PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Halkçılık


_SoN_
02-12-2008, 12:54
Milliyetçiliğin tabii sonucu olan halkçılık, çağdaş demokrasi prensibinin temelini teşkil eder. Halkçılığın tarifini yapmadan önce halk sözcüğü üzerinde durmak gerekir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, halk sözcüksinin farklı tanımlarını yapmak mümkündür.
Aynı ülkede yaşayan, aynı uyruktan olan insanlara halk denildiği gibi, ayrı ülkelerde yaşayan, aynı soydan gelenlere (Yahudi Halkı) ve aynı ülkede yaşayan farklı soylara da (Sovyetler Birliği) halk denmektedir. Bütün bunların yanında kabul gören bir başka tanımda; muayyen bir zaman ve yerde yaşayan insan topluluklarına halk denmektedir. Cumhuriyet dönemine kadar bizde halk yerine, ahali sözcüksi kullanılmaktaydı..
Ahali anlayışını yıkan Atatürk, Türkiye halkını şöyle tarif etmektedir. “Türkiye halkı, ırken, dinen ve kültürel olarak birleşmiş, birbirlerine karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleriyle doldurulmuş, gelecekleri ve menfaatleri ortak olan sosyal bir topluluktur”. Görüldüğü gibi Atatürk, herhangi bir ayırımcılığı kabul etmeyip, Türkiye’de yaşayan tüm insanları bir halk olarak kabul etmektedir.
Gerek modern, gerek eski devlet kuruluşlarında halk kütlelerinin varlığı esasına bakarak her toplulukta halkçılık rensibinin mevcut olduğunu sanmak yanlıştır. Tarihte devlet idaresindeki fonksiyonu şuurundan habersiz bir çok topluluklar bulunduğu gibi, zamanımızda bile halkçılığı, başka deyimle demokrasiyi boyuna tekrarladıkları halde icraatlarında bu ilkenin açığına düştüklerini ispatlayan devletler vardır.
Halk demokrasisi adı altında bireylerin her türlü özgürlüğünü elinden alan bu devletlerin sistemleri yakın zamanda birer birer çökmüştür. O halde halkçılığı iyi anlamak gerekmektedir.
Halkçılık “bireyler arasında hiç bir fark ayrılığı görmemek, topluluk içinde ayrıcalık kabul etmemek, halk adı verilen tek ve eşit bir varlık tanımak görüş ve tutumu” olarak tanımlanmaktadır. Halkçılık, halk devleti halk yönetimi, halkın kendi geleceğine hakim olması, yani siyasal demokrasi olarak kabul edilir. Türkiye’de halkçılığın ilk fikri tohumları Jön-Türkler döneminde ortaya atılmıştır. özellikle Celal Sahir’in yönetiminde Türk Ocağının bir organıolarak yayımlanan “Halka Doğru” dergisi bu konuda öncülük etmiştir. Solidarist bir programa sahip olan bu dergide Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura en önemli yazarlardı. “Bir manifesto niteliği taşıyan ve “Halka Doğru” başlıklı 5 sayı süren yazıyı Akçura yazmıştır. Buradaki Halkçılık, siyasal bir anlam taşımaz; daha çok halkın dertlerine eğilmek ve onları çözümlemek amacını güden romantik niteliği vardır.
Ziya Gökalp’in özellikle Osmanlıca’ya karşı halk lisanını savunması semeresini 1877 Meclisinde vermiştir. “Meclis-i Mebusan’da milletvekilleri kaba Türkçe denilen Öz Türkçe ile konuşmakta ve halk ile bütünleşmeyi ön planda tutmaktaydılar. 19. yüzyılın başlarında ise Türkçülük akımı ile Anadolu halkı ile aydınlar arasında yaygınlaşmaya başlamıştı. Birinci Dünya savaşı sırasında aydınlar arasında doğan halkçılık-köycülük düşüncesinden halkın mesut bir netice beklediği, halka doğru akımın bütün canlılığı ve hızıyla sürdüğü görülmekteydi.” Jön Türkler dönemindeki bu halkçılık hareketi, Tanzimat batıcılığına tepki, halkın idare edenler tarafından geri plana itilişine tepki ve Balkanlarda görülen “populüst” ve köycü akımlarının etkisi olarak değerlendirilebilir ama siyasal bir mahiyet taşıdığı söylenemez.
İşte Türkiye’de siyasal anlamda halkçılığı uygulamaya koyan Atatürk olmuştur. Atatürk Türk halkını Derne’de, Tobruk’ta, Çanakkale’de tanımıştı. Samsun’a çıktığında, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta fakir ve fedakar halk daima Atatürk’ün yanında olmuştur.
Atatürk, Halkçılığı, ilk defa T.B.M.M’ne verdiği tartışma neden olan önergesinde gündeme getirmiştir. Bir tür ihtilal bildirisi olan bu önergede, “Efendiler, bu esaslara müstenit olan bir hükümetin mahiyeti suhuletle anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, hakimiyet-i milliye esasına müstenit halk hükümetidir” diyerek, siyasal anlamda halkçılığı açıkça bildirmiştir.
0 Ocak 1921’de kabul edilen ilk Anayasamızın 1.maddesinde “Hakimiyet bila kayd-ü şart milletindir. idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir’denerek milli hakimiyet ilkesini Anayasa hükmü haline getirilmişti.
Yine Atatürk, 9 Ağustos 1923’de kurduğu siyasal partiye Halk Fırkası adını vererek, halkın aktif olarak siyasal hayata katılmasını arzulamıştır.

Ekim 1927’de toplanan, Cumhuriyet Halk Fırkası ikinci büyük kongresinde Halkçılık programına yer verilmişti. Bu programda; “irade ve hakimiyet kaynağı millettir. Bu irade ve hakimiyet’in, devletin vatandaşa ve vatandaşın devlete karşı vazifeleri tamamiyle yerine getirmek için kullanılması, partinin başlıca prensipleridir. Kanunlar önünde mutlak bir eşitlik kabul eden, hiç bir ferde, aileye, hiçbir sınıfa hiçbir cemaate imtiyaz tanımayan, yurttaşları halktan ve halkçı olarak kabul ederiz” denmiştir. Böylece halkçılığın, eşitlikçi niteliği de vurgulanmıştır.
Halkçılık daha sonra Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliklerinden biri olarak Anayasalarımızda yer almıştır.
Atatürk’e göre Halkçılık siyasal bir içerik taşımaktadır. Bu siyasal içerik egemenliğin kaynağı ile ilgilidir. Atatürk bu konuda; “Bizim görüşümüz -ki halkçılıktır- kuvvetin kudretin, egemenliğin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir ilkesidir” demektedir. Bizim şekli hükümetimiz tam bir demokrat hükümettir diyen Atatürk, halkçılığı çağdaş demokrasi anlayışının uygulanması olarak kabul etmektedir.
Atatürk’ün Halkçılık anlayışı sınıf kavgasına karşıdır. Bu anlayış özellikle komünist rejimlerdeki gibi halkın proleterya-burjuva gibi sınıflara bölünmesini reddeder. Atatürk bu konudaki görüşlerini şöyle belirtmektedir.
“Bizim nokta-i nazarlarımız, bizim prensiplerimiz cümlece malumdur ki, bolşevik prensipleri değildir ve bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. Bizim itikadımıza göre milletimizin temin-i hayat ve tealisi kendi kabileyet-i hazmiyesiyle mütenasip olan nokta-i nazarlardır. Fakat esas itibariyle tedkik olunursa bizim nokta-i nazarlarımız- ki halkçılıktır, kuvvetin, kudretin, hakimiyetin, idarenin, doğrudan doğruya halka verilmesidir”.
Halkçılık ilkesi, sadece komünizmin değil, halkı sürü gibi gören diktatörcü, (http://www.inkilap.info/) şefçi, faşist kısacası tüm antidemokratik anlayış ve oluşumlara karşıdır.
Atatürk’ün halkçılık anlayışı ayırıcı değil, bütünleştirici bir niteliğe sahiptir. Bu anlayış sadece sınıf ve mesleki farklılıkları değil, bölgesel ve inanç farklılıklarını da aynı amaçlar etrafında birleştirmeyi amaç edinmiştir. Atatürk bu konudaki; “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakya ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır” diyerek, ifade etmiştir. Böylece Türkiye içinde yaşayan halk, ümmetçilik aşamasından millet aşamasına eriştirilmiştir.
Halkçılık ilkesi, bütün toplum katmanlarını, birbirine eşit olarak kabul eder. Bu eşitlik, sadece ekonomik eşitlik anlamında değildir. Atatürk’ün halkçılık görüşlerinde girişim özgürlüğü olacaktır, ve çalışan daha çok kazanacaktır. Ama yasa önünde herkes eşit olacaktır. Atatürk bu konudaki görüşlerini şöyle belirtmiştir.
“Ne olduğumuzu bilelim. Kurtulmak yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır, yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuzda yeri yoktur. O halde Halkçılık toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir”.
Atatürk’ün Halkçılık ilkesi toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel yönden geliştirilmesini amaç edinmiştir.
Osmanlı döneminde uzun süren savaşların da etkisiyle son derece yoksul düşen Türk halkı ilkel yöntemlerle sürdürdüğü tarım dışında, diğer sektörlerde faaliyet gösterememekteydi. 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir-İktisat Kongresi’nin toplanması iktisadi bağımsızlığın, siyasal bağımsızlık kadar önemli olduğu anlamına gelmekteydi. Kongre’de; “Bu dakikada sami’lerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve amelelerdir. Bunların hangisi, yekdiğerinin muarızı olabilir. çiftçinin sanatkâra, sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir” diyen Atatürk açılan iktisadi savaşa tüm toplum katmanlarını çağırmıştır. Halkın ekonomik durumunu iyileştirmek için özellikle köylü üzerinde bir yük olan Aşar Vergisi 17 Şubat 1925 tarihinde kaldırılmış, 1927 ve 1929’da çıkarılan kanunlarla 711.000 hektar toprak dağıtımı yapılmıştır.
Cumhuriyet’ten önce, Türk halkı ekonomik açıdan olduğu gibi, sosyal, kültürel ve eğitim açısından da çok geri durumda bulunmaktaydı. “1920’lerin başında ancak y10’u okuma yazma bilen Türkiye’de toplam olarak 5.000 okul, 12.400 öğretmen ve 359.000 öğrenci vardı. öğrencilerin sadece 3.000’i yüksek eğitim kurumlarındaydı. Gene 1924 yılında yaklaşık 13 milyonluk nüfusa karşılık sadece 1.000 kadar doktor vardı. Sağlık hizmetlerinin geriliği ve yetersizliği, yaygın cahillik ve fakirlik nedeniyle sıtma, trahom, frengi, tifüs, tüberküloz gibi salgın hastalıklar büyük ölçüde işgücü ve refah kaybına yol açmaktaydı.
Yazı devriminin gerçekleştirilmesi, halkı bilgisizlikten kurtarmak amacını gütmekteydi. Yine açılan Millet Mektepleri aracılığı ile okul çağında olmayan büyüklere de okuma, yazma seferberliği başlatılmıştı. Bu okullarda 1.000.000’a yakın vatandaşa okuma-yazma öğretildi. Halkın kültürel düzeyini geliştirmek için Halkevleri ve köylerde Halk Odaları kuruldu.
Buralarda edebiyat, tiyatro, folklor, müzik, şiir, san’at olmak üzere çok önemli kültürel faaliyetler gerçekleştirildi. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Atatürk’ün halkçılık anlayışı ulus egemenliği ve demokrasi ile sıkı sıkıya bağlı olmakla birlikte, halkın ekonomik, toplumsal ve kültürel yönlerden çağdaşlaştırılması ülküsünü gütmektedir.
Sonuç olarak Atatürk’ün halkçılık anlayışı; devletin emrinde tebaa olan halkın yerine, halkın emrinde olan devlet anlayışını yerleştirme hedefidir.