PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Peygamberimizin Doğumu


kont
10-07-2010, 23:47
Peygamberimizin Doğumu
Resûl-i Ekrem'in doğum meselesi, tarihçileri şaşırtmış, ihtilâflı bir konu halini almıştı. Doğum yılı olarak 569 ve 570 tarihlerini ileri sürenler bulunduğu gibi, 571 tarihi üzerinde ehemmiyetli bir surette duranlar vardır.
Mısır Rasathanesi eski müdürlerinden astronomi âlimi, Mısırlı "Feleki Mahmud Paşa" 1858 tarihinde Fransızca bir risale kaleme almış, Resûl-i Ekrem'in doğum ve hicret tarihleri hakkında yeni ve ilmî bilgiler vermişti (5.
Mahmud Felekî der ki:
— "Buhârî"nin bildirdiğine göre, hicretin onuncu senesi, Hazreti Peygamber'in küçük oğlu "İbrâhim'in öldüğü gün güneş tutulmuştu. O zaman Resûl-i Ekrem altmışüç yaşında bulunuyordu. Onuncu hicret yılında görülen güneşin bu küsûf hâdisesi, mîlâdın 632 nci yılında, Ocak ayının yedinci gününe rastlamaktadır. Bu tarih esas tutularak, Resûl-i Ekrem'in ay senesi-ne göre altmışüç yıllık hayatı, geriye doğru hesaplanırsa, doğum tarihi 571 senesi Nisanının 13 üncü ve Rebîulevvelin birinci günü olmuş olur (59).
"Riyâzulmuhtâr" adlı eserin sahibi Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Mahmud Felekî'nin bu fikirlerini şöyle anlatıyor:
— "Müşteri" burcu ile "Zühal" burcu 30 Mart 571 tarihinde "Akrep" burcunda toplanmış. Resûl-i Ekrem de o tarihte doğmuştur. Yalnız, 13 Nisan Pazara rastlar. Rebîulevvelin ilk yarısında bulunan Pazartesiler ise, iki ile dokuz Rebîulevvel günleridir."
Hazreti Peygamberin altmışüç yaşını tamamlayarak, Rebîulevvelin birinci günü vefat etmiş bulunduğu ( 60) gözönüne alınırsa (61), doğumunun da, altmış üç yıl önce, Rebîulevvelin birinci günü olması lâzımdır. Ancak, Rebîulevvelin birinci günü Pazara rastladığı için, doğumunun bir gün sonra (2 Rebîulevvel: Pazartesi) olacağında şüphe yoktur. Çünkü, ölüm hâdisesi: Rebîulevvelin birinci Pazartesi günü zevalden (öğleden) sonra idi. Doğumu da Rebîulevvelin ikinci günü Pazartesi sabahı tan yeri ağarırken vukua gelmiş olacağına göre, Rebîulevvelin birinci günü öğleden sonraki ölüm vak'ası ile ikinci günü sabaha karşı olan doğum hâdisesi arasında bulunan zamanın ne kadar az olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.
Âlî Tarihi de şöyle diyor: — Resûlullah -sallallahualeyhi ve sellem- Pazartesi, gecesi, Fil senesi ve rivayette: Rebîulevvelin 12 nci gecesi dünyaya teşrif buyurdular."
Ahmed Râsim, şu neticeye varmıştır:
— Bütün bu rivayetlerin en doğrusu: Peygamberimizin doğumunun Rebîulevvel ayının 12 nci gecesine tesadüf ettiğini bildiren rivayettir. İslâm dünyası bu rivayeti kabul etmiş, Osmanlı halifeleri (padişahları) tarafından da bu gecenin "Mevlid-i Nebî" gecesi olmak üzere merasim yapılması emrolunmuştur."(62). Bununla beraber, 12 Rebîulevvelin Pazartesiye rastlamamış olduğu unutulmamalıdır.
Resûl-i Ekrem'in doğumuyla ilgili, şu mühim açıklamayı, Ömer Rıza Doğrul'un kaleminden dikkate! okuyalım: — Hazreti Peygamberin doğduğu gün, ay ve yıl üzerindeki bu ihtilâfların hikmetini anlamak için, İslâm’ın rûhuna nüfuz etmek lâzım. Bütün bu ihtilâfları kaldırmak mümkündü. Çünkü, Peygamberim.iz devrinde, bu değerli hâdlse, tahkik edilir ve kat'î tarihlere bağlanabilirdi. Peygamberlerinin hayatını en ince noktalarına varıncaya kadar inceleyen ashâb için, bundan kolay bir şey düşünülemezdi. 0 halde bu kolay iş niçin yapılmadı?
Müslümanlıkta "Kudsiyyet", yalnız bir varlık üzerinde toplanmıştı. 0 da:
Hazreti Allah'tır. Başka hiçbir varlığa kudsiyyet vermek câiz değildir. Onun için, İslâm anlayışında "Mukaddes hâtıra" yoktur. Bir güne, bir adama, bir hâtıraya veya başka bir şeye kudsiyyet atfetmek; puta tapıcılığın şekillerinden biridir. Müslümanlık ise, puta tapıcılığın amansız düşmanıdır.
İslâm dini, müslümanlar arasında, puta tapıcılık ananelerinin yaşama-sına en kat'î muhalefette bulunduğu için, ilk müslümanlar; mukaddes gün, mukaddes adam, mukaddes hâtıra diye hiçbir miras bırakmamışlar, Allah'ın unutularak, bütün kudsiyyetin Allah'tan başka, birtakım şeylere atfolunmasını istememişlerdir.
Asr-ı Saâdet müslümanları, daha sonraki müslümanları, puta tapıcılığın herhangi şekline saptıracak hareketten sakınmışlar, müslümanların birtakım görenekler vücuda getirmelerine engel olacak her tedbiri önceden almışlardır. İlk müslümanların çok derin ve yüksek mânâlar taşıyan bu hareketi, hakikaten tebcile lâyıktır. Daha sonraki müslümanlarsa, Peygamberin doğduğu güne kudsiyyet vermek arzusuyla hareket ederek araştırmalarda bulunmuşlar, bu yüzden ihtilâflara düşmüşlerdir.
Hazreti Peygamberi anmak ve O'nu tebcil etmek isteyen bir müslümanın herhangi birgüne saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek tanınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet, şu veya bu günde merasim yapılmakla ifa edilmiş olmaz. Belki, O'na, en samimî bağlarla bağlanmak ve O'nun rûhunu yaşatmakla mümkün olabilir.
Bu yüzden, Asr-ı Saâdet müslümanları, mübarek tanıdığımız günlerden hiçbirinin tarihini tesbit etmediler. Çünkü, o mübarek günlerin hâtıralarını belli bir zamana bağlamak istemediler. Belki, müslümanların o hâtıraları daima yaşamasını ve yaşatmasını öğrettiler.
Bu nükteyi anlamıyanlar, gün yıl, saattayini için ihtilâflara düştüler. için-den de çıkamadılar. Hakikatte, müslümanların "mübarek günler" diye bir şey tanımaması, onun en belli başlı vasıflarından biridir. Çünkü müslümanlık nazarında mübarek olmayan hiçbir gün ve hiçbir saat yoktur. O günü, o saati müslümanca, Hazret-i Peygamberi rehber ve örnek tutarak yaşayan insan, umulan her bereketi bulur. İslâm görüşü budur.
Daha sonraki müslümanların, İslâm yaşayışını birtakım göreneklere bağlamak üzere, hakikî İslâm hayatı yerine birtakım merasim ve âyinleri yaşatmak için, bazı tarihler tesbitine kalkışmaları faydasızdır." (63).
***
Resûl-i Ekrem'in doğmuş bulunduğu Fil senesi fil vak'ası yüzünden, Mekkeliler arasında takvim başı sayılmıştı.
Roma İmparatorluğunda hıristiyanlık resmî din olarak kabûl edildikten sonra, Habeşistan’a kadar yayılmıştı. Bizans İmparatorları da Necran (Hicaz ile Yemen arasında) ve Aden taraflarına hıristiyanlığı sokmuşlardı. Yahudilik ise, Yemene Himyerîler zamanında girmişti. Himyerî Devleti yıkıldıktan sonra, Yemen, hıristiyan Habeş istilasına uğradı.
Habeş ordusu kumandanı Ebrehe mutaassıp bir hıristiyandı. Arap yarımadasında hıristiyanlığı yayabilmek için, Yemen'de, San'a şehrinde süslü ve ihtişamlı bir kilise yaptırmıştı. Kâ'beyi ziyaret için Mekke'ye giden Arapları San'a kilisesine çevirebilmek için, Kâ'be ziyaretini yasak etti. Fakat, Hicazlı iki arkadaş, San'a kilisesine girdiler. İçindeki resimleri, duvarları kirleterek kaçtılar.
Ebrehe, kiliseye yapılan bu hakaretin, Mekkeliler tarafından yapıldığını anladı. Mekke'yi zaptetmeğe, Kâ'beyi yıkmağa karar verdi. Ordusuyla hemen Hicaz üzerine yürüdü.
Ebrehe, uğurlu saydığı "Mahmudî" filini, her savaşa beraber götürür-dü. Ordusu, Mekke şehrini kuşattı. Mekke'de o zaman, Kureyş kabilesinin başında, Resûl-i Ekrem'in dedesi Abdülmuttalib bulunuyordu.
Abdülmuttalib, düşmanın bu korkunç saldırışı karşısında hiç telâş etmedi. Ebrehe, Abdülmuttalib'e bir elçi yolladı:
— "Ben sizinle savaşmak için değil, Kâ'beyi yıkmağa geldim!" diye teminat vermek istemiş, fakat, aynı zamanda Mekke sürülerini yağma ettirmişti.
O zaman Abdülmuttalib4, doğruca Ebrehe'nin yanına gitti:
— "Ben, Kâ'benin yıkılmamasını ricaya değil, develerimi istemeye geldim. Kâ'benin sahibi onu korur!" demiş, develerini alarak geri dönmüş, Mekke ahalisiyle birlikte dağlara çekilmişti.
Ancak, Kur'ân-ı Kerîmde beyan buyurulduğu üzere, Habeşlilerin bu Yemen ordusu, büyük felâkete uğradı, "güve yemiş ot yaprağı gibi" perişan oldu. Hattâ, evvelce gasbetmiş oldukları, Mekkelilerin sürülerini bile götürememişlerdi .
— Rabbin fil sahiplerine (Ebrehe askerine) ne yaptığını görmedin mi? Onların hilelerini boşa çıkarmadı mı? Onlara karşı büyük kuşlar göndermedi mi? ki. onlara sert taşlar atmışlardı. Onları ekin çöpüne (güve yiyip tanesiz kalmış ekin yaprağına) çevirdi (64).
Hiçbir başarı sağlayamayan Ebrehe, ordusunun perişanlığını görünce, kaçmaya mecbur oldu. Bir manzumesinde Abdülmuttalib, bu vak'ayı ne güzel tasvir etmişti.
Tarihte "Fil Vak'ası" olarak anılan bu mühim hâdiseden 54 gün sonra, Hazreti Muhammed -sallallahualeyhi ve sellem- Mekke'nin doğu tarafında, Hâşimoğulları mahallesinde, babasından miras kalan kendi evinde, sabaha karşı doğdu.
Tarihler, Peygamberimizin doğum gecesi, birtakım hârikulâde hallerin zuhur ettiğini yazarlar:
— Kâ'be içinde bulunan putlar yüzüstü düşüp kırılmış; Medayin şehrinde Kısrâ (İran hükümdarı)nın sarayı sarsılmış ve ondört sütun yıkılmış, Istahrâbâd şehrinde ateşe tapanların, bin yıllık ateşgedeleri sönmüş, Sava gölü kurumuş, Semâve deresindeki sular taşmış, göl olmuş, İranın en büyük hâkimi Mubidan rüyasında, bir takım serkeş develerin bir bölük Arap atlarını yederek Dicle nehrini geçtiklerini, İran topraklarına dağıldıklarını görmüştü.
Tarihçilerin verdikleri bu bilgiler, Taberânî, Beyhekî, Ebû Nuaym, İbn-i Asâkirvesairenin eserlerinden alınmıştı. Halbuki, İmâm Buhârî ile İmâm Müslim’de böyle bir rivayet yoktur. Bu sebepten, "Asr-ı Saâdet" müellifi Mevlânâ şiblî der ki:
— Hakîkat şudur ki: Yıkılan Kisrânın sarayı değil, bütün İranın saltanatı, Bizansın satveti, Çin'in azametiydi. Sönen ateş, mecusîlerin ateşgedelerinde parlayan alev değil, bütün dünyada küfrün ateşiydi. Kuruyan Sava gölü değil, putperestliğin hâkimiyeti, zerdüştlüğün kuvveti, hıristiyanlığın üstünlüğüydü."