PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : 20. yy Felsefesi -Özellikler-Temsilcileri


_SoN_
02-25-2008, 17:27
20.YÜZYIL FELSEFESİ

On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayıp günümüze dek uzanan felsefe.

Felsefe hiçbir zaman boşlukta gelişmeyip, kültürün bir parçası olarak, daima çağın siyasi ve toplumsal koşullarıyla ilişki içinde ortaya çıktığına göre, çağdaş felsefenin de, yirminci yüzyılın koşullarından etki*lenen, yirminci yüzyıla özgü bir bakış açısı vardır. Çağdaş felsefe içinde yer alan tüm filozoflar, aralarındaki farklılıklara karşın, işte bu bağlamda, bir parçası oldukları modern toplumun ilgi ve problemlerine yanıt vermek durumunda olmuşlardır. Şu halde, çağdaş felsefeyi karakterize eden birinci özellik, onun yirminci yüzyılda ortaya çıkan kimi temel durum ve oluşumlardan, örneğin modern toplumun bilim karşısındaki ikircikli tavrından, dile yönelik ilgiden, dünya savaşlarının yarattığı umutsuzluktan, toplumsal koşulların yarattığı güven bunalı*mı ve yabancılaşmadan, vb, yoğun bir biçimde etkilenmiş olmasıdır.

Çağdaş felsefeyi karakterize eden ikinci özellik, yirminci yüzyılda filozofların Batı felsefesine Kant’tan beri damgasını bulan kurmacılık veya konstrüktivizm ve görecilikten kaçınma çabası içine girmiş olmalarıdır. Buna göre, Batı felsefesinde Descartes’la başlayıp, Kant’la doruk noktasına ulaşan özne çıkışlı bir felsefe anlayışının ardından, yirminci yüzyıl felsefesi insandan ve insanın inançlarından bağımsız olarak varolan bir nesnel dünyanın varoluşunu kabul eden bir felsefedir. Nesnelliği yeni*den yakalamaya çalışan çağdaş felsefe, aynı zamanda nesnel olarak varolan bir evrenin bilgisinin mümkün Olduğunu savunan bir felsefe olarak ortaya çıkar.

Kabaca ve genel olarak değerlendirildiğinde, çağdaş felsefede tarihsel bir sıra için*de ortaya çıkan 3 ayrı gelenekten söz edilebilir: Analitik gelenek, fenomenolojik gelenek, eleştirel ya da yıkıcı gelenek.

Çağdaş felsefenin önemli ve büyük geleneği ise, Hobbes ve Hume’a mal edilebilecek olan kimi felsefi kabulleri benimseyen düşünürlerin oluşturduğu analitik gelenektir. Dünyanın çok büyük sayıda basit öğeden meydana geldiğini, kompleks nesnelerin bu öğelere ayrıştırılabileceğini ve bu basit varlıklarla karşılaşıldığı zaman, onların kolaylıkla tanınıp anlaşılabileceğini öne süren bu gelenek mensupları, felsefenin görevinin sentez değil de, dilsel ya da bilimsel veya mantıksal analiz olduğunu öne sürer. En önemli temsilcileri arasında George Edward Moore, Bertrand Russell, Gattlob Frege, Ludwig Wittgenstein, ve Viyana Çevresi düşünürlerini verebileceğimiz bu gelenek realist bir tavır alıp sağduyuya yaklaşırken, bir yandan da bilimden tarafa saf tutup ****fiziğe şiddetle karşı çıkar.

Çağdaş felsefenin ikinci geleneği ise, Alman filozofu Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenolojik gelenektir. Bilginin olanağına büyük bir güçle inanırken, Kant’ın eseri olan konstrüktivizme şiddetle karşı çıkan fenomenolojik gelenek, kendinde şeylerin bilince göründüklerini öne sürmüştür. Bu çerçeve içinde bilince dönen ve bilincin yönelimselliğini bilinç üzerinde yoğunlaşmanın nedeni ve haklı kılınışı olarak değerlendiren fenomenolojik gelenek, aynı zamanda realist bir tavırla, şeylerin karşılı*lı bağımlılığı ve ilişkisi üzerinde durmuştur. Analitik geleneğin Hume’a yakın olduğu yerde, daha çok Hegel’e yaklaşan fenomenolojik geleneğin en önemli temsilcileri ara*sında Martin Heidegger’le Jean Paul Sartre bulunmaktadır.

Çağdaş felsefenin üçüncü geleneği Fransız düşünürleri Michel Foucault ve Jacques Derrida tarafından temsil edilen eleştirel ya da yıkıcı gelenektir. Örneğin, özcülüğe, ikiciliğe, Descartesçı felsefeye, akıl ya da lojisizme, Aydınlanma felsefesiyle pozitivizme ve dolayısıyla bütün bir moderniteye ilişkin olarak çok ciddi ve keskin bir eleştiri yönelten Derrida’nın son çözümlemede özcülüğe, ikiciliğe ve akılmerkezciliğe yönelik olan eleştirisi gerçekte ****fiziğe, Batı’nın bütün bir ****fiziksel düşüncesine yönelik bir kritik olmak duru*mundadır. Başka bir deyişle, Batı düşüncesinin yüzyıllardan beri termelinde yer kavram ve karşıtlıkları yeni baştan eleştirel bir bakışla değerlendiren bu gelenek, Barı felsefesinin temellerini sarmıştır.

Döneme Damga Vuran İsimler: E. Husserl, K. Popper, L. Wittgenstein, Gramsci, İrigaray, M. Heidegger, J. P. Sartre, A. Camus, A. Einstein, Simone De Beauvoir, Lyotard, Hayek.


20.yy.Genel Görünüm

SANAT

20. yy.da modern sanat ile çağdaş sanat kavramları iç içe geçmiş durumdadır. Değişen toplumsal ve ekonomik ortamın koşullarına uygun bir sanat yaratma çabasıyla geleneksel, tarihsel ya da akademik biçim ve kalıpları yıkmaya yönelen modern sanat, çok çeşitli akımları, kuramları ve eğilimleri içermektedir. l890’larda Avrupa’da birbiri ardınca ortaya çıkmaya başlayan akım ye üsluplar modern sanatın çekirdeğini oluşturmuştur. yılları arasında resim anlayışlarında köklü değişimler yaşanmıştır. Bu akım ve üslupların en önemlileri arasında yeni izlenimcilik, simgecilik, na bi’ler, art nouveau, fovizm (1905), kübizm (1907), soyut resim (1910), gelecekçilik (fütürizm), dışavurumculuk (ekspresyonizm), Ascan okulu, süprematizm, yapımcılık (konstrüktivizm), ışıncılık, orfizm, ****fizik resim, vortisizm, de stijl, pürizm, dadacılık, yeni nesnelcilik, gerçeküstücülük (sürrealizm), toplumsal gerçekçilik, soyut dışavurumculuk, ham sanat (brüt sanat), pop sanat, minimal sanat,kavramsal sanat ve yeni dışavurumculuk sayılabilir.

Betimleyici olmayan ve fıgürlere yer vermeyen (non-figüratif) sanat ile soyut sanat, 20. yy. boyunca önemini koruyan eğilimlerin başında gelmekteydiler. Soyut sanatçılar (1910) doğal görünümleri ya da biçimleri olduğu gibi yansıtmaktan kaçındılar. Bu sıralarda fotoğrafın ve fotomekanik kopya tekniklerinin gelişmesi de sanatın gelişimi üzerinde çok açık olmamakla birlikte önemli etkiler bırakmış; bir anlamda, o güne değin fizik dünyayı doğru olarak betimleme aracı gibi görülen resmi bu durumdan kurtarmıştı. Birbirlerinden farklı tavırları ve anlatım biçimleri olmasına karşın çağdaş sanatların hepsinin ortak noktası, 20. yy. yaşamının değişen koşullarına karşı duyulan duygusal tepkiyi dile getirme isteği olmuştur. Belki de bu yüzden çağçıl ressamlardan Franz Marc, gönülsüzce olsa gerek, şöyle diyordu: “Geleceğin sanatı artık bilimsel yorumlarımıza koşut biçimlendirmeler yapmak zorunda kalacaktır.” Resim sanatının olanaklarını bu doğrultuda değerlendirmeleri açısından sanatçıların hemen hepsi moderndi. Değişen koşulların başında hızlı yoğun teknolojik değişimler, bilimsel bilgi ve görüşlerin hızla yayılması, geleneksel inanç ve değerlerin görünüşteki anlamsızlığı. Batılı olmayan kültürleri anlama çabaları geliyordu.

20. yy. mimarlığındaki gelişmeler de, kütlelerin ve biçimlerin ritmik düzenlemesiyle, geometrik bir temanın ışık ve gölge ile ifade edilmesiyle, sanayileşen toplumun gereksinimi olarak ortaya çıkan yeni yapı tipleriyle yakından bağlantılıydı. Böylece Chicago okulu, işlevsel (fonksiyonalizm), art deco, art nouveau, de stijl, bauhaus, uluslararası üslup, yeni brütalizm ve postmodernizm gibi akımlar en ‘Önemli çağdaş mimarlık üslup ve eğilimleri arasında yer aldı.


Müzik


Plastik sanatlardaki bu gelişmelere paralel olarak 20. yy.da müzik alanında da köklü değişimler yaşanmıştır. Arnold Schönberg, öğrencileri Anton Webern ve Alban Berg ile birlikte on iki ton (Atonal) müziğini oluşturdular. Müzikte, kompozisyonun büyükçe bir bölümünün yinelenmesine dayalı bir teknik alan “dizisellik” (seriyalizm) ya da seriyal müzik ile on iki ton müziği terimleri arasında çağdaş kullanımda çoğu kez ayrım yapılmakla birlikte, daha kesin bir tanımla, on iki ton müziği seriyal müziğin yalnızca bir örneğini oluşturmaktadır. Arnold Schönberg ve on iki ton müziğinin öteki temsilcileri, kompozisyonda sesleri dizisel olarak düzenleme yöntemini benimserken, diğer bazı besteciler de müziğin başka öğelerini dizileştirmeye yönelmişlerdir. Örneğin Pierre Boulez yapıtlarında ses, ritm, tonalite (gürlük derecesi) ve notaların çalınış biçimini dizisel öğeler olarak kullanmıştır. 20. yy.ın ilk çeyreğinde birkaç besteci (Charles Ives, 3. M. Hauer), bazı teknik özellikleriyle Schönberg’in on iki ton müziğine benzeyen besteler yazarak onun habercisi olmuşlarsa da bu teknik Schönberg’in buluşu olarak kabul edilmiştir. Onun tanınmış öğrencileri arasında bulunan Avusturyalı Anton Webern ile Alban Berg de on iki ses müziği yazmışlarsa da bu tekniği öğretmenlerinden farklı bir biçimde uygulamışlardır. Çağdaş müzikteki değişimi simgeleyen on iki ton müziğinden örnekler vermiş öteki önemli besteciler arasında Igor Stravinski, Hans Werner Henze, Ernst Krenek ve Karlheinz Stockhausen sayılabilir.

Öte yandan izlenimci ressamların genel estetik yaklaşımından etkilenmekle birlikte, bestelerinde disharmonik müziğe benzer tekniklerden yararlanmayan izlenimci müzikçiler de vardır. İzlenimci müziğin genellikle narin, edilgen ve ruh haline bağlı olduğu düşünülürse de gerçekte bu tür müzikte ölçülülük, vurgudan kaçınma ve durağanlık belirgindir. Bestecinin başlı başına güzel ve gizemli bir amaç olarak gördüğü saf sese duyduğu hayranlık; son derece çarpıcı, renkli bir etki yaratır. Teknik yönden bu özellikler çoğunlukla armoninin durağanlığı, tonalitenin belirsizliği, keskin biçim karşıtlıklarıyla ritmik atılımların bulunmayışı ve melodi ile eşlik arasındaki ayırımın bulanıklaşmasından doğar. Her ne kadar müzikteki izlenimciliğe, romantizmin aşırılıklarından uzaklaşma hareketi olarak bakılırsa da, bu akımın temel özelliklerinin pek çoğu Franz List, Richard Wagner ve Aleksandr Scriabin gibi dışavurumculuğun romantik öncüleri sayılan bestecilerin yapıtlarında da görülebilir. İzlenimci müzik alanında başı çeken Claude Achille Debussy’den başka Maurice Ravel, Frederick Delius, Ottorino Respighi, Manuel de Falla, Karol Szymanowskı ve Charles Griffes gibi sanatçılar da izlenimci besteciler arasında sayılırlar. Bundan başka 20. yy. müziğine damgasını vurmuş besteciler arasında farklı eğilimleri yansıtanlar ve birer doruk noktası oluşturanlar da bulunmaktadır Bela Bartok, İgor Stravinski, Sergei Prokofiev, Şostakoviç gibi adlar çağın önde gelen kompozitörleri arasında sayılabilirler.


BİLİM VE TEKNOLOJİ


Şimdi de 20. yy.da bilim ve teknoloji alanlarındaki gelişmelere bir göz atalım. Bilindiği gibi 19 yy’ ın sonunda doğaya bütünüyle egemen olma düşlemi hemen hemen gerçekleşmiş gibi görünmekteydi. Ama bu iyimser güvenin gerçekçi olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Atomların saldığı ışınımların, bilinen mekanik ilkelerle açıklanması gitgide güçleşmekteydi. Daha da önemli bir sorun, fiziğin, varlığının gösterilmesi bir türlü olanaklı olmayan bir maddenin, esirin (ether), hipotetik niteliklerine gün geçtikçe artan bir biçimde bağımlı duruma gelmesiydi. On yıl gibi kısa bir süre içinde, yaklaşık 1895 ile 1905 yıllan arasında, bu ve buna benzer sorunlar doruğa ulaştı ve 19. yy.ın büyük çabalarla oluşturduğu mekanikçi sistemin yıkılmasına yol açtı. X ışınlarının ve radyoaktifliğin bulunması, atom yapısının sanıldığından çok daha karmaşık olduğunu ortaya çıkardı. Max Planck’ın ısıl ışınım problemine getirdiği çözüm, enerji kavramına, klasik termodinamikle açıklanması olanaksız bir kesinsizlik ya da kesiklilik niteliği kazandırıyordu, böylece 1900 lu yıllarda kuvanta mekaniğinin doğuş sancıları başlamıştı. Bütün bunlardan daha şaşırtıcı ve kaygılandırıcı bir gelişme de, Albert Einstein’ın 1905’te ortaya attığı “özel görelilik” kuramı oldu. Bu kuram, esir (ether) kavramını ve bu kavrama dayalı fiziği tümden yıkmakla kalmıyor, fiziği, olguların gözlenmesi yerine, olgularla gözlemciler arasındaki ilişkilerin incelenmesi biçiminde yeniden tanımlıyordu. Gözlenen olgunun, gözlemcinin olguya göre hızına ve bulunduğu yere bağlı olduğu ortaya çıkıyor; mutlak uzay kavramının bir kurmaca (fiction) olduğu anlaşılıyordu. Fiziğin temelleri parçalanıp yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Fizikteki bu çağdaş devrimin henüz ne bilim tarihi açısından bu tümüyle özümsenmiş olduğunu, ne de felsefe tarafından algılanabildiğini. söyleyebiliriz. Yalnız şu kadarı söylenebilir ki, bilim 20. yy. başlarında ortaya çıkan bütün sorunlarla, ancak eskisinden bütünüyle farklı yeni bir fizik bilimi oluşturarak başa çıkabilmiştir. Bu yeni fizik biliminde artık mekanik modellere yer yoktur; çünkü. örneğin ışık gibi kimi süreçler için çelişkisiz bir model oluşturmak olanaksızdır. Artık fiziksel gerçekliğin kesinlikle bilinebileceğinden değil, ancak bazı ölçümlerin yapılabilmesi olasılığından söz edilebilmektedir. Bütün bu saptamalara karşın 20. yy. biliminin gerçekten şaşılacak başarılar elde ettiğimden kuşku duyulamaz. Yeni fizik (kuvantum mekaniği, görelilik kuramı, parçacık fiziği) sağduyuya aykırı düşen sonuçlara varmış gibi görünse de, fiziksel gerçekliğin sınırlarına ulaşıp bunları incelemeyi olanaklı kılınıştır. Geliştirilen aygıtlar ve ulaşılan matematiksel yetkinlik sayesinde temel (atomaltı) parçacıklar kolaylıkla gözlenip denetlenebilmekte, evrenin oluşumunun ilk anları canlandırabilmekte (Stephen Hawking), böylece bütün evrenin yapısı, geleceği,. başlangıcı ve sonu önceden sezilebilmektedir. .

Fizikteki devrim kimyayı ve biyolojiyi de etkilemiştir. Böylece atomlarla moleküllerin ve hücrelerle bunların genetik yapılarının akla hayale gelmez ölçülerde denetlenebilmesi olanakları (biyoteknoloji) ortaya çıkmıştır. Günümüzde moleküllerin isteğe uygun olarak biçimlendirilmesi basit bir işlem haline gelmiştir. Genetik mühendisliği evrim sürecine etkin olarak müdahale olanağı sağlamış; canlı organizmaları, insan da dahil olmak üzere, özel amaçlara uygun olarak biçimlendirme (klonlama tekniği) gündeme gelmiştir.

Bu ikinci bilimsel devrim, sonuçları yararlı da zararlı da olsa insanlık tarihinin en önemli olgusu olmaya adaydır.

1900’lü yıllarda Max Planck’ın “kuvantlar kuramı”m ortaya koyduğu sıralarda Sigmund Freud da “Die Trüumdeutung” (RüyaYorumu) adlı yapıtıyla psikolojide devrim yaratan bir anlayışı geliştirmiştir. Derinlik psikolojisi ya da psikanaliz kuramı olarak bilinen insanın içdünyasına bu yeni bakışın temel ilkeleri sözü geçen yapıtta ortaya konmuştur. Bundan sonra art arda yayımladığı eserleriyle ünü gittikçe artan ve birçok ülkeden kalkıp gelen genç doktor adaylarının çevresinde toplanmasına neden olan Freud’un kurup geliştirdiği psikanalitik kuram, 20. yy.ın insani bilimleri platformunda en çok tartışılan konularından biri olmuştur. Önermiş olduğu kavram ve. mekanizmalar bilimsel düzeyde yoğun araştırma ve tartışma konusu yapılmış, bazılarının destekleyici nitelikte bulgular ortaya çıkarılmış fakat hemen hemen hiç birinin bilimsel geçerliliği kesin olarak kanıtlanamamıştır. Bu konuda özellikle organisist görüşü savunanların eleştirileri sonucu organo-dinamik öğretiler (Wilhelm Reich, Erich Fromm) doğmuştur. Kendisine yöneltilen eleştirileri psikanalitik çerçeve içinde yanıtlamaya çalışan Freud sonrası psikanaliz kuramları ise, bir ölçüde Freud’un görüşlerinin zaman içinde değişime ve evrime uğraması sonucu birbirleriyle çelişmeler gösterirler. Ne var ki Freud’un görüşleri 20. yy.da, felsefi ve siyasi düzey de de, boyutları Descartesçı insan anlayışından Marksizme varan geniş bir alanda, eleştirinin ağırlık kazandığı verimli tartışmalara yol açmıştır. Görüşlerine yöneltilen eleştirilere karşın Freud’ün düşünceleri, antropoloji, eğitim, toplumbilim, tarih felsefe ve psikiyatri gibi bilim dallarında yazın alanında dinde ve yaşamın hemen her kesiminde etkili olmuştur. Günümüzde birçok eklemlenmelere uğrayarak başlangıcındaki durumundan. farklı olan psikoanaliz kuramı pek çok tıp merkezlerinde psikoterapi ve psikiyatri adıyla kendisine yer bulmuş ve bugüne değin de birçok davranış bozuklu i ortaya çıkararak pekçok hastayı iyi etmiştir..


Teknoloji


Bilimlerin, pratik yaşam gereksinimlerinin karşılanmasına ya da insanın çevresini denetleme biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamalarına teknoloji (uygulayımbilim) diyoruz Teknoloji, bilimsel bilgi üretimlerinin yaşama geçirilmesidir. Öte yandan bilimsel araştırmalardan elde edilen somut ve yararlı sonuçları verimli ve bunlara ilişkin araç, yöntem ve süreçlerin bütününü ifade eden bir anlama da sahiptir teknoloji. Alet yapma yeteneği, insan türünü öteki canlılardan ayıran temel bir nitelik olduğu için de insan, ta baştan beri teknoloji üreten bir varlık olarak bilinir ve teknolojinin tarihi insanlığın tüm evrimini içerir. İlk uygarlıklardan sanayi devrimine değin (İ.Ö. 3000-İ.Ö. 1875) teknolojinin gelişiminde uzun ve zorlu bir yol kat edilmiştir.

Teknolojik gelişmenin giderek ivme kazandığı ve günümüzdeki baş döndürücü hıza ulaştığı 20. yy.ı, 1945 ‘e değin ve 1945 ‘ten sonra olmak üzere iki döneme ayırmak olanaklıdır. Hiroşima’ya ilk atom bombasının atıldığı 1945 yılı nükleer çağın başlangıcı; ama bir başka açıdan da bilgisayar çağının başlangıç yılı olarak kabul edilebilir. yıllan arasında dünyamız iki büyük savaş yaşamış, 1945 sonrasında ise üçüncü bir dünya savaşının gölgesi altında (soğuk savaş) barışı sürdürebilmiştir. döneminin başlıca teknolojik gelişmelerini şöyle özetleyebiliriz: Enerji alanında, elektrik enerjisi üretimi dev boyutlara ulaşmış, 1913’te petrolün işlenmesinde kraking yönteminin bulunması, plastikler, yapay kauçuk ve yapay elyaf üretimi açısından çok önemli bir adım olmuştur. 1911 ‘de vitaminlerin belirlenmesi, 1928’de penisilinin keşfi ve 1943 ‘te de antibiyotiğin üretimine geçilmesi sağlık alanındaki önemli gelişmeler arasında sayılabilir. 1895 ‘te X ışınlarının bulunmasıyla başlayan bir dizi buluş (radyoaktiflik, yapay radyoaktiflik ve 1938’de çekirdek bölünmesi) nükleer çağın yolunu açmış; 1903 ‘te ilk uçuşunu yapan uçak, sonraki yıllarda gaz tribünüyle donatılarak jet uçağına dönüşmüş ve 1960’larda sesüstü hızlara ulaşmıştır. Bu dönemde yer alan en önemli gelişmelerden biri de 1901 ‘de radyonun, 1907’de de elektronik lambanın geliştirilmesidir. Böylece modern teknolojinin en önemli bileşeni durumuna gelecek olan elektronik alanında ilk adımlar atıldı ve bunu radar ve televizyonun (siyah-beyaz 1929, renkli 1953) geliştirilmesi izledi.

1947 yılında transistorun bulunması, elektroniğin her alamnı büyük ölçüde etkiledi; ama bu etki en çok bilgisayarlarda gözlendi. Sonraki yıllarda tümleşik (integral) devrenin geliştirilmesi, mikro işlemcileri, sanayinin, bilimsel araştırınalann ve giderek günlük yaşamın aynlmaz parçası durumuna getirdi. Otomasyon, robotlar ve yapay zekâ (artificial intelligence) bu alandaki en önemli gelişmeler oldu. 1957 ‘de Sputnik 1 ‘le başlayan uzay çağı serüveni, 1961 ‘de Vostok 1 ‘le gerçekleştirilen ilk insanlı uzay uçuşu, 1966’da Lunik 1 ‘le Ay’a yapılan ilk yumuşak iniş, 1969’da Apollo 11 ‘le insanın Ay’a ilk kez ayak basması gibi bir dizi başarıyla devam etti. Bu başarılar, öteki gezegenlere yönelen insansız uçuşlarla ve 1981 yılın da uzay mekiğinin geliştirilmesiyle artarak sürdü.

20. yy.daki en önemli ve tartışmalı gelişmelerden biri de genetik mühendisliği olmuştur. Teknolojinin bilim temeline oturtulmasıyla, 19. yy.dan bu yana bilimsel bilgiden yararlanan teknolojide önemli gelişmeler sağlanmış, öte yandan teknolojik süreçlere de bilimsel ilkelerin uygulanmaya başlandığı gözlenmiştir. Böylece bilim ve teknoloji arasındaki etkileşim sonucunda sistem mühendisliği ve yöneylem araştırmacılığı gibi yeni disiplinler; benzetim (simülasyon) ve matematiksel modelleme gibi yeni yöntemler ortaya çıkmıştır.

Teknolojinin çeşitli uygarlıklarda tarih boyunca gösterdiği gelişmede, toplumla ilişkiler açısından, başlıca üç özellik dikkati çekmektedir: Bu özellikleri toplumsal gereksinim, toplumun kaynakları ve toplumsal ortam ile ilgi başlıkları altında toplayabiliriz. Teknolojik gelişme, günümüzde pek çok sorunu da beraberinde getirmiş olmakla birlikte; onun egemenliği altına girmeden ve ona yabancılaşmadan teknolojiyle uyum içinde yaşamanın yollarını aramak gerekmektedir. Zaten günümüz toplumları bu olumsuz gelişmeler karşısında önemli kararlar almak durumundadırlar. Teknolojik geliş meyi toplumsal amaçlarla uyumlu olacak biçimde denetleyip düzenlemenin gerekliliği ve yaşamın her alanında onsuz olunamaya cağı göz önünde bulundurulmalıdır.

Öte yandan teknolojinin günümüzde çok büyük bir hızla ilerlediği de dikkate alındığında, birey ve toplumlara büyük bir sorumluluk yüklenmektedir.Teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı temel sorunları dört ana başlık altında özetleyebiliriz: Nükleer teknolojinin yol açtığı sorunlar, nüfus pat laması, doğal kaynakların hızla tükenmesi, çevre sorunları ve öbür toplumsal sorunlar (açlık, salgın hastalıklar, savaş ve terörizm). Nükleer teknolojinin denetimi sorunu, temel olarak siyasal bir so nın biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunun temelinde, dün yanın, her biri bir devlet biçiminde örgütlenmiş olan çeşitli uluslara ayrılmış yapısı yatmaktadır. Soğuk savaş döneminde nükleer silahlar ulusların tepesinde Damokles’in kılıcı gibi sallanmışlar ve uzun yıllar toplumlara korkular yaşatmışlardır. Atom bombalarının gezegenimizi yok edecek sayıda olması, bilim adamının toplumuna karşı görev ve sorumluluğu konusunu ciddi bir biçimde gündeme getirmiştir. Teknolojinin yalnızca bir araç olduğu, yapıcı amaçlar için de, yıkıcı amaçlar için de kullanılabileceği genel olarak kabul gören bir görüştür. Buradaki temel sorun, kullanım biçimini toplumların hangi amaç ve süreçlerle belirleyeceği sorunudur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra hiç değilse şimdilik böyle bir tehlike gündemden çıkmış gibi görünmektedir; ama yine de atom bombası hammaddesi kaçakçılığı ve nükleer silahların ter eline geç me tehlikesi gündemdedir.

İnsanlık eğer nükleer yıkım tehlikesini atlatabilirse, çok yakın bir gelecekte büyük bir nüfus patlaması sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. Bu sorunun çözümünde, modern teknolojinin de yardımıyla, tutulabilecek iki yol var gibi görünmektedir. Bunlardan birincisi doğum kontrolü yöntemlerinin geliştirilmesi ve uygulanmasıdır. Ne var ki teknolojinin bu konuda sunduğu olanaklara, kimi ahlaksal değerlere ve dinsel tabulara dayanılarak karşı çıkılmaktadır. Bu tutu mu 1994 yılında yapılan Dünya Nüfus Kongresi ‘nde izledik. Hıristiyan ve İslam dünyasının tutucu çevreleri nüfus kontrolüne karşı çıktı. Ancak dünya nüfusuyla yeryüzü kaynakları arasında belirli bir dengenin sağlanabilmesi için çatışmanın bir biçimde çözülmesi gerekmektedir. Öte yandan en iyimser tahminler bile, uygulanacak doğum kontrol programlarıyla nüfus artış hızında 20. yy.ın sonunda ancak küçük bir azalma sağlanabileceğini öngörmektedir. Bu durumda dünya gıda üretiminin artıniması için çok yoğun çabaların harcanması gerekmektedir. Modem teknolojinin bu çabada çok büyük katkısının olacağı kuşkusuz. Çağdaş toplumların, modern teknolojinin de etkisiyle, karşılaştıkları en önemli sorunlardan bir baş-kası çevre sorunu olarak karşımıza çıkmakta. İnsanoğlu yüzyıllar dan beri çevreye zarar veren etkinlikler içinde bulundu. Ama günümüzde, bir yandan nüfusun aşırı biçimde artmış olması, öbür yan dan sanayileşmenin ulaştığı düzey, çevre sorununu dünya çapında bir bunalıma dönüştürmüştür. Bunalıma yol açan temel nedenin teknolojinin kendisi değil, insan tarafından kullanılış ve uygulanış biçimi olduğunu vurgulamakta yarar var. Tarihin varılan bu noktasın da insanlık yok olma ya da sağlıklı gelişmeye giden yollardan biri arasında bir seçim yapma durumundadır. Bu seçiminde ona felsefi düşünmenin problem çözen ve yol gösterici model üreten etkinliğinin yararlı olacağı kuşku götürmez.


SİYASİ


20. yy.da yaşananlar sanki “uyumlu uyumsuzluklar” dan oluşan bir süreci andırmakta. Siyaset ve ekonomi alanında çağın ilk on yılında, “La Belle époque" döneminde, geleceğin toz pembe olacağı varsayılmaktaydı. Buhar gücüne elektriğin eklenişi teknolojide hızlı bir gelişimi doğurdu. 1905 yılında Sovyet devriminin ilk provası yapıldı. Kapitalizm, Marksizm ve Faşizm gibi siyasal ya da ekonomik boyutlu ideolojiler toplum politikaları olarak ortaya çıktılar. 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nı, büyük imparatorlukların dağılması izledi. Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve nihayet Rusya Çarlığı yıkılırken, bu çok uluslu rejimlerin yerine genç ve yeni toplumlar geçti. 1917’de Sovyet devrimi ile dünya ilk kez sosyalist bir toplum modeliyle karşılaştı. Dünya pazarlarını ele geçirme yarışı ve üretimdeki artışa oranla dünya ya egemen olma anlayışı ön plana geçti. 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı da bir ekonomik üstünlük savaşı olarak görünmekle birlikte, bilim ve teknolojideki üstünlüğü de vurgulamaktaydı. Söz konusu süreç bugün için de geçerlidir. 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılışıyla ortaya çıkan sosyo-politik durum bir süre belirsizlikler yaratmışsa da, resmi ideoloji olarak sosyalizmin dünyaya egemen olma iddiasından vazgeçmesi, yerini dinsel akımların almasına bıraktı. Öyle görünüyor ki komünist ideoloji sanki dinsel ideolojileri dengelemekte, birinin zaafı öbürünün öne çıkmasına yaramaktadır. l990’lı yıllar bu izlenimlerin gözlenmesiyle geçmiştir.

Sonuç
20. yy.da farklı biçimlerde ve yönlerde ortaya çıkmış olan felsefi söylemleri önyargısız ve betimleyici bir yöntemle gözlemlemeye ve ortaya çıkan sonuçları da çözümleyici bir irdelemeden sonra bireşimci bir biçimde yorumlamaya çalıştık. Geleneksel iyimserlik (optimizm) ile kötümserlik (pesimizm) felsefesi arasında umudumuzu yitirmeden daha iyici (meliorist) bir düşünceyi somutlaştırmaya çalıştık. Felsefe dizgeleri de Duhem’e göre tıpkı fizik bır kuram gibi zihnin yalın ve an bir görüşü olarak benimsenmeli, yapay bir kurma (konstrüksiyon) olarak anlaşılmalıdır. 20. yy. bilimlerinin temel ilkeleri arasında doğan kriz artık matematik-mantıksal saltıklıklardan söz edilemeyeceğini göstermiştir. Gaston Bachelard’ın dediği gibi “Bilimde artık ilk doğrular yoktur; yalnızca ilk yanlışlar vardır.” Günümüzde geçerli olan yeni usçuluk,. kuramsal olmayan ama uygulamaya yönelik olan bir usçuluktur (rationalisme appliqud) Yine günümüzde egemen olan felsefe de artık bir evet in düşüncesı değil, ama bir “hayır”ın felsefesidir Yukarıda gördüğümüz gibi 1905 yılında Einstein’ın başlangıçta değişmezler kuramı (spezıelle relativıtatst heone) adını alan teori 1908 yılında Minkowski’nin de katkılarıyla uzay ve zaman boyutunun matematiksel formülasyonuyla genişletilerek 1910 yılında genel görelilik kuramı (allgemeine relativitatstheorie) adını almıştır. Böylece Einstein’ın buluşları eski evren anlayışını temelden sarsmış mikro ve makro fizik evrensel çekimin dışına taşmış, W. Heisenberg in atomaltı dünyasında karşılaştığı belirsizlik bağıntıları determinizmin sarsılmasına yol açmıştır. Ayni biçimde Niehls Bohr’un çekirdek fiziğindeki yeni yorumları da evren öğretisini tümüyle değiştirmiştir. Dalga mekaniği; kuvanta kuramı, Broglie kardeşlerin buluşları, Batı bilimsel düşünüşünde köklü değişmelere yol açmıştır. Çağımızın paradoksal gibi görünen belirtilen ya da ortaya çıkarılan bulguları bilimlerden felsefelere, politikalardan teknolojilere değin uzayıp gitmekte ve günümüze kadar gelmektedir. Bilimlerin temellerindeki kriz yine yukarıda değindiğimiz gibi çağın hemen başında estetik dünyasına da yansımış, böylece soyut sanat, dizisel müzik, kolaj sanatı ortaya çıkmış ve geleneksel yapılarda çeşitli dönüşümlere neden olmuştur.


20.Yüzyıl Felsefesi


Batı felsefe tarihinin 20.yüzyılını, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan derlemek neredeyse olanaksız görünüyor. Geçtiğimiz yüzyılı genel hatlarıyla sunmak amacını taşıyan bir derlemenin hangi alt başlıkları içermesi gerektiği de yine bir sorun. Geçen yüzyılların aksine, alabildiğine dallanıp budaklanmış, alt uzmanlık alanlarında gelişen, dizgesel çevrelerin yanı sıra, onlarla karşıtlık içinde, bireysellik yanı ağır basan içkin düşünme yöntem ve içeriğine sahip bir çoklukla karşı karşıyayız.

Özellikle 20.yy.ın ikinci döneminde, izlerine geçmişte de rastlanan, ancak çok daha eleştirel ve yıkıcı olan, doğrudan felsefenin kendisine yönelen yaklaşımlar da söz konusudur.

Ayrıca, günümüzde halen yaşamını sürdüren, felsefe tarihinin sayfalarında yer almayı hak eden ve edecek düşünürlerin değerlendirmesini yapmak haddini ve yetkinliğini kendimizde bulmadığımız için, burada yer almayan ya da yer almayı henüz hak etmeyen isimler konusundaki uyarılarınıza açık olduğumuzu belirtmeliyiz.

Düşüncenin yaşam gerçekliğinin içinde ve olup bitenler ile ilintili olduğunu gözardı etmemeliyiz. Bu ilişki, farklı düşünme yordamları ve varoluş katmanlarında kurulur. Düşünme bir aşkınlık alanında devineceği gibi, nesnellik iddiası taşıyarak öznelerarası kurguları da temellendirmeye çalışır. Diğer yandan, düşünce yaşadığı dönemi çözümlemeye, anlamaya, yorumlamaya, temellendirmeye, hayatı dönüştürmeye, ya da kaçış seçenekleri ortaya koyma çabasına girişir. Bu yönüyle çağdaş felsefeleri anlamlandırmanın, onları tarihsel bağlamlarının (ve düşünürlerin yaşamöykülerinde) içinde değerlendirmekle olanaklı olabileceğinden hareketle, yirminci yüzyılın genel bir görünümüne bakarak ilerlemeyi düşündük.

20.yy.da, batı merkezli insanlığın çılgın koşusu, özellikle bilim ve teknoloji alanında doruğuna ulaştı. Çıkış döneminde felsefenin yönlendirdiği bilimler, çağımızın ortamında felsefenin varoluşsal temellerini sarsar hale geldiler.

19.yy.sonunun bunalımlı havası, 20.yy başında anamalcı tüketim ekonomisinin etkisiyle göreli iyimserlik ortamına dönüştü. Ancak dönemin rekabet koşulları ve yayılmacı politikalar, sonu savaşla biten uzlaşmazlıklara neden oldu. Dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük iki savaş, ardından gelen silahsız savaş dönemi, yüzyılın tüm vaadlerini sildi süpürdü. Büyük acılara yol açan kitlesel savaşlar, yerini ironik bir şekilde kitle imha silahlarının ürettiği dehşet dengesinin barışına terk etti. Ama irili ufaklı yerel ve bölgesel savaşlar hiç bitmedi. Yüzyılın son çeyreğinde başlayan yumuşama, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlanan bir dizi yeni siyasal sorun yarattı. Etnik temelli çatışmalar, sınırların yeniden çizilmesi aşamasında büyük acıların çekilmesine neden oldu.

İletişim, ulaşım, tıp, uzay teknolojisi ve fizik alanındaki gelişmeler, insan yaşamını kolaylaştıran yanlarıyla olumlu etki yaparken, kitlesel üretimin yol açtığı çevre sorunları yüzyılın sonunda görünür hale geldi. Isınma, çevre kirliliği, açlık, çevre kirliliğine yol açan büyük kazalar, sınırları aşan boyutlarda yeni sorunlara yol açtı.
Yüzyıl “yeni dünya düzeni” söylemleri ile sona erdi.
Yaşamın anlamlandırılmasının, betimlenmesinin başka bir boyutu olan sanat alanındaki gelişim ve değişmeler, çok genel hatlarıyla vermeye çalıştığımız genel görünüm dikkate alarak değerlendirilebilir. Sanat düşünce ilişkisi de yine aynı çerçevede ele alınmalıdır.

“Kendinden öncekilerin yinelemesi olmak istemeyen, değişen dünyanın sanatını yaratmak isteyen, yazarlar, ressamlar, müzikçiler, mimarlar geleneğin zincirini kırarak, çağının tanıklıkları içinde öncü sanat anlayışı ile harekete geçtiler.” Yapıtlara, dönemlerinin iyimserlik ve karamsarlıkları yansıdı. Birbirini izleyen öncü dalgalarda, biçim, içeriğin en önemli bileşenlerinden biri oldu.

Düşünceyi etkileyen ve düşünce tarafından etkilenen olguların daha geniş görünümü için birkaç bağlantı veriyoruz:

20.yy.Genel Görünüm
Postmoderniteyi Anlamak
Düşünce
Yüzyılın başında dikkati çeken eğilimler neydi? Her şeyden önce, başlangıcını XVII.yy.a kadar geri götürebileceğimiz, Avrupa Kıta felsefesi geleneği ile, İngiliz(ada) felsefesi geleneğinin yüzyılın başından itibaren birbirlerinden köktenci bir şekilde uzaklaştıklarından söz edebiliriz. Kıta felsefesi geleneğinde filizlenen, Husserl’in başlattığı Görüngübilim( fenomenoloji), geçen yüzyılda Kierkegard’ın öncülüğünü yaptığı, Sartre, Heidegger, Marcel ve Jasper ile biçimlenen varoluşçuluk , Gadamer ile olgunluğa erişen “Yorumbilgisi” (Hermeneutik), ilk elde sayılabilecek düşünce akımlarıdır. Yine kıtada gelişen Carnap, Schlick, Ayer gibi felsefecilerce savunulan XX. yüzyılın en etkili anlayışlarından mantıkçı olguculuk anlayışı, baştan beri dil sorunlarına ayrı bir önemle eğiliyor olmasından da görülebileceği gibi yine Wittgenstein’ın özellikle Tractatus’taki ilk dönem, düşüncelerinin büyük etkisi altında olmuştur.

Marksist düşüncenin, 20.yy.daki toplumsal eleştiri boyutunu temsil eden Frankfurt Okulu’nun savları, Habermas’ın güncel yorumlarıyla günümüze kadar taşınmıştır.

Yüzyılın ortalarında Saussüre’ün dilbilimsel görüşlerinden esin alan, Yapısalcılık, değişik alanlardaki etkisiyle öne çıkmıştır.

1960’ların çalkantılı döneminde, batı bilim-felsefe geleneğine özeleştirel yaklaşımlar içinde kendini gösteren olguculuk sonrası ve yapısalcılık sonrası düşünme yordamlarıyla karşılaşıyoruz.

Karşı kıyıda ise, kendi geleneği doğrultusunda daha farklı felsefece düşünme gelişti. Frege’nin mantıksal çözümlemeleri ile başlayan “Dil” i temel alan çözümleyici düşünürler, bazı kıta düşünürlerinin de katkısıyla kendi bakışlarını geliştirmişler. Russell ve Moore’un, dil-düşünce ilişkisinden yola çıkarak felsefe sorunlarına dilsel çözümleme aracılığıyla yaklaşan tutumları, o dönemde İngiltere’de varolan yeni-Hegelci felsefeye de tepki niteliği taşıyordu.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, dizgesel felsefe çerçevesi dışında yer alan, belli alanlarda yoğunlaşan düşünceleriyle felsefe ortamına katkıda bulunan bir çok ismi görüyoruz. Bataille, Levinas, Blanchot, Derrida, Lyotard gibi düşünürlerin ortak noktası Hegel tarzı düşünme karşıtlığıydı. Dünya ölçeğinde yaygın olmamalarına karşın Canguilhem, Hyppolite, Mounier, Jankelevitch, Blondel isimlerini bu kapsamda anmalıyız.

Yapısalcılıkla ilişkili, başta Roland Barthes olmak üzere, bir çok yazın insanını da düşünür olarak anmakta sakınca olmadığını düşünüyoruz.

Dizgesel bir bütünlükten söz edilemezse de, 1970’lerden itibaren, eril bilgikuramı ve söylemine karşı, kökleri 19.yy.a uzanan, feminist görüşlerin daha sistemli olarak dillendirildiğini görmekteyiz. Bu alanda, öncesinde Simon de Beavoir’ın olduğu, Hélène Cixous, Luce Irigeray, Julia Kristeva anılmaya değer isimler.

20.yy.ın son çeyreği ise, postmodern düşünce adlandırılmasıyla, Lyotard, Derrida, Baudrillard önde geldiği düşünürlerin görüşleriyle günümüzde de tartışılan savlara sahne oldu.

Edebiyatın, olağan felsefe yapma biçiminde karşılaşılan çeşitli bilgikuramsal, ****fizik, yöntembilgisel sorunların ketleyici ortamının dışında felsefe yapma olanağını kullanan, M.M.Bakhtin, Roland Barthes, G. Bataille, M.Blanchot, P.de Man, Iris Murdoch, Ayn Rand, Miguel Unamuno gibi isimleri de unutmamalıyız.

Çevrenin hızla bozulmasına bir tepki olarak ortaya çıkan, en köktenci söylemini Arne Naes’in temsil ettiği (derin ekoloji) çevreci felsefi görüşlerin yüzyıl sonu felsefesinde yeri olmalıdır.

Adalet sorunu üzerine özgün düşünceleriyle tanınan Rawles yine anılmaya değer.

Marksçılığın değişik yönlerini temsil eden XX.yüzyıl düşünürleri arasında, Antonio Gramsci, György Lukacs, Ernst Bloch, Henri Lefebre, Louis Althusser, Hannah Arendt, Frederic Jameson ilk akla gelen isimlerdir.

Günümüzde yaşayan düşünürlerden, yorumbilgici gelenekte anılan Gianni Vattimo, dil ve ahlâk tartışmalarına önemli katkılarda bulunan Karl-Otto Apel, Anarşizmin temsilcisi Murray Bookchin, mantık-bilim felsefesi, daha sonra zihin felsefesi alanındaki görüşleriyle Hilary Putnam, kıta felsefesi geleneğinin önemli sorunlarını çözümleyici geleneğin sunduğu olanakları kullanarak özgün bir şekilde işleyen Richard Rotry, Devlet felsefesi alanında çalışmalarıyla Robert Nozick ve değinemediğimiz bir çok düşünür 21. yüzyıl düşünce evrenine katkıda bulunmaya devam ediyorlar.
Not:
20.yy.felsefesi ana sayfasında yer alan tablodan, birçok düşünüre ve düşünce çevresine ulaşılabilmektedir.

Yüzyılı genel hatlarıyla göstermeye çalışan, belleğimizi tazelemekten daha öteye iddiası olmayan sayfamız için “Zamanın Tini” bağlantısını kullanabilirsiniz.

Ayrıca, “Felsefe Tarihi” bölümümüz için derlediğimiz, yüzyıl felsefesini göstermeye çalışan ve değişik tarihlerde kaleme alınmış metinlerden bir seçkiyi de aşağıda sunuyoruz. Metinlerin, oluşturuldukları tarih bağlamında 20.yy.felsefesini değerlendirdiğini hatırlatmakta yarar görüyoruz.



Temsilcileri

E. Husserl, K. Popper, L. Wittgenstein, Gramsci, İrigaray, M. Heidegger, J. P. Sartre, A. Camus, A. Einstein, Simone De Beauvoir, Lyotard, Hayek.