orada; makas kesmedik, iğne batmadık masallar! Oturup bunları dinlemekle kalkıp şu dünyayı dolaşmak bir bence... Öyle ya, masal deyip geçmeyin; kökleri vardır geçmişte, dayanır durur dağ gibi... Dalları var üstümüzde; yeşerir gider bağ gibi... Ama anlatılacağı gibi anlatılırsa... Zira asıl tadı anlatılışındadır bunların; hele masal ağzıyla iki tekerleyip bir yuvarlamasını bilen masal ustalarından dinlenirse tadına doyum olmaz doğrusu.
.
Ha, işte bu niyetle sizi bir tandır başına götüreyim dedim ama, bir yer bulabilirsek ne mutlu! Çünkü Allah’ın kışı, tandırın başı olur da kim gelmez. Çağrılan da gelir, çağrılmayan da; haylanan da gelir, huylanan da; ahlanan da gelir, ohlanan da, Kambur Ese de gelir, Sarı Köse de; hâsılı, seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan her yumurtaya bir kulp takana kadar kim var, kim yok; sırtı bütün, karnı tok... cümlesi gelir toplanır ama, masalcıbaşıyı masala başlatmak kolay mı?
.
Mübarek, kendini naza çektikçe çeker; onu söyletmek için her biri bir dereden su getirmeye başlar. Kimi yukarıdan atıp aşağıdan tutar, kimi ağzını yumup dilini yutar; kimi ince eğirip sık dokur, kimi süt dökmüş kedi gibi oturur; kimi akıntıya kürek çeker, kiminin kırdığı ceviz kırkı geçer; daha bir yığın maval, martaval derken masalcımızın çenesi açılır, gayri öyle bir dizip koşar ki, ağzından bal akar, dili de kaymak çalar balın üstüne!
.
. İmdi; kalem benim, söz onun; nokta benim, harf onun; okuyun okuyabildiğiniz kadar. Okudukça gönlünüz gül olup açılacak; diliniz bülbül olup şakıyacak.

AÇIL SOFRAM AÇIL – Eflatun Cem Güney
..
.
Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, develer top oynarken, eski hamam içinde... Hasılı kelâm, yıkıldı hamam; üşüdüm üşüdüm üş oldum, bir torbacık keş oldum, keşimi elimden aldılar, beni yollara saldılar; yolda bir tarak buldum, tarağı tatara verdim; tatar bana at verdi, elime berat verdi; bindim gittim küheylana, vardım indim Hindistan’a. Hindistan’da kanlar akar, güzeller de bana bakar; tamam tamam temaşa, hoş geldin Bayram Paşa! Bayram Paşa’nın atları kiyir kiyir kişniyor, arpa saman istiyor; arpa saman yokmuş, kilimcide çokmuş; kilimci kilim dokur, üstünde bülbül okur; o bülbül benim olsa, ceplerim yemiş dolsa, diye çıktım yukarı, bir de baktım bir karı! Yüzünde elli duvak, duvağı açtım kabak, adamdan azma, dişleri kazma, ensesi telli, kurbağa belli; tozu dumana kattım, sıkı bir fiske attım; başladı feryada, koştular imdada; kendimi şaşırdım, Kaf Dağı’ndan aşırdım; göründü Sivas’ın bağları, Keloğlan’ın dağları; bu dağlara konalım; bir masal konduralım; harfi var, notası yok; yapacak ustası yok; başımda hindi, dinleyim şimdi;
..
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, memleketin birinde bir Keloğlan varmış..
.
Günlerden bir gün bu Keloğlan, o sokak senin, şu sokak benim dolaşırken iki taş arasında bir on para bulur; ama ne alsam, ne alsam diye düşünüp durur: “Üzüm alsam, çöpü çıkar! Erik alsam, çekirdeği çıkar! Et alsam hani ocak? Ot alsam hani bıçak? İyisi mi, kaygısız başım, ağrısız dişim; leblebi alırım da kütür kütür yerim; artanını da götürür anama veririm” der, alır leblebiyi, düşer yola... Yine şura senin, bura benim derken varır bir kuyu başına. “Acep ne kuyudur bu kuyu, içilir mi ki suyu?” diye eğilir bakar; amma derinmiş kuyu, görünmez suyu; daha daha eğileyim derken yarım leblebisi suya düşmesin mi? Keloğlan’ın da aklı başından gider:
.
.. “A kara kuyu, kara kuyu! Sen esirge benden bir yudum suyu... Sonra dönüp elsiz, ayaksız gel de, al elimden leblebiyi; hoppala yavrum, hoppala! Neredeymiş bu yağ, bu yağma? De hadi, verirsen ver leblebimi, yok, yoksa taşını kırar, başını yararım senin!” der, bir söyler, ses çıkmaz, iki söyler, ses çıkmaz; üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar kuyudan: “Ne istiyorsun, Keloğlan?” diye sorar... Keloğlan da: “Ne isteyeceğim, leblebimi istiyorum” der. Arap bacı da: “A Keloğlan, yarım leblebin, su perisinin düğününe çerez oldu; koca bir düğün halkı yedi yedi bitmedi, hâlâ da yiyip duruyorlar; eksik, artık helâl et! Onun yerine sana öyle bir sofra getirdim ki, açıl sofram açıl dersin, açılır; yersin, içersin; sana da yeter, ona da yeter; ne tükenir, ne biter. Sonra kapan sofram kapan dersin, kapanır” der, demesiyle kaybolması da bir olur Arabın... Keloğlan: “bak hele şu kısmete, insanın kaşığına nasıl da çıkıyor” diye düşünür; sofrayı omzuna vurup eve döner.
.
Çındılpıt deyip kapıdan girince, anası onu şöyle bir tepeden tırnağa süzer, sonra ağız, dilden söz açıp: “Ne o yine Keloğlan, ağzın kulağına varıyor?” diye sorar. Keloğlan anasının sözünü ağzında kor: “Açıl sofram açıl” demesiyle önlerine öyle bir sofra açılır, öyle bir sofra açılır ki... Çeşit çeşit yemekler; baklavalar, börekler... Bu defa da anasının ağzı kulaklarına varır; yerler yerler bitmez; içerler içerler tükenmez; sonra “kapan sofram, kapan” der Keloğlan, sofra kapanır!
.
Bir gün böyle, beş gün böyle, “açıl sofram açıl, kapan sofram kapan” Ne od istiyor, ne ocak; ne kaşık istiyor, ne çanak... Günlerden bir gün Keloğlan, anasının karşısına dikilir: “Ana ana, canım ana! Şu konu komşuyu bir yemeğe çağırsak nasıl olur?” diye sorar. Anası da: “Aman deyim oğul, herkesin gözü götürmez, ya şu halimize göz değerse? Gene de sen bilirsin... Sen kendi başını kayır, öyle de olur, böyle de olur, ben yarım ekmeğin açı, yarım ekmeğin tokuyum” der, der ama Keloğlan bu söze omuz silker: “Bak hele, şu düşünüp kurduğun şeye!” der, gidip yedi mahalleye birden haber eyler ki, “nimetimi yesinler, devletimi görsünler de, kadir kıymetimi bilsinler!”
.
Akşama varmaz, bu haber koca memlekete yayılır. Aklı başındakiler: “Keloğlan, ne ocağın yanıyor, ne bacan tütüyor; elin adamlarını ne ile doyuracaksın” diye biraz kulağını bükmek isterler ama, o bu söze başını kaşır: “Misafir, umduğunu yemez, bulduğunu yer, herkesin kısmetinde ne varsa, kaşığına o çıkar; elbette tok oturanlar, aç kalkmaz ya?” diye savuşturur onları. Gelgelelim, ilde ne cingöz adamlar var! Öyle her akıntıya pabuç bırakırlar mı? “Keloğlan, daha bir baltaya sap olamadı, kendi karnını doyurdu da bizimki mi kaldı?” diye düşünür, çağırıltıya kulak asmazlar. Ancak, işin alayında olanlar:
.
“Keloğlan’ın gene bir oyunu var ama, gidip de görsek mi ki?” diye düşünür. Karınlarını tıka basa doyurup yollarını o yana doğrulturlar; bir de gelip görürler ki, görülmedik, işitilmedik bir sofra. Keloğlan: “açıl sofram açıl” diyor, açılıyor: gelen yiyor, giden yiyor, oğlan yiyip oyuna, çoban yiyip koyuna gidiyor, ne bitiyor, ne tükeniyor; misafirlerin ardı arası alındıkça “kapan sofram kapan” diyor, kapanıyor... Gelenler, görenler şaşırıp kalır buna... Hepsi de içinden “kanaat sofrası mı desem, keramet sofrası mı desem, ne desem, ne tükenmez bir sofra bu, Keloğlan’ın sofrası” diye geçirir, yedisinden yetmişine kadar herkes imrenir ve karınlarını, burunlarını doyurduktan sonra hep bir ağızdan:
.
“Neler yedi bu diş, ne altın oldu, ne gümüş; şimdiden geri, bize de böyle bir kanaat sofrası ihsan et; hey yeri göğü yaratan!” diye bir sofra duası yaparlar. Gelgelelim; sür sürelim; bu davet günü Keloğlan’ın başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez. Ne olur, nasıl olur? O gün, bu sofracık “sırra kadem” basar! İşte o zaman Keloğlan’ın gözleri faltaşı gibi açılır. Anası başını bir sallar, iki sallar da: “Demedim mi oğul herkesin gözü götürmez diye? Korktuğumuza uğradık işte! Şimdi yerde ara ki gökte bulasın... Ana sözü dinlemedikten geri, ben gayrı işine, aşına karışmam; ne halin varsa gör” der ve gene kendi yününü eğirmeye başlar.
.
Keloğlan “hele bir sorup soruşturayım” diye; önüne gelen kapıyı çalar; her gördüğüne sorar. Kabahati gelin etmişler de kimse oğluna almamış! Kimsecikler oralı olmaz; herkes, birbirinin üstüne atar: “kim ne yapacak; çalsa çalsa eskici baba çalmıştır” derler; bu, dünyasına küsmüş de: “Çok şükür, ben kendi elimle, emeğimle geçinip gidiyorum, elin sofrasında tasında gözüm yok benim. Alsa alsa Emeti Ana almıştır” der; ona gider, o da: “Kudret helvası desen bende, sabır meyvesi desen bende; elin balında, malında gözüm yok benim” der. Sözün kısası, yer demir, gök bakır; bu sofracığı kaşla göz arasında kimin aldığı bir türlü anlaşılamaz. O zaman Keloğlan kel başını kaşımaya başlar:
.
“Hımmm bildim, bildim, ne bu almıştır; ne şu çalmıştır; gene onlar yapmıştır bunu” der ve sihirli kuyunun yolunu tutar. Keloğlan, sihirli kuyunun yolunu tutar tutmasına ama, o gider yol gider, o gider yol gider, gölgesi de peşi sıra tin tin eder, derken akşamın bir saatinde kuyunun başına varır:
.
“A kara kuyu, kara kuyu! Bir verip, bir almak Allah’a yakışır, sen kimden öğrendin bu huyu? Perileri mi gönderdin? Pirleri mi gönderdin? Nettin, neyledin? Ben uyur, anam uyanıkkan sofrayı aldırdın evimden? Böyle dönek pazarlık olacaksa, ver sen de benim leblebiyi” der. Bir söyler, kuyudan ses çıkmaz, iki söyler ses çıkmaz, üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar:
.
“Gene ne istiyorsun Keloğlan” der. Keloğlan da: “Ne isteyecek mişim, ya aldığın leblebiyi, ya verdiğin sofrayı. Öyle ya o gün, bugün doyduğum, doyacağım yok; anamın el kadar ekmeği de bana yetmiyor. İmdi elim boş, yüzüm kara dönemem” der. Arap bacı da: “Kem küm etme Keloğlan, senin yarım leblebi düğüne, derneğe harcandı; artanı da su perisine çerez oldu; bu defa da sana öyle bir değirmen getirdim, öyle bir değirmen getirdim ki... Sağa çevirirsen altın öğütür, sola çevirirsen, gümüş öğütür, bugüne de yeter, yarına da yeter, düğüne de yeter, bayrama da yeter! Bileğine kuvvet; çek çekebildiğin, çevir çevirebildiğin kadar” der, demesi ile kaybolması bir olur.
.
Keloğlan: “demek, kısmette bu da varmış” der, değirmeni yüklenip eve döner. Keloğlan, kapıdan girince anası baştan ayağa bir daha süzer onu: “Ne o Keloğlan, gene ne dolap çevirdin, gözlerinin içi gülüyor?” der. Keloğlan da “Ne çevirdiğimi, ne çevireceğimi şimdi görürsün! Sen hele kalk, iki torba bul, getir bana” der.
.
Anası kalkar, kıyıyı, köşeyi arayıp tarar; kırk yıldan kalma, iki torba bulup buluşturur; birinin kırk yerinde kırk deliği, ötekinin kırk yerinde kırk yamalığı var ama, ne ise...
.
Keloğlan soyunup dökünür; değirmenin başına geçer! Sağa çevirir, altın akar; sola çevirir, gümüş akar, Keloğlan’ın anası bakar da bakar, bakar da bakar; bir türlü gözlerine inanamaz. Sonra: “peh peh peh maşallah! Bu defa da kaybolmaz inşallah!” diye bir maşallah iki inşallah ile şeytanın elini, kolunu bağlar.
.
Keloğlan bir gün böyle, beş gün böyle... Gece demez, gündüz demez; ne durur, ne dinlenir, sağ eli yorulsa, sol elini atar; sol eli yorulsa, sağ elini atar; kâh şu yana, kâh bu yana çevirir; çevirdikçe de altın akar, gümüş akar; anası da dökülenleri devşirir toplar, sandık, sepet, küp, külek demez, doldurur...
.
Ama gelgelelim, Keloğlan, gelgeç akıllının biri... Bir gün olup kel başından yine kavak yelleri esmeye başlar; gece gezip, gündüz tozar; böylece haftalar, aylar geçer; bir sabah anası bakar ki, ne baksın, küpteki altınlar eriyip akmış; gümüşler de suyunu çekmiş... Ak bürçekli hatuncağız neye uğradığını bilmez; hemen oğlunun yanına seğirtir; bir de görür ki ne görsün! Keloğlan uyuz uykusuna yatmış, horul horul uyuyor; üç defa “lâhavle” çeker, dördüncüsünde burnuna bir kıl tüttürüp uyandırır: “Keloğlan, Keloğlan beğendin mi ettiğin işi?” diye olup biteni yana yakıla anlatır. Keloğlan yine başını kaşımaya başlar:
.
“Hay ana, bak hele şu hayıflandığın şeye! Şimdi seni altına boğar, gümüşe gark ederim, getir şu değirmeni!” der, der ama anası rafı dolabı altüst eder, yok! Bereket versin, aklına düşer de, üç defa “estane, mestane! Gel kapıma, gir evime; yitirdiğimi ver elime” der, demesiyle değirmenin ayaklarına dolaşması bir olur: “Vah vah, keşke sofra için de vaktiyle bunu okuyup üfleseydim” diye dövünür. Ne ise, değirmeni götürüp Keloğlan’ın karşısına diker. Keloğlan da “yâ Allah” der keçesinden doğrulur, “yâ Pir!” der, değirmenin koluna yapışır; ama sağa çevirmek ister, çevrilmez; sola çevirmek ister, çevrilmez! Paslı pasaklı değirmen çevrilir mi ya, çevrilmez vesselâm!
.
Anası ağzını açıp da he, yok demez ama, Keloğlan neye uğradığını bilmez; kel başını bir, bir daha kaşıdıktan sonra: “Hımm! Bildim, bildim... Bu ne cin işi, ne şeytan işi; bu gene onların işi! Bunu onların yanına bırakır mıyım sanki?” der, bir daha sihirli kuyunun yolunu tutar.
.
Az gider, uz gider; dere, tepe düz gider, bir de dönüp ardına bakar ki, bir arpa boyu yol gitmiş. Hele bir mola verip biraz kestireyim şunun şurasında der; bir dulda yer bulup uzanır; nice sonra gözünü açıp bakar ki kuyunun başından... Bir taş üstünde dinlenmeden, mendilini çıkarıp terini kurulamadan seslenir:
.
“A kara kuyu, kara kuyu, bir değirmen verdin ama, hani ya bunun suyu? Sağa çeviriyorum, çevrilmem diyor; sola çeviriyorum, çevrilmem diyor, ya terkettir bana bu huyu, ya da geri ver leblebimi” der. Bir durur, iki söyler; kuyudan ses çıkmaz; üçüncüsünde bir Arap bacı çıkar; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte... Keloğlan’ın beti benzi atar, dili, dişi tutulur, ne “leb” diyebilir, ne “leblebi”, ne “kuyu” diyebilir, ne “suyu” Amma velakin Arap bacı:
.
“Ham hum etme Keloğlan, sana öyle bir tokmak getirdim, öyle bir tokmak getirdim ki, kim haksızlık ederse “kudur tokmağım kudur” dersin, kudurur. Vurur ha vurur, vurur ha vurur... Sonra “dur tokmağım dur” dersin, durur” der. Demesiyle kaybolması da bir olur.
.
Keloğlan: “demek kısmette bu da varmış. Her başa yazılan gelir” der. Tokmağı yüklenip eve gelir. Kapıdan girince anası: “Ne o gene Keloğlan, yüzünden düşen bin parça oluyor” der; Keloğlan da: “Görürsün şimdi gününü” der ve “kudur tokmağım kudur” diye bağırır. Vay sen misin diyen! Kara tokmak Keloğlan’ın kel başına inip kalkmaya başlar. Keloğlan “dur tokmağım dur” der, tokmak duymaz! Gene kel başın üstüne bir inip bir kalkar; Keloğlan iki göz iki pınar, bir daha “dur tokmağım der; bu defa da tokmak bu “vay vuy” arasında duru vur anlar; daha bir vurur, daha bir vurur. Keloğlan’ın kel başı, al kanlar içinde kalır. Sonunda can acısıyla avaz avaz bağırır da tokmak duyar ve durur.
.
Anası ocak başında oğlunun bu akıbetini görür; “gülsem mi, ağlasam mı” diye düşünür; ama ne güler, ne ağlar, sadece “bu akılsız başa bu tokmak bile az” diye söylenir. Bu söz üzerine Keloğlan köpürür, küplere biner ve anasının üstüne yürüyüp: “Kudur tokmağım kudur! Şu anam olacağa bir, bir daha vur!” der, der ama, tokmak kılını bile kıpırdatmaz. O zaman Keloğlan hanyayı, Konya’yı anlar ama, iş işten geçmiş olur. Öyle ya, suçun büyüğü kendinde.... O sofracığı çaldıran da kendi, el değirmenini paslandıran da. Ettiğine edeceğine bin pişman olup anasının eline eteğine varır.
.
“Ana ana, canım ana, hanımlardan hanım ana; ben ettim, sen eyleme” diye yalvarıp yakarır. Neye derler ki ana gibi yâr, vatan gibi diyar olmaz. Kel olsun, kötürüm olsun; ciğer paresini atar, atar ama başı darda kalınca da koşup tutar. Bundan ötürü Keloğlan’ın anası da kuzucuğunun garip garip meleyişine dayanamaz; suçunu, günahını bağışlar; sonra dizi dibine oturup bir güzel de öğüt eyler:
.
“A kel oğlum, keleş oğlum; yılan yılan iken toprağı bile kanaatle yalar. Bundan örnek alacak yerde gösterişe düşüp de elâlemi başına toplamasaydın, o sofracık ne yiter, ne biterdi; o güne de yeter, bugüne de yeterdi.
.
Haydi o sofracıktan oldun, ya şu değirmene ne demeli? Allah yine yüzüne bakıp haline acıdı da bari bu işe koşulup sebeplensin diye bir de tutup bunu gönderdi. Dört ayağını uzatıp Tembel Ahmet gibi yatacağına bu değirmenin kulpuna yapışılacağı gibi yapışsaydın; sağ elin durursa sol elinle; sol elin yorulursa sağ elinle çevirseydin; ne paslanır, ne küflenir; altın, gümüş dediğin evimize oluk gibi akardı.
.
Şimdi son pişmanlık para etmez ama oğul, başına böyle bir felaket tokmağı indikten geri, belki aklın başına gelir de bundan sonra, ya Allah’ın verdiği ile kıt kanaat geçinir gidersin; ya da tuttuğun, tutacağın işe koşulacağın gibi koşulursun. Günün birinde önü söğütlü değirmen olmazsan bile, gözümün bebeği, evimin direği olursun inşallah” der.
.
Öğüt olur da kim tutmaz ki, Keloğlan tutmasın! Ana öğüdü, öğütlerin anasıdır der; ekmeğini tuza batırıp oturacak yerde varır, bir zorlu işe koşulur; gece demez, gündüz demez, yorulur mu yorulur: evlerine altın oluk gibi akmaz ama, alın terinden öyle bir pırlanta yapar, öyle bir pırlanta yapar ki, görenler parmağını ısırır. Gerçi sofralarını, ne Arap bacı kurar, ne kum hacı kaldırır; ille velakin eli kolu dert görmesin, iki cihanda yüzü ak olsun, yine anacığı serer, anacığı derler; yerler, içerler, öte yana geçerler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

SEDEF BACI – Eflatun Cem Güney
..
.
Benim adım Kamber. Minareden uzun mumbar yedim, içtim doymadım... Harda, hurda, şurda, burda, tarla, bağda; yedim, içtim, doymadım... Aman bacı, kaldır sacı, yağlı bazlamacı yedim, içtim, doymadım... Dere gibi hoşaflar, tepe gibi pilavlar, ambar ambar yulaflar yedim, içtim doymadım... Denizi çorba ettik, gemiyi kepçe ettik, daha bilmem ne ettik yedim, içtim; davula döndü karnım, ne sakalım tum tum etti, ne bıyığım cum cum etti, dudaklarım bile duymadı. Baktılar ki, dünyayı yesem doyduğum, doyacağım yok, “daha da doymazsa gözünü toprak doyursun” deyip Akdeniz’in martısı, zeytinyağının tortusu, hoştur makarnanın yoğurtlusu... Tepsi tepsi önüme sürdüler ya, sensiz boğazımdan geçmedi. Yükledim bizim uzun kulaklıya, size getiriyordum ama, ırmaktan geçerken kurbağalar vırak vırak deyince, bırak bırak anladım, bıraktım oracıkta... Uzun kulaklının da ayakları mumdanmış, eriyip gitti suda...
.
Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir padişah varmış; padişahın da üç oğlu, bir kızı varmış. Babaları dünyayı verseler vermez, tacından tahtından üstün tutarmış onları. Analarının gözünde de oğulları oğul balından tatlı, kızları da kaymak çalıyormuş ya balın üstüne, balına kaymağına doymadan gitmiş yoksa hatuncuk. Koca saray karalara boyanmış ama, kara vezir:
. .
“A devletlim! Kara gün kararıp kalmaz ya, gayri on parmağını kandil edip yakacak bir ana lazım bunlara!” demiş ve allayıp pullayıp Karakız’ını padişaha vermiş. Vermiş ama, hangi parmağını kandil edip yakacak, kara vezir kızının on parmağında on kara! Allah böylelerinin şerrine uğratmasın. Padişahı avucunun içine alıncaya kadar cariyelerin bile yüzüne gülmüş; velakin saman altından usulca su yürüterek karasını bulaştırmadık birini bırakmamış; ille üvey kızına, ille üvey kızına... Öyle bir yağlı kara sürmüş, öyle bir yağlı kara sürmüş ki, kırk dereden su getirmişler de, yine çıkaramamışlar; öyle ya, iftira dediğin Kaf Dağı’ndan yüce! Babasının bile gözünden düşmüş, ocak başına attırılmış.
.
Bir var ki bacı kardeş ciğerdir, birbirinden ayrılır mı! Geceleri baş başa verip başlarına gelenleri bir söyler, iki dökerlermiş. Günlerden bir gün yine birbirlerine dert yanarlarken, üvey anaları olacak, uğrun uğrun gelip de kapıyı, bacayı dinlemesin mi! Kuzgun misali üstlerine yürüyerek: “Bre baş belaları, demiş; yine baş başa verdiniz de ne çorap örüyorsunuz başıma? Durun bir, öyle bir ayın oyun edeceğim ki size, felek de beğensin.”
.
Meğer kara vezir kızının sade on parmağı on kara değil, büyücülük de geliyormuş elinden... Önce, nasıl büyülemişse büyülemiş onları... Sabah sabah üç şehzadenin üçü de birer kuş olup kanatlanmasın mı? Kara yazılı bacıları neye uğradığını bilememiş. Bir gözü havada bekleyip durmuş ama, ne bir kanat sesi, ne bir kardeş nefesi... Cümle kuşlar yuvalarına dönmüş, onlar dönmemiş. Gayrı, saray başına zindan olup:
.
“Ya dağ dağ dolaşır bulurum; ya da araya araya yollarda ölürüm; dünyaya geldim de ne buldum sanki!” demiş ve o gece sular uyurken fedai başını alıp yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş; altı ayla bir güz gitmiş, gide gide bir dağın tepesine yetmiş; aklı karalı kuşlardan kardeşlerini sormuş ama, dizi dizi uçup gitmişler de ne bir ağız, ne bir dil, ne de kanatlarından bir tel vermişler ona. Güvendiği dağlara kar yağınca, gözlerinden süyüm süyüm yaş döküp öyle bir ah ü zar etmiş ki bu bahtı kara kız, acep yürek olur da dayanır mı ola...
.
Allah’tan olacak, bir de bakmış ki, ne görsün? Üç kuş, üçü de ak kuş, başının üstünde dönüp dolanıyor! Hemen kollarını açmış ama, hiçbiri gelip de dalına konmamış, döndükçe dönmüşler başında...
.
Sihir bu ya! Meğer üvey anaları bunları öyle bir kuşa benzetmiş, öyle bir kuşa benzetmiş ki, gün batıp da sular karardı mı ete kemiğe bürünüyor; insan olup görünüyorlarmış. Gün doğup da ortalık ağardı mı tüye, teleğe geliyor; kanatlanıp uçuyorlarmış.
.
Ha işte o gün, döne döne yorulan,yorula yorula dönen bu üç kuş, ortalık kararınca üç kardeş olup bacılarının etrafını almış; başlamışlar birbirlerinin yüzünü gözünü öpmeye ve başlamışlar başlarına gelenleri sayıp dökmeye, gayrı gözlerine uyku girer mi? Şafak sökerken:
.
“Bacı, demişler, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde mesken tutup da ne yapacağız? Bu dağın ötesinde bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında da bir oda var, çam kokularıyla örülmüş, kuş sesleriyle döşenmiş bir oda; insan, değme saraylara değişmez onu. Gün doğunca seni kanatlarımıza alıp oraya götürsek nasıl olur? Dağda belde seni bir yardan atarız diye korkma sakın; bindiğin kanat, kardeş kanadıdır, üvey ana parmağı değil!”
.
Sedef Kız’ın canına minnet! Sabah sabah üç kardeş üç kuş olup kanat kanada vermiş; o da bu kanatların üzerine binmiş, süzülmüşler göğe doğru... Ve bir göz yumup açıncaya dek, inmişler inecekleri yere! Doğrusu cennet gibi bir yermiş ama, kızcağız ne dal dal ağaçlara elini uzatmış, ne bal bal meyvelere... Kardeşleri pır deyip de havalanınca göklere, o da kendini atmış göllere. Meğer, gölün suları her derde deva, her hastalığa şifa imiş. Sedef Kız, “arılık duruluk!” deyip de dalınca bir, ne alnının karası kalmış, ne yüzünün karası!
.
Kuş kardeşleri yazıdan, yabandan dönüp de, onu öyle “sütten ak, sudan pak” görünce, sevinçlerinden deli divane olmuşlar: “Bacı bacı; aklardan ak bacı; seni üvey ananın yarasından, beresinden kurtaran Allah; bizi de onun tüyünden teleğinden kurtarırsa, gayrı ömrümüz boyunca bu zümrüt sarayda güllerle gün, bülbüllerle düğün eyleriz!”
.
Demişler, kim bilir daha da ne diller dökmüşler birbirlerine; sonra gözlerine uyku dolup da süzüm süzüm süzülünce, her biri uzanmış kendi yerine... İnsan, ne hülya ile yatarsa, o rüya ile uyanır derler... Önce yedilerden mi, kırklardan mı biri görünmüş Sedef Kız’ın gözüne: “Kızım demiş; ayrık otundan birer gömlek örer de giydirirsen kardeşlerine, evvel Allah büyüleri bozulur, yine insan olup insan içine çıkarlar ama, bir var ki bunları örüp bitirinceye kadar kimseyle dünya kelamı etmeyeceksin. Haydi şimdi, anlam, dinle güveniyorsan başla!
.
Sedef Kız uyanmış, rüyasına inanmış; gayrı vakit, fırsat fevt eder mi? Kardeşleri uçup gidince, o da tutam tutam ayrık otu toplayıp, birim birim gömlekleri örmeye başlamış. Akşam üstü kardeşleri dönüp de onu öyle ağızsız, dilsiz örgü örer görünce bunu bir mânaya yoramayarak:
.
“O üvey ana olacak kara cadının eli her yere uzanır; dili her yana döner. Sakın ola, bu kızın yüzündeki yüz karası silinirse, dilinde de dil yarası çıksın, diye, büyü üstüne büyü yapmış olmasın?” deyip, arı gibi her çiçeğe konmuşlar, derde deva ot koymamış yolmuşlar ama, bacıları ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden...
.
Kuş kardeşlerinin hayalden, düşten haberleri yok ya, hele onlar devasını arayadursun, bir gün bir padişahın oğlu, o taraflarda salınıp seyran ederken, yamaçtan yamaca Sedef Kız’ı görmüş, gözlerine inanamamış. Hemen atını o yana sürmüş, “hangi dağın gülü, hangi bağın bülbülü” olduğunu sorup soruşturmuş ama, ağzından bir çift söz alamamış. Bir bakmış: “Peridir bu!” demiş; bir bakmış “dil bilmezin teki” demiş. Ama ne olursa olsun, padişah oğlu Sedef Kız’a öyle bir vurulmuş ki, hemen toy düğün etmeyi kurup, kendi eliyle bindirmiş atına. Yolda üç kuş peyda olup başının üstünde uçmaya başlamış; günden güneşten korumak ister gibi... Bu üç kuşun üç kardeş olduğunu bildiği yok ya, padişah oğlunun garibine gitmiş bu... Neyse, az gitmiş, uz gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, gün akşam olmadan varıp saraya yetmişler.
.
Padişah, oğlunun bir dediğini iki eder mi, hele böyle mürüvvet görecek olduktan geri... Daha o akşam davullar dövülmüş, düğünler kurulmuş ama, gel gelelim Sedef Kız, ne allar giymiş, yeşil üstüne; ne kınalar koymuş, sedef üstüne. İlmek üstüne ilmek atıp, gömlek üstüne gömlek örmüş, bir gün olur, rüyalarım çıkarsa diye...
.
Meğer gözdelerden biri, onu göz altına almış, her halini yazıp defter ediyormuş. Akşamın bir vaktinde padişah oğlunun yanına çıkıp: “A benim şehzadem demiş; şu senin nişanlın olacak kız ne bir peri, ne de dil bilmez biri... Lamı, cimi yok, ya büyücü, ya sihirbaz! Gündüzleri üç kuş gelip pencereye tık diyor; geceleri has bahçeye çık diyor; o da o saatte çıkıyor ve neden sonra ayrık otu toplayıp dönüyor, dönüyor ama, kim biliri başınıza ne çoraplar örüyor."
.
Padişah oğlu, Sedef Kız’ın üstüne bir toz kondurmak istememiş ama, üç gün üç gece kollayıp da, söylenenlerin harfi harfine doğru olduğunu görünce, neye uğradığını bilememiş. Hemen çağırıp sorgu, suale çekmişler, ama, biçare kız, ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden; her sorulan, bir damla yaş olmuş gözünde... Velakin onun gözüne, göz yaşına kim bakar gayrı... “Sükut ikrardır!” deyip büyücülüğüne hükmetmişler; “böylesi güzelin, güzelliği başını yesin” deyip, başını istemişler cellattan.
.
Cellat başı, son vasiyetini sormuş kızın, yine bir ses çıkmamı dilinden. Cellat başı “vaktine hazır ol” demiş, yine örgüsünü bırakmamış elinden. Derken derken, üç kuş gelip başının üstünde dönmeye başlamış. Cellat başı akı karayı yitirip, ne yapıp yakıştıracağını düşünüp dururken, Sedef Kız da gömleklerini örüp bitirmiş ve tutup bunları bir bir kuşların üzerine atmış. Hikmeti hüda, bu üç kuşun üçü de filiz gibi birer delikanlı olup bacılarının boynuna sarılmış. Görenler bunu da büyü mü sanmış, ne sanmışlarsa parmakları ağızlarında kalmış. Ha işte o zaman Sedef Kız’ın ağzı dili açılıp:
.
“Cellat başı, cellat taşı yerinden kaçmıyor ya, önceden önce beni padişahın huzuruna çıkar. Başıma gelenleri bir bir ona dökeceğim gayri... Yine de başıma ferman eylerse, ne yapalım, boynum kıldan ince...” demiş ve gidip üvey ananın yüzünden çektiklerini iki göz, iki pınar anlatmış padişaha.
.
Padişah, Sedef Kız’ın sedeften de arı bir kız olduğunu anlayıp kendi oğluna almış. Üstelik, üç kızını da, Sedef Kız’ın üç kardeşine vermiş. Bunlar kırk gün kırk gece düğün eylerken, öte yandan üvey anaları olacak kara vezir kızının kırk katıra mı, kırk satıra mı verildiği haberi gelmesin mi! Eee, eden bulu, etmeyenler erer muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü; üçü de başkalarının alnına kara sürmeyenlerin başına!

Kalpsiz_
02-15-2014, 15:29
TASA KUŞU – Eflatun Cem Güney


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken, eski hamam içinde... Üşüdüm Allah üşüdüm, daldan armut düşürdüm. Armudumu yemişler, bana çirkin demişler... Çirkin değil güzelim, inci mercan dizerim... Ben mercandan geçemem Aksaray’a göçemem... Aksaray’ın kilidi, bana vuran kim idi? Emmim oğlu Musacık, eli kolu kısacık... Çık çıkalım çardağa, taş atalım çaylağa; çaylak başın kaldırmış, ayvaların çaldırmış... Hani kağıt, hani defter? Bir de gelmiş çevre ister; çevrede güller, sendeki diller; ben gider oldum, duymasın eller...
. .
Memleketin birinde Sülün Kız derler, bir kız varmış. Ne kimsenin bir tüyüne dokunur, ne de yerdeki karıncayı incitirmiş ama, Allah kalbine göre vermemiş yoksa... Günün birinde babasını elinden alınca bir korku gelip dalına binmiş:
.
“Ne bir dağda yağmurumuz var, ne bir bağda yaprağımız var; sönen ocağımızı ne ile yakacağız” diye düşündükçe düşünür; ömrünü, gününü tüketirmiş... Anası bu korkuyu gözünden okuyunca: “A sülün kızım; demiş, ne diye kara kara düşünüp durursun? İki el, bir baş içindir; geçinmeyecek ne başımız var? Ben çulha dokurum, sen gergef işlersin; gül gibi geçinip gideriz”
.
Bu söz üstüne, korkuyu dallarından atıp işlerinin başına geçmişler; gece dememişler, gündüz dememişler; dokuyacaklarını dokuyup işleyeceklerini işlemişler; gözlerinin çırasıyla sönen ocaklarını yeniden yakıp, bir güne bir gün muhannete avuç açmamışlar, üstelik, dişlerinden tırnaklarından artırdıklarıyla köyün üstünde bir dağ, dağın üstünde bir bağ kurmuşlar, kurmuşlar ama, bu defa da kızın yüreğine bir kuruntu düşmüş: “Ya dağımızı sel alırsa, ya bağımızı yel alırsa? Bütün emeğimiz suya gider, yorulduğumuz yanımıza kalır...” diye korktukça kurar, kendi kendini yiyip tüketirmiş... Anası bu kuruntuyu kızının yüzünde okuyunca:
.
“Yapma kızım, etme kızım; yağmur yağmadan sele gitme kızım; ağzını hayra aç ki, hayır gelsin işine. Yoksa böyle ağrımayan başa yağlık bağlarsan, başını dertten kurtaramazsın gayrı”
.
Ana sözü yerde kalır mı; Sülün Kız bu kuruntuyu da yüreğinden atıp koşulacağı koşulmuş işine; kara toprağı alın teriyle öyle bir yoğurmuşlar, öyle bir yoğurmuşlar ki, aldıkları gövermiş gelmiş, dedikleri yeşermiş gitmiş; dağda dağ olmuş; bağda bağ olmuş ya, insan buldukça bunar derler; Sülün Kız, şimdi de kendini tasaya kaptırmasın mı! “Ya asmada üzüm olmazsa; ya salkımı düzüm olmazsa? Ben bu dağa, dağ mı derim; ben bu bağa bağ mı derim!” diye dövüm dövüm dövünmeye başlamış.
.
Anası Sülün Kız’ın olmayacak duaya amin dediğini ağzından duyunca: “aman kızım; dünyada her şey insanın elinde, avucunda değil; ne diye olur olmaz şeylerin tasasına düşüyorsun? Tasa dediğin ne korkuya benzer, ne kuruntuya; ismi var, cismi yok bir kuştur o! Nerede avare varsa, gidip onu bulur. Gayri ne dur bilir; ne durak, üzüntüden üzüntüye atıp dünyayı başına zindan eder adamın!” demiş; daha ne diller dökmüş ama, Sülün Kız hangi şeytana uymuşsa, bu öğüdü kulağının ardı edip kendini avareliğe vermiş...
..
Tasa Kuşu’nun gözlediği de bu değil mi! Kaşla göz arasında varıp kanatları arasına almış onu... Sülün Kız, bir de gözünü açıp bakmış ki, ne baksın; misli menendi yok bir bahçe! Bir yanında kuşlar şakıyor yanık yanık... Bir yanında sular akıyor oluk oluk... Ağaçlarında da türlü meyve, türlü koruk... O kuşlara kumru mu desem, kanarya mı desem, ne desem! O sulara şeker mi desem, şerbet mi desem, ne desem! Meyvesini de ne siz sorun ne ben söyleyeyim; bulunsa bulunsa Erem bağlarında bulunur belki...
.
Böyle bir yerde kimin gözü gönlü açılmaz, ama Sülün Kız, o cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara bakmış: “Ah bin gözüm, bin kulağım olsa da, bin bir sesi birden duyup dinlesem!” diye tasa çekmeye başlamış. Sen misin yok yere tasaya düşen! O anda bütün kuşların ağzı dili tutulmuş; kumrular da susmuş, kanaryalar da, bir serçe bile kanadını kımıldatmamış... O zaman Tasa Kuşu yaprakların arasından seslenmiş ona: “Avare kız! Avare kız! Tasa dediğin öyle olmaz, böyle olur: Geçti gül, geçti bülbül... İster ağla, ister gül...”
.
Sülün Kız, boylu boyunca karalara batmış. Bu tasa yetmiyormuş gibi, bir de açlık gelip kapısını çalmasın mı! Sülün Kız dal dal meyvelere bakmış: “Ah şu ağaçlar Tuba olsa; eğil desem eğilse; doğrul desem doğrulsa!” diye hayıflana hayıflana meyvelere uzanmış ama, ağaçlar el atıp tutmaya dal vermemiş, uzandıkça, onlar da başını yukarı kaldırmış...
.
Tasa Kuşu, yine yaprakların arasından seslenmiş ona: “Avare kız! Avare kız! Tasa dediğin öyle olmaz, böyle olur: geçti ayva, geçti nar... İster taş ye ister hardal!” deyince, kızın yüreğine öyle bir ateş düşmüş, öyle bir ateş düşmüş ki, yanıp kül olmaya az kalmış. Gürül gürül akan sulara bakıp: “Ah şu sular Kevser olsa... İçsem içsem kanmasan; güneş vursa yanmasam...” diye, yana yakıla sulara eğilmiş ama, hikmeti hüda, sular da kuruyup çekilmiş; ne altın oluk bir damla su vermiş, ne gümüş oluk... Aman yaman derken başını bir taşa vurmuş. Kim başını vurur da ayılmaz ki, Sülün Kız ayılmasın!
.
“Ah anamın aşı, kuyunun başı... Ye tuzlu tuzlu, iç buzlu buzlu... Ya evde otur, gergef işle; ya bağa git, toprağı avuçla; dahası ne umurun!” demeye başlamış. Bir demiş, iki demiş, derken bir hışırtı işitmiş. Bir de dönüp bakmış ki, ne baksın; Tasa Kuşu, ağaçların arasında kanat vura vura geçip gidiyor, kim bilir hangi avarenin başına konmaya!
.
O zaman yüreğine öyle bir su serpilmiş, öyle bir su serpilmiş ki, Sülün Kızın; rahat bir nefes alıp “ooh!” demiş; oh deyince de ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyar peyda olmuş: “Oh Dede benim. Dile benden dilediğini! Güler yüz mü istersin, tatlı dil mi?” diye sormuş. Sülün Kız da: “Oh Dede, Oh Dede; güler yüz de isterim, tatlı dil de... İlle hepsinden üstün anamı isterim, anamı!” deyince “yum gözünü” demiş dede; yummuş gözünü kız. “Aç gözünü” demiş dede, açmış gözünü kız. Bir de görmüş ki, ne görsün, anasının dibinde... Oh Dede’nin yerinde yeller esiyormuş ama, güldükçe güller açıyormuş yanağında; söyledikçe, bülbüller şakıyormuş dudağında... Gayri Tasa Kuşu gelip de dalına konabilir mi!
.
O günden geri güler yüz, tatlı dil ile günlerini gün etmişler; gel zaman git zaman, kısmeti de açılmış kızın; kırk gün, kırk gece toy, düğün etmişler; balı kaymağa katıp yemiş içmiş, muratlarına ermişler. Darısı yurdumuzun güzelleri başına!