PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Türkiye’nin Kıbrıs ve AB Politikasını Etkileyenler


Kalpsiz_
03-18-2008, 14:39
Türkiye’nin Kıbrıs Politikasını Etkileyenler


Geçtiğimiz haftalarda Kıbrıs konusu tekrar Türkiye gündeminin en üst sıralarına yerleşti. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve Rum Lider Glafkos Klarides arasında yapılan yüzyüze görüşmelerin, Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell'in Türkiye ziyaretiyle aynı zamanlara denk gelmesi, bu ziyareti daha da önemli hale getirdi. Denktaş ile Klerides 4 Aralık 2001 tarihinde, 4 yıl aradan sonra ilk kez yüzyüze görüştüler ve bu görüşmede çok önemli bir gelişme yaşandı. Tarafların 15 Ocak'ta "soruna kapsamlı bir çözüm bulana kadar görüşmelere devam etme" kararıyla yeniden biraraya gelecekleri ilan edildi. Gerek Kuzey Kıbrıs Türkleri gerekse Güney Kıbrıs'ta yaşayan Rumlar, bu görüşme fırsatının çok iyi değerlendirilmesini umut ediyorlar.

Kıbrıs konusu 1960 yılından itibaren Türkiye'nin ve dünyanın gündeminde sık sık yer alıyor. O tarihte kurulan ortak cumhuriyet ve bu yapı içerisinde Türk nüfusa karşı uygulanan siyaset, 1974 yılında Türkiye'nin gerçekleştirdiği Barış Harekatı ile sonuçlanmıştı. Bunun hemen akabinde ise, Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulmuştu. Bu tarihten sonra dünya siyasetinde Kıbrıs sorununun bir çözüme kavuşturulması için pek çok plan ortaya kondu. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. 1990 yılındaki Güvenlik Konseyi kararıyla iki bölgeli federasyon önerildi. 1997 yılına gelindiğinde ise konfederasyon fikri öne sürüldü. Günümüzde ise Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliği'ne kabul edilmesi ihtimali nedeniyle Kıbrıs sorunu daha yoğun olarak gündemde.
Sorun yeniden gündemde
Bugüne kadar Kıbrıs konusunda çözüm olarak gündeme getirilen önerilerde Türk tarafının çekinceleri, "eşit ortaklığa sahip olamamak" üzerinde yoğunlaşıyordu. Bu çekinceler bugün de devam ediyor. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın, New York'ta yapılması planlanan görüşmelere katılmak istememesinin altında da aynı sebepler yatıyordu. Cumhurbaşkanı Denktaş bu hususta görüşmeler için ortak zemin oluşmadığını, Rumların Kıbrıs Türk halkını AB'ye girme yolunda eşit ve ortak görmediklerini ifade ediyordu.
Türkiye'nin ve Kıbrıs Türk tarafının görüşü, Ada üzerinde iki halkın yaşadığı ve Türk tarafının Rumlara bağlı bir azınlık olmadığı yönünde. Bu durumda iki tarafın da dünya siyasetinde eşit olarak temsil edilebilmeleri gerekiyor.
Türkiye ile Kıbrıs arasında tarihsel bağlar
Kıbrıs, tarih boyunca sırasıyla, Hitit, Mısır, Fenike, Asur, Pers, Bizans, Ceneviz, Venedik, Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere tarafından ele geçirilmiştir. Bizans döneminde, Bizans'ın resmi dil olarak Yunanca'yı ve din olarak da Ortodoks Hristiyanlığı benimsetmesi sonucunda Ada halkı, kendisini Rum olarak görmeye başlamıştır. Ada'ya Türk nüfusun girmesi ise, Kıbrıs'ın 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirilmesiyle başlamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda ele geçirilen toprakların tümü "vatan toprağı" sayılıyordu. Kıbrıs'ın fethinden sonra Ada'nın nüfusunu oluşturan iki halk; Rumlar ve Türkler barış içinde yaşamışlardı. Bu barış havası 19. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu yüzyıl içinde İmparatorluk sınırları dahilindeki birçok bölgeyi ve en şiddetli olarak Balkanları etkisine alan milliyetçilik hareketleri, Kıbrıslı Rumları da etkilemiştir. Bu tarihten itibaren Kıbrıslı Rumlar Osmanlı hakimiyetinden çıkarak, bağımsızlığını kazanan Yunanistan'la birleşmek istemişlerdir. Böylece günümüze kadar gelen Kıbrıs sorunu ortaya çıkmıştır.
Bugünkü Kıbrıs
20 Temmuz 1974 Barış Harekatı neticesinde yapılan toplumlararası görüşmelerin çıkmaza girmesiyle, KKTC 15 Kasım 1983 yılında bağımsızlığını ilân etti. Toplam yüzölçümü 3.335 km2 olan Kıbrıs Adası'nın yüzölçümünün %35'i KKTC'ye aittir.
Başkenti Lefkoşa olan KKTC'nin diğer önemli şehirleri Gazimagosa, Girne ve Güzelyurt'tur. Yeşil Ada olarak bütün dünyaca tanınan Kıbrıs Adası'nın kuzeyinde yer alan KKTC'inde tarım ve ormancılık faaliyetlerine özel önem verilmektedir. Ülkenin %57'si tarım arazisidir.
Ülkenin kıt su kaynakları göz önünde bulundurularak modern sulama sistemleri kurulmuş, kısıtlı su kaynakları en rasyonel şekilde kullanılmaya çalışılmıştır.
Sanayi fazla gelişmemiş olmakla birlikte gıda, inşaat ve giyim dallarında oldukça önemli gelişmeler sağlanmıştır. Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler şeklinde sanayi kurulmuş, 1995 yılında imalat sanayinde tesis sayısı 726'ya çıkmış istihdam edilen kişi sayısı ise 11.382'ye yükselmiştir. Lefkoşe, Gazimagosa ve Girne'de organize sanayi bölgeleri kurulmuştur. Ayrıca Gazimagosa'da kurulan serbest liman ile bu bölgede şu anda 22 işletme çimento ve deri paketleme, araç bakım ve onarımı, konfeksiyon imalatı ve transit ticaret sahalarında faaliyet gösterilmektedir. Elektrik enerjisi üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak seviyeye gelmiştir. Kuzey Kıbrıs tarihi ve turistik yerleri ve temiz çevresi ile turizmde her yıl gelişen bir ülke olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ada, Türkiye için neden önemli ?
Kurtuluş Savaşı yıllarında Misak-ı Milli sınırları içinde Kıbrıs da bulunuyordu. Ancak bu tarihte Kıbrıs artık İngiliz egemenliğine geçmiş ve Türkiye Ada üzerinde herhangi bir hak talep edemeyeceğini belirtmişti. Bu nedenle, Türkiye 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar Kıbrıs konusundaki gelişmeleri uzaktan izleyebildi.
1821 yılında Yunanistan'da isyanın başlamasından sonra, Kıbrıs'taki milliyetçi Rumların başını çeken Kilise, bir isyan hazırlığına girişir. Fakat dönemin Osmanlı valisi bu isyan planlarını öğrenerek, isyancıların bir kısmını idam eder ve diğerlerini sürgüne gönderir. Bu kişiler 1821 yılı sonlarında Roma'da toplanarak ilk Enosis bildirisini yayınlarlar. Tüm Hıristiyan Krallarına çağrıda bulunarak, Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı için yardımcı olmalarını isterler. 1878'de Osmanlı Devleti, Rusya'ya karşı diplomatik desteğin bedeli olarak Kıbrıs'ı İngiltere'nin "geçici yönetimi"ne bırakır.


Klarides

Ada'yı Osmanlı hükümetinden kiralayan İngiltere, 1914 yılında Osmanlı Devleti'nin 1.Dünya Savaşı'na katılmasından yararlanarak, Kıbrıs'ı ilhak eder. Bu yönetim devri, Kıbrıs Rumları arasında Enosis'in gerçekleşeceğine dair umutları artırır. Hatta bu durum, 1915 yılında İngiltere'nin Kıbrıs'ı Yunanistan'a teklif etmesiyle daha da somutlaşır.
Neticede, 1571'den 1914'e kadar, neredeyse 4 asır Türk hakimiyetinde kalan Kıbrıs, bir takım oldu-bittilerle elden çıkar; Kıbrıs ve Kıbrıs Türkleri'nin hayatında yeni bir dönem başlar.
Bu dönem Türkiye'nin NATO'ya girdiği yıllarda (1952) Kıbrıs'ın da Yunanistan'a bağlanma girişimleriyle sonuçlandı. 1950-55 yılları arasında Türkiye'nin Kıbrıs politikası, İngiltere yönetiminin korunması, bu statüde değişiklik olacaksa Türkiye'nin de söz sahibi olması gerektiği yönünde şekillenmiştir. 1958-60 yılları arasında ABD ve İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs'ın taksim edilmesi fikrini gündeme getirmiştir. Türkiye o dönemde İngiltere'nin Ada'da askeri ve siyasal varlığını Türklerin bir güvencesi olarak görmekteydi. Diğer yandan Rumların arasında İngiltere karşıtı haraketlerin artması İngiltere'nin Kıbrıs politikasında değişikliklere yol açtı. İngiltere, Türkiye'nin Ada politikasında söz sahibi olmasını desteklemeye başladı. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti'nde Türkler ve Rumlar görünürde eşit statülerde devlet yönetiminde rol oynamışlardır. Yunan kökenli terör örgütlerinin Kıbrıs Türkleri'nin güvenliğini tehdit etmesi üzerine 1960-74 yılları arasında Türkiye'nin Kıbrıs politikası, Ada'daki soydaşlarımızı "garantör devlet sıfatı" ile korumak olarak belirlenmiştir.
1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte daha önce dile getirilen Kıbrıs'ın taksimi konusu fiilen gerçekleştirilmiş olur. Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalesi sonrası Kıbrıs Rum toplumu ve Yunanistan, konuyu sürekli milletlerarası platformlara taşımışlardır. Zaman zaman başarılı olan bu Rum-Yunan taktiği karşısında Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu, bir yandan, iki taraflı iki toplumlu bir federasyon fikrini savunurken diğer yandan da uluslararası siyasi temayüllere veya Kıbrıslı Rumların çeşitli adımlarına göre yeni siyasi kararlar aldılar. Bu kapsamda Kıbrıs Özerk Türk Yönetimi, önce Kıbrıs Türk Federe Devleti ve arkasından da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne dönüştü. Son zamanlarda Kıbrıs Rum halkının Avrupa Birliği'yle birleşme yönünde almış olduğu kararlar konuya yepyeni bir boyut kazandıracak mahiyettedir.
Kıbrıs Rum Bölgesi'nin AB'ne üye olması, bir taraftan Yunanistan açısından Enosis'in gerçekleşmesi anlamına gelmekte iken; diğer taraftan Kıbrıs sorununun taraflarından birisinin birleşik Avrupa devletleri arasında yer alacağı manasındadır. Böyle bir gelişmeye seyirci ve sessiz kalamayacağını açıklayan Türkiye ve KKTC, bu durumun gerçekleşmesi halinde Kıbrıs Türk Bölgesi'nin de Türkiye ile birleşeceğini ve bütünleşeceğini ilan etmişlerdir.
Türkiye’nin AB Politikasını Etkileyenler



Türkiye'nin AB'yle müzakereleri 301. madde, Kıbrıs ve Sarkozy nedeniyle durma noktasına gelse de, yeni hükümetin işleri tersine çevirme şansı yüksek. Fakat AB'nin, Türkiye'ye verdiği sözü tutabileceğine dair az işaret var ve Türkiye'nin dışlanması küresel boyutta etkiler yaratır

Türkiye mevcut siyasi krizinden demokratik açıdan güçlenmiş olarak ve muhtemelen Abdullah Gül gibi dinamik bir cumhurbaşkanıyla çıkarken, bunun öncelikli sonuçlarından biri AB'nin dış politikasının mercek altına alınması olacak. Birlik Türkiye'nin demokratik modernleşmesi konusuna hızla dönecek mi, yoksa vaktini bu ülkenin
nasıl ele alınacağına dair iç tartışmalarla harcamayı mı sürdürecek?

Bir zamanlar genişlemenin, AB'nin en başarılı dış politikası olduğu söylenirdi. Fakat Türkiye konusunda bu politika, birliğin en zarar verici dış politika başarısızlıklarından birine dönüşme riski taşıyor. AB Türkiye'yle üyelik müzakerelerini neredeyse başlatır başlatmaz, iki tarafta da işlerin tadı kaçtı. Anayasa kriziyle çıkmaza giren birlik bir genişleme krizi yaşadı; liderlerinin oybirliğiyle vardığı karar ne yönde olursa olsun, başta Fransa ve Avusturya'dan olmak üzere siyasetçiler aceleyle Türkiye'nin AB'ye hiç giremeyeceğini söylemeye başladı.

301. madde değişebilir
Başbakan Erdoğan'ın yönetiminde yapılan reformların 2005'te müzakere kapısını açtığı Türkiye de sinirlerin sakin tutulmasına yardımcı olmadı. Kısa sürede AB ve Türkiye, birliğe barış anlaşması yapılmaksızın katılan bölünmüş Kıbrıs üzerine çatışmaya başlamıştı.

Bu arada, Türkiye'deki reformlar yavaşladı, güneydoğuya şiddet geri döndü ve düzinelerce yazar ve gazeteci Anayasa'nın 'Türklüğü aşağılama'yı yasaklayan meşhur 301. maddesinden yargılandı. Ordu Gül'ün cumhurbaşkanlığı adaylığına üstü kapalı muhalefet eden ultimatomunu nisan sonunda yayımladığındaysa, hem AB hem de Türk milliyetçileri, Türkiye'nin üyelik şansını kendi eliyle ortadan kaldırması karşısında ellerini neşeyle ovuşturuyordu.

Fakat Türkiye aslında şansını yok etmedi. Seçmenler temmuzda AKP'yi güçlenmiş bir biçimde iktidara yeniden getirerek, ordunun siyasete sakarca müdahalesi hakkında ne düşündüklerini gösterdi. Erdoğan daha kabinesi göreve gelmeden, danışmanlarının sivil bir anayasa üzerinde çalıştığını açıkladı.

Bu cesur hareket, kendine güvenen, güçlü bir hükümetin reform konusunda hızlı davranacağına işaret. 301'in değişmesi beklenebilir. Aynı şekilde, güneydoğu ve Kuzey Irak'a harekât konusunda daha az savaş yanlısı bir tavır da beklenebilir. Bu arada, ekonomi de patlama yaşıyor.

Peki AB nerede? Maalesef, birliğin dış politikasını, bu kilit önemdeki komşu ve NATO müttefikinin demokratik modernleşmesini destekleme yönünde hızlandıracağına dair az işaret var. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy Türkiye'nin Avrupa'ya girişine muhalefetini açıkça belli etti. Haziran sonunda Fransa, 'ekonomi ve para politikaları' başlığının açılmasını 'teknik' nedenlerle engelledi; asıl sebep, Sarkozy'nin Türkiye'nin 'imtiyazlı ortaklık' dışında bir şey elde edememesini ve kulübe üye olmamasını istemesiydi. Diğer devletler hiçbir şey yapmadı.

Türkiye'nin reformlarındaki duraklama göz önüne alındığında, Avrupa Komisyonu'nun ülkeyi epey eleştiren bir ilerleme raporu yayımlaması bekleniyor. Fakat, Türkiye'deki yeni olumlu siyasi duruma tepki vermek Avrupa'nın bürokratlarının değil liderlerinin işi. Tavır açık olmalı: İslam ve demokrasi uyuşabiliyorsa, Türkiye'nin AB'ye üye olma isteği aracılığıyla, İslam ve Avrupa da aynısını yapabilir.
Fakat AB darmadağın halde; Avrupa'nın Türkiye'nin üyeliğine bağlılığını tekrar ortaya koyması için şans yok. Fransa buna karşı. Almanya lideri Angela Merkel'in, koalisyonunun Türkiye'yi destekleme politikasından vazgeçmese de, imtiyazlı ortaklığı desteklediği biliniyor. Bu arada, Kıbrıslı Rumlar adayı yeniden birleştirmeye yönelik her türlü anlaşmayı yavaşlatarak, Türkiye'yle özel tartışmalarını müzakere alanına taşıyacak her türlü yolu deniyor.

AB içinde genişleme taraftarı veya karşıtı olan pek çok kişi özel sohbetlerde, bölünmüş Kıbrıs'ı birliğe almanın hata olduğunu itiraf eder. AB üyeliği Kıbrıs'ta barış ihtimalini azalttı, ki bu bir dış politika hatası olmanın yanı sıra Türkiye'yle gelecekteki ilişkileri de etkileyecektir.

Türkiye'nin başta Britanya olmak üzere bazı Avrupalı destekçileri var. Fakat Britanya giderek artan bir biçimde birliğin yarı-kopuk bir üyesi olarak görülüyor. Ve yeni başbakan Brown dışa dönük bir AB'den söz etse de, Türkiye'yle daha akıllıca diplomasiyi değil, iklim değişikliği ve küreselleşmeyi kastediyor.

Birliğin gücü azalır
İspanya olumlu. İtalya Türkiye'nin getireceği dış politika avantajlarının farkında fakat Başbakan Prodi, daha siyasi bir Avrupa eğilimini zayıflatacak her şeye karşı. Yunanistan bugüne dek Türkiye'nin üyelik başvurusunun önemli bir savunucusuydu fakat artık bunun yararını ve imtiyazlı ortaklık fikrinin yeterli olup olmayacağını sorgulayan sesler yükseliyor.

Bu bir AB karmaşası ama küresel etkileri var. AB, Türkiye'yle müzakerelere bağlılığını yineleyebilir. Veya, Fransa, Kıbrıs ve diğerleri Türkiye'deki atmosferi tatsızlaştırarak müzakerelerin altını oyarken, Ankara'yla görüşmelere başlama kararını devam ettirip ettirmemeye dair gürültülü tartışmayı sürdürebilir. İlkinin gerçekleşmesi zor. Fakat ikinci durumda da, birlik sadece bölgedeki en büyük dış politika zorluğunun altından kalkamamış olmayacak; müdahale ettiği diğer yerlerde de çok az nüfuz ve inandırıcılığa sahip olacak.

(Herald Tribune--Brüksel'deki Avrupa Politik Çalışmalar Merkezi'nde eski araştırma görevlisi, 23 Ağustos 2007)