PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Batı Trakya Türkleri


*fanii*
02-03-2008, 14:51
Batı Trakya Hakkında Genel Bilgiler

Trakya Doğu ve Batı olmak üzere iki kısma ayrılır. Doğu Trakya, bugünkü Türkiye'nin Avrupa kıtasındaki arazisidir. Batı Trakya ise bir kısmı Yunanistan'ın, diğer bir kısmı da Bulgaristan'ın hudutları içinde kalmaktadır. 1923 Lozan anlaşmasıyla sınırları çizilen Batı Trakya ise bugün tamamen Yunanistan'ın idaresinde bulunan bölgedir.
Bugün Yunanistan sınırları içinde ve idaresi altında bulunan Batı Trakya coğrafi bir bölge adıdır. Yunanistan’ın kuzeydoğusunda bulunan bu bölgenin; doğusunda Türk Yunan sınırını ayıran Meriç Nehri, kuzeyinde Bulgaristan sınırını belirleyen Rodop dağları, güneyinde Ege Denizi ve batısında ise Kavala ilini ayıran Karasu Nehri bulunmaktadır. İdari açıdan Batı Trakya; Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe olmak üzere 3 kısma ayrılmıştır. Batı Trakya’nın yüzölçümü ise 8578 km2dir. Bu yüzölçümündeki yaşayan yaklaşık Türk nüfus 140 ile 150,000 kişi dolaylarındadır. Bölgenin Bulgaristan sınırına paralel uzanan dağlık kesiminde “yasak bölge” uygulaması ile Türkler’ in dünya ile bağlantıları kesilmiştir.
Batı Trakya’nın jeopolitik konumu 4 bakımdan önemlidir. Türkiye bakımından, Yunanistan bakımından, Bulgaristan bakımından ve NATO bakımından Batı Trakya jeopolitiği önem arz eder. Batı Trakya’nın Türkiye açısından jeopolitik öneminde Türkiye’nin kendi politikası bakımından Batı Trakya’yı ülkesindeki Rum azınlığın ayaklanmalarına fırsat vermemek için koruyup kollamalıdır. Batı Trakya’nın Türkiye için ikinci bir önemi ise Batı Trakya’nın Türkiye’nin sanayisinin nabzının attığı yer olarak gösterilen Marmara Bölgesi ile Yunanistan arasında ir tampon bölge oluşturmasındandır. Ayrıca Batı Trakya’nın Türkiye için üçüncü bir önemi ise batı Trakya’ da yetişen ve potansiyel askeri gücü oluşturabilecek gençlerdir. Yunanistan ise Bulgaristan’dan çekinmektedir. Bulgaristan ise Sovyetler gibi sıcak denizlere inmeyi amaçlamaktadır ve Batı Trakya ile devamlı ilgilenmişlerdir. NATO bakımından Batı Trakya’nın önemi ise bölgede bulunan devletlerin her an çatışabileceği gerçeği ile bağlantılıdır.
Sovyetlerin Ege’ye, dolayısıyla Akdeniz’ e inebilmeleri için Türkiye’nin egemenliği altında bulunan Boğazlardan geçmeleri gerekmektedir. Sovyetler tarih boyunca Boğazlar’ ı ele geçirmek için çeşitli planlar kurmuş, defalarca bu uğurda savaşmışlardır. Fakat her defasında Türk’ ün üstün savaş gücü ile karşılaşılmış ve başarısızlığa uğramışlardır. Sovyetler için Akdeniz’ e inmelerini sağlayabilecek en uygun bölge, Boğazlardan sonra Batı Trakya’ dır. Zira Batı Trakya’ da Bulgaristan sınırı ili Ege arasındaki mesafe en çok 100 km’dir. Bu mesafe kimi yerlerde 48 km’ ye düşmektedir. Bu yüzden de Batı Trakya jeopolitik yönden oldukça önemli bir yere sahiptir.
Batı Trakya’nın Türkler tarafından fethedilmesi, 1363 yılında gerçekleşmiştir. Bölgede süren 550 yıllık Türk yönetim ve hakimiyeti, I. Balkan Harbinde Osmanlı Devleti’nin mağlup olması ile sona ermiştir. Osmanlı Devleti, 29 Eylül 1913’te Bulgaristan’la imzaladığı İstanbul Antlaşması ile Batı Trakya’yı resmen Bulgaristan’a bırakmıştır. I. Dünya Savaşın’da Bulgaristan ve ittifak kurduğu devletlerin mağlup olması sonrası Batı Trakya, Müttefikler tarafından (Fransız ve Yunalılar) işgal edilmiştir. Bulgaristan ve Müttefikler arasında 27 Kasım 1919’da imzalanan Neuilly Antlaşması, bölge yönetiminin Müttefiklere geçmesini sağlamıştır,. Bu süreçte bölgede, bir “Müttefikler arası Batı Trakya Türk Hükümeti” kurulmuş ve halkın iki dereceli bir referandum ile bölgenin geleceği hakkında fikir beyanı alınmıştır. Bu referandumda halkın seçtiği 8 temsilci (Türkler 5; Yunan, Bulgar ve Yahudiler 1’er); Batı Trakya’nın Fransız mandası altında bir otonomi (dolayısı ile Türk Otonom Yönetimi) veya Yunanistan ile birleşmesini oylamıştır. Ne hazindir ki, temsilci çoğunluğunu elinde tutan Türklerin vereceği kararın belirleyici olmasına rağmen referandumdan 4’ü Türklerce verilen 5 oyla Yunanistan’la birleşme kararı çıkmıştır (14 Mayıs 1919). Böylece başlayan Yunan işgali, 22 Mayıs 1920’de tamamlanmıştır. Bu durum, Müttefikler ve Yunanistan arasında 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması ile (Yunan Sevri) resmileşmiştir. Lozan görüşmeleri esnasında Türk delegasyonunun, Batı Trakya halkının kendi geleceğini belirleme talebi (hiç olmazsa bir otonom yönetim olarak), yukarıda değinilen referandum gerekçe gösterilerek kabul edilmemiştir. Bölgenin Yunanistan’a bağlanması, muhalif olmasına rağmen başta İngiltere olmak üzere büyük Avrupa devletlerinin baskısıyla Türkiye’ye de kabul ettirilmiştir.
Lozan Anlaşması’nın ilgili hükümleri ile Batı Trakya Türk azınlığı, diğer vatandaşlara tanınan haklar yanında özel azınlık haklarına da sahip olmaktadırlar. Bu çerçevede masraflarını karşılamak suretiyle her türlü dini ve sosyal hayır kurumları ile eğitim ve öğretim kurumları açma, işletme, denetleme ve bu kurumlarda kendi anadillerini serbestçe kullanma hakkına sahiptirler. Yunanistan, bu anlaşma hükümlerini azınlık anayasası olarak tanımayı ve bu hükümlere aykırı hiçbir kanun, uygulama ve resmi muamele yapmayacağını kabul ve taahhüt etmiştir. Ancak Yunanistan’ın ırkçı ve şoven tutumu, Lozan Anlaşması hükümlerinin uygulanmasını mümkün kılmamış ve hatta Batı Trakya’daki Türk varlığını yok etmek ve izlerini silmek için her türlü plânı hazırlama ve uygulama şeklinde tezahür etmiştir. Bu sistematik çabalarla da, 1920’li yıllarda Batı Trakya nüfusunun %85 gibi çoğunluğunu teşkil eden Türkler, günümüzde %30’lara düşmüştür.

Batı Trakya Tarihi

M.Ö.2000
Batı Trakya, M.Ö.2000 yıllarından beri üzerinde yaşanılan bir bölgedir. Bölgenin en eski halkı, Hint-Avrupa kökenli bir halk olan Trak'lardır. M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren bu bölge sırasıyla Pers, Yunan ve Makedonya uygarlıklarının egemenliğinde yaşamış, bundan sonra M.Ö. 335 yılına kadar Trakya Krallığı hüküm sürmüştür. Daha sonra Batı Trakya, Roma ve Bizans imparatorluklarının egemenliği altında yaşamıştır. Osmanlı Devleti bölgeyi 1354 yılında fethetmiş ve burada 559 yıl hüküm sürmüştür. Ancak bölgede Türk varlığının, Balkanlara M.Ö. 2. yüzyılda ulaşan İskit Türklerinin ve Orta Asya'dan batıya göç eden kavimlerin gelişiyle başladığı bilinmektedir.

Hun Türkleri M.S. 4. yüzyılda, Avar Türkleri 5. yüzyılda, Peçenekler 9. yüzyılda ve Kuman Türkleri 11. yüzyılda buraya yerleşmişlerdir. Batı Trakya'daki bu Türk kavimleri Osmanlıların Balkanları fethi sırasında faydalı olmuşlardır. Hatta Balkanlarda konuşulan Slav dilinde "yardımcı" anlamına gelen "Pomaga" veya "Pomagadiç" kelimelerinden gelişen Pomak ismi, Balkanların fethi sırasında Osmanlı Türkleri tarafından Kuman Türklerine verilen isimdir. Yurtlarından ayrılıp batıya yönelen Hunlar, M.S. 4. asrın ortalarında Alan ülkesini ele geçirerek Doğu Gotları hakimiyetleri altına aldılar. Daha sonra Tuna'yı aşarak Trakya'ya kadar ilerlediler. Hun hükümdarı Rua zamanında Doğu Roma'yı haraca bağlayan Hunlar, Atilla’nın Bizanslılarla yaptığı savaşlarda Singudunun (Belgrad), Naisus (Niş), Philippopolis (Filibe) gibi 70 kadar Bizans şehrini topraklarına dahil ettiler. 453'de Atilla’nın ölümünden sonra Avrupa'da kalan Hunların bir kısmı sonradan gelen Avarlara katılmış, diğer bir kısmı da Slav ve Germenlerle karışmışlardır. Ancak şu kadarını belirtmek lazım gelirse Keltler, İllirler ve Traklar, buralara Hunlardan da önce gelip yerleşmişlerdir. Hunların batıya gittikleri yolu izleyen Avar Türkleri, Batı Rusya ve bugünkü Polonya'nın Pripet, Dinyeper ve Dinyester bataklıklarında yaşayan Slavları da önlerine katarak Balkanlara inmişler, böylece Balkanların büyük ölçüde Slavlaşmasına sebep olmuşlardır. Daha sonra bölge, Türk soyundan olan Bulgarlar ve Macarların istilalarına maruz kalmış, Bulgarlar XX. yy.'de batıda Morova suyuna, Sırbistan'a, güneyde ise Makedonya'ya kadar uzanan topraklarda siyasi varlık göstermişlerdir. Macarlar ise M.S. 896'dan itibaren Peçenek Türklerinin gitmesiyle Tuna ve Tisan'ın suladığı ovalara yerleşerek, Bizanslılarla, diğer Türk boylarına karşı ittifak halinde yaşamışlardır. Türklerin Oğuz kolundan olan Peçenekler Bizans'a karşı yaptıkları savaşlarda defalarca Tuna'yı geçmişler, Makedonya'ya, hatta Sırbistan ve Bosna-Hersek'e, kadar gelmişlerdir. Ancak XII. asırlarda benliklerini yitirmeye başlamış ve bir müddet sonra da tamamıyla Macarlaşarak silinmişlerdir. Aynı yüzyıllarda Kumanlar (Kıpçaklar) da Doğu Avrupa'da devlet kurmuşlardır. Bulgar Türkleri, Hristiyanlığı kabul edip Bizans Ortodoks Kilisesi'ne tabi olduktan sonra, zamanla Slavlaşmışlar ve X. asırda lisanlarını tamamen unutmuşlardır. Macarlar ise, Bulgar Türklerinin akıbetine uğramamak için Hıristiyanlığın Katolik mezhebini kabul ederek, Kuman (Kıpçak) Türkleri ve diğer Türk kabileleriyle karışmışlardır. "Kuman-Peçenek" Türk Federasyonu'nun M. 1091'de yıkılmasından sonra, Trakya ile Rodoplar, Makedonya ve Bulgaristan'ın dağlık bölgelerinde kalmış olan Kumanlar, Osmanlı Türklerinin Balkanları fethetmelerine kadar, "Şaman" dinine mensup olarak yaşamışlardır. 20 Ağustos 1389 M. (791 H.) tarihinde meydana gelen Birinci Kosova Savaşı'nı müteakip kendi arzularıyla İslamiyeti kabul etmişlerdir.

Osmanlı Türklerinin Batı Trakya'yı Fethi

Türklerin güneyden Rumeli'ye geçişleri, ilk olarak Osmanlılardan önce, Aydınoğlu Umur Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Bizans İmparatorluğu tacı için, III. Andranikos'un ölümü üzerine başlayan çekişmeden büyük demostik (İmparatordan sonra gelen kara orduları komutanı) Kantakuzen'e yardım etmek üzere donanmasıyla Rumeli'ye geçti.

Umur Bey, 1344 yılına kadar Kantakuzen'e yardım etti. Ancak, bu tarihten sonra Kantakuzen, Umur Bey'in de tavsiyesine uyarak Osmanlı Padişahı Orhan Gazi'ye kendisine yardım etmesi için başvurdu. Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa, kumandasındaki 20.000 kişilik Türk kuvvetini Rumeli'ye geçirdi. Bu kuvvetler Edirne'nin geri alınması için Kantakuzen'e yardım etmişler, geri dönüşlerinde Çimpe (Çimpi) Kalesi'ne bir miktar kuvvet bırakmışlardır.

Daha sonra Gelibolu şehir ve limanını alarak Rumeli'de yerleşmek için bir köprübaşı elde etmiş oldular. Osmanlı Türklerinin Gelibolu'ya yerleşmeleri, Avrupalıların dikkatlerini çektiysede, Balkanların durumunun karışık olması Türklerin işini kolaylaştırdı. Malkara, Tekirdağ ve Bolayır alındıktan sonra, Avrupa devletleri ve Bizans tarafından yapılacak bir müdahale ihtimali de göz önüne alınarak Anadolu'dan bu bölgeye Türk ve Arap göçmenleri geçirilmiş, Gelibolu ve Marmara sahillerine yerleştirilmişlerdir. Süleyman Paşa'nın ve Orhan Bey'in vefatlarıyla, şehzade Murat Bey'in Bursa'ya dönüşü, Rumeli'deki fetih hareketlerini büyük ölçüde aksatmış, Bizanslılar ileri bir yürüyüşle Malkara ve Çorlu'yu geri aldıkları gibi, Marmara sahillerini de elde etmeye çalışmışlardır. Osmanlı Padişahı'nın başlarında olmadığı bir anda Rumeli'deki kuvvetlere kumanda eden Lâla Şahin Paşa, hacı İlbey ve Evranos Beyler, Bizanslılara karşı şiddetle mukavemet ederek, Rumeli'de çıkması muhtemel bir paniği önlemişlerdir.

I Murat Anadolu'da işleri yoluna koyup, Balkanlarda tekrar fetihlere başladığı sırada, buralardaki siyasi durum, Osmanlı ilerlemesini kolaylaştıracak vaziyette idi. Sırp hükümdarı Duşa'nın ölümünden sonra Sırbistan prensleri birbiriyle mücadele ederken, Bulgarlar ve Rumlar da dahili mücadele içerisindeydiler. Latinler ise yukarıda saydığımız unsurlarla daimi anlaşmazlık halindeydiler. Kuzeyde Macar Kralı Büyük Layoş'un, güneyde Venediklilerin Katolikliği, Ortodoks Balkanlara zorla kabul ettirme teşebbüslerini, bu bölgenin yerli halkı benimsemiyordu. Bu durum, adalet ve vicdan hürriyetine büyük bir titizlik gösteren Osmanlıların yerli halkın sempatisini kazanmasına sebep olmuş ve fethi kolaylaştırmıştır. Daima ilerleyen ve ilk önce bir uç beyliği olarak kurulan Osmanlı Devleti, I. Murat'tan itibaren düzenli ordularla ve Lâla Şahin Paşa, Evranos Bey, Hayreddin Paşa gibi değerli kumandanlar sayesinde, Ferecik'ten başlayarak, Gümülcine, İskeçe, Drama, Kavala, Serez ve Karaferya kasabalarını da eline geçirerek Batı Trakya'nın tamamını fethetmiştir (1363-1374). Batı Trakya'ya 1363 yılından önce de Anadolu'dan bazı Müslüman Türk boylarının gelip yerleştiğini biliyoruz. Gümülcine Kırmahalle Cami'nin içinde bizzat gördüğümüz (581 H. / 1185 M.) tarihli bir kabir taşı bulunmaktadır. Bu bölgenin fethinden önce şu veya bu sebeple oraya giden Türklerin bölgede yaşadıklarını göstermektedir.

Daha sonra kademe kademe Balkan yarımadasının tamamı fethedilmiş Mora'nın alınması kesin olarak gerçekleşip, Yunanistan'ın Osmanlı topraklarına katılmasıyla fetih hareketleri, Osmanlıların takip ettikleri kademeli fetih politikasıyla 16. asra kadar sürmüştür. Osmanlılar, Balkanlarda fethettikleri topraklara Anadolu'dan Türk oymakları getiriyor, bu topraklardaki şehir ve kasabalara yerleştiriyorlardı. Osmanlı döneminde Rumeli'de büyük iskan politikaları izlenmiştir. İlk iskan faaliyeti Sultan Orhan zamanında yapılmış, Karesi halkından bir grup göçebe 1357'de Gelibolu çevresine ve daha sonra da Hayrabolu'ya yerleştirilmiştir. Daha sonra I. Murat devrinde, Saruhan bölgesindeki Yörükler Serez bölgesine yerleştirilmiş, ayrıca 1400 yılında Menemen ovasında bulunan yörükler Filibe'ye sürülmüşlerdir. Teselya'nın fethinden sonra buraya da önemli sayıda Yörük kavimleri yerleştirilmiş, Osmanlıların Yenişehir olarak adlandırdıkları bugünkü Larissa şehri kurulmuştur. Ayrıca, Tanrı dağı (Karagöz) Yörükleri 1453 ile 1642 arasında Demirhisar, Kelmeriye, Drama, Kavala, Sarışaban, Çağlayık, Yenice-i Karasu, Gümülcine, Eğrican, Dimetoka, Ferecik ile Doğu Trakya ve Bulgaristan'a, Selanik Yörükleri Makedonya ve Tesalya'ya, Ofçabolu Yörükleri Manastır, Kosova, Bulgaristan ve Dobruca'ya, Vize yörükleri Doğu Trakya ile Dimetoka ve Hasköy'de iskan edilmişlerdir. Bu oymakların Rumeli'de çoğalmaları ve geniş alanlara yayılmaları, Osmanlı Devletinin bu bölgede yaşayan halka yönelik kanun ve nizamnameler çıkarmasına sebep olmuştur. Osmanlı Devleti buralardaki yerli aristokrasiyi kendi askerî sınıfı içine almaya çalışmış, Ortodoks Metropolit ve Piskoposlarına tımar tahsis etmiş, önemli manastırların imtiyazlarını onaylamış, birçok şehirlerin eski imtiyaz ve vergi muafiyetlerini devam ettirmiştir. Osmanlıların Balkanlardaki fetihleri sırasında yerli halkın Osmanlı idaresini tercih etmesi, bu fetihleri kolaylaştıran bir faktör olmuştur.

Batı Trakya'da Osmanlı Gücünün Zayıflaması

Kanuni Sultan Süleyman devrinde zirveye ulaşan Osmanlı Devleti, 16. asır sonlarında gerilemeye başlamış ve 17. y.y.'da "Köprülülerin" idaresinde son kalkınma hamlesini yaptıktan sonra, 1682 yılında başlayan harpte Avusturya ve müttefiklerine yenilerek, Karlofça barış antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştı. (24 Recep 110 H. / 26 Ocak 1699 M.). Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası sayılan bu antlaşmayla, Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rusya'ya ilk defa olarak büyük bir toprak parçası terk edilmiş; böylece Osmanlı askerî gücünün düşman karşısında zayıfladığı ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Devletinin zayıflamasından istifade etmek isteyen Rusya, Çar I. Petro'dan itibaren sıcak denizlere inmek amacıyla Balkanlarda askeri harekâta başlamıştır. Osmanlı Devletinin zayıflamasından yararlanan Rusya, Çar 1. Petro devrinden itibaren Balkanlarda askerî harekata başlamış, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Osmanlı Devletindeki Ortodoksların himayesini ele alarak Karadeniz'den Ege'ye kadar olan bölgelerde etkisini arttırmıştı. Bu tarihten itibaren 18. yüzyıl sonuna kadar meydana gelen gelişmeler, Rusya'nın Osmanlı Devleti karşısındaki tehdit ve baskısının daha da artmasına sebep olmuştur. 1789 Fransız İhtilali ile güçlenen milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı Devletinde yayılmasıyla çıkan Sırp (1804-1817) ve Yunan (1815-1830) isyanları, 1814'te Etniki Eterya Derneğinin kurulmasıyla başlayan Yunan bağımsızlık hareketi, Osmanlı'nın, bölge siyaseti içindeki zayıflama sürecini hızlandırmıştı. Yunanlıların 1821-1829 yılları arasında Osmanlı Devletine karşı giriştikleri mücadelede Rusya, Yunanlıları desteklemiş, Fransa ve İngiltere de Rusya'nın Yunanistan üzerinde tek başına hak sahibi olmasını engellemek için yine Yunanistan'ın yanında yer almışlardı. Rusya'nın, 1806-1812 yılları arasında yürüttüğü savaş sonucunda imzalanan Bükreş Antlaşmasıyla Eflak-Boğdan ve Besarabya'yı işgalinden sonra, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan 1828-29 savaşı neticesinde imzalanan Edirne Antlaşmasıyla (14 Eylül 1829) Sırbistan ve Eflak-Boğdan'a geniş ölçüde muhtariyet verilmişti. Aynı yıl içinde daha önce, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Londra'da imzalanan bir protokolle Yunanistan'ın bağımsızlığı öngörülmüş, bu karar yine Edirne Antlaşmasıyla Osmanlı Devletine kabul ettirilmişti. Edirne Muahedesi Yunanistan'a istiklâl kazandırmışsa da Rusya'ya hiç bir fayda sağlamamıştı. Bu yüzden Türk düşmanlığını millî bir siyaset haline getiren Ruslar, Balkan milletlerini tahrikle Osmanlı Devletinin başına çeşitli gaileler çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Bu hareketler sebebiyle 1853 yılında çıkan "Kırım Harbi"nde İngiliz ve Fransızlar da Osmanlı yanında yer almalarıyla Ruslar feci bir mağlubiyete uğramışlar ve 1856'da imzalanan "Paris Muahedenamesi”yle, iki tarafın da Karadeniz’de tersane kurması ve donanma bulundurması yasaklanmıştı. Bu gelişmeler yanında Rumeli'de çıkan isyanlar, Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahaleleri ve bölge halklarının Osmanlı idaresine bağlılıklarının azalması, Rumeli'de ve dolayısıyla Batı Trakya'daki Türk varlığının gerilemeye başlamasında bir dönüm noktası olarak kabul edilebilecek olan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşını hazırlayan unsurlar olmuştur.


1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı

"93 Harbi" olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında yaşanan yenilgi, Balkanlarda yaşayan Türkler ve hatta bütün bölge halkı için, çatışmalar, yağmalar, toplu katliamlarla dolu acı bir kaderin başlangıcı olarak görülebilir. Çünkü bu yenilgiden sonra Rus askerlerinin ve Bulgar çetecilerin, daha sonraki tarihlerde Yunanlıların, Sırpların ve Osmanlı'nın çöküşünden yararlanarak Balkanlar üzerinde hak iddia eden bütün güçlerin oyunlarıyla bu bölge artık, huzursuzluk ve baskılar altında durmak bilmeyen bir mücadele ve çaresizlik içinde yaşanan bir yıkılma sürecine girmiş oluyordu.

Bölgenin stratejik önemi yanında tarihi ve ekonomik özelliklerini ve halkının değişik etnik kökenlerden geldiğini göz önünde bulunduran Osmanlı Devleti, 1828-1829 Osmanlı-Rus seferinin İstanbul'un ve Boğazların korunması bakımından bölgenin önemini daha da arttırması karşısında, 1864 yılında, geniş bir Edirne vilayeti kurmuştu. Beş sancaklı Edirne vilayeti, bütün Trakya'yı içine alacak şekilde Balkan sıradağlarının güneyinde yer alıyor, Karadeniz, İstanbul vilayeti, Marmara, Çanakkale Boğazı, Ege Denizi ve Mesta-Karasu nehri ile çevriliyordu. Siyasi bakımdan sağlanan bu bütünlük daha sonraları, Yeşilköy (Ayastefanos, 3 Mart 1878) ve Berlin Antlaşmaları (13 Temmuz 1878) ile bozulmuştur. Bu anlaşmalarla siyasi ve askeri bakımlardan Osmanlı Devleti'nin kontrolü altında kurulan Doğu Rumeli vilayeti Bulgaristan tarafından ele geçirilmiş, böylece Trakya'nın birliği de bozulmuştur. 1886 yılında ise Doğu Rumeli'nin elden çıkmasıyla, Trakya artık yalnız doğuda Karadeniz, Marmara Denizi, güneyde Ege Denizi ve batıda Mesta nehri arasında kalan bir bölge haline gelmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın son Osmanlı direnmesini Filibe önlerinde yapan Süleyman Paşa'nın yenilerek Rodop Dağlarına çekilmesinden sonra, Ruslar 20 Ocak 1878'de Edirne'yi işgal etmişti. Balkanlardaki savaş Rusların ve müttefiklerinin lehine geliştiği sıralarda Anadolu'nun kuzeydoğusunda da Osmanlı kuvvetleri yenik duruma düşmüşlerdi. Çaresiz kalan Osmanlı Devleti büyük devletler nezdinde barış arama çabalarına girişmiş, diplomatik yönden birçok zorlukla karşılaştıktan sonra, Rusların menfaatlerine daha çok yer veren bir mütarekenin yapılmasını sağlamıştı. 31 Ocak 1878'de imzalanan bu mütareke ile savaş durdurulmuş, fakat Rus orduları Çatalca istihkamlarının birinci hattını işgal etme hakkını elde ederek, İstanbul yakınlarına, Yeşilköy'e kadar gelmişlerdi. Yorgun düşmüş bir orduyla, Rus ordularına daha fazla karşı gelmenin mümkün olamayacağını anlayan Osmanlılar, Ruslarla anlaşma yoluna gitmekten başka çare bulamamış, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmışlardı. Bu anlaşmayla, yaklaşık 4 milyon kadar bir Türk nüfusu, Bulgar ve Rus egemenliği altında kalıyordu. Anlaşmanın Balkanlar ile ilgili bölümleri şöyleydi: 1. Hıristiyan bir hükümeti ve millî milis askeri bulunacak olan, muhtar, ve Osmanlı Devletine bir miktar vergi verecek bir Bulgaristan kurulacaktır. Bulgaristan prensi, serbestçe halk tarafından seçilecek ve vazifesi, büyük devletler uygun gördükten sonra, Bab-ı Ali tarafından tasdik olunacaktır. 2. Bulgaristan'da Osmanlı askeri bulunmayacak ve Bulgar milis birliklerinin kurulmasına imkan vermek üzere, iki yıl müddetle Rus birlikleri Bulgaristan'da kalacaklardır. 3. Bulgaristan toprakları Ege Denizine kadar uzanmaktadır. Bulgaristan sınırı, doğuda Midya ve Lüleburgaz'ın yakınından geçmektedir. Gümülcine ile İskeçe arasındaki Karaağaç (Protolagos) körfeziyle Struma nehrinin ağzı arasındaki kıyılar Bulgaristan'a bırakılmış olup, Ege kıyısındaki Kavala limanı da Bulgarlara terk edilmiştir. Batıda Üsküp, Manastır, Debre ve Ohri gölü Bulgar sınırları içindedir. Bu yüzden Selanik, Yanya ve Arnavutluk da Edirne vilayetinden ayrılmıştır. Ayastefanos Antlaşmasıyla, Osmanlı Devletinden ayrı bir Bulgaristan kurulmuş oluyordu. Bulgaristan'a verilen topraklar Tuna'dan Marmara ve Ege Denizine, Karadeniz'den Ohri gölüne kadar uzanıyor, bu topraklar üzerinde 2.587.000 Bulgar'a karşılık, çoğu Türk olmak üzere 4.000.000 kadar Bulgar olmayan nüfus yaşıyordu. Anlaşmayla Bulgar Prensliği Osmanlı hakimiyetine bırakılmış gibi görünüyorsa da, iki yıllık bir müddet için Rus komiserinin fiilî idaresi ve Rus askerlerinin işgali altında bulunacaktı. Bulgaristan'ın idaresi Rusların nezaretinde düzenleneceği için, Rusya gerçekte Ege Denizine kadar uzanmış bulunmaktaydı. Bu şekilde kurulmuş bir Bulgaristan, İstanbul için devamlı bir tehdit unsuru oluşturacaktı. Ayrıca Girit, Tesalya ve Arnavutluk'ta yapılacak olan ıslahat için Osmanlı Devleti Rusya'nın fikrini de almak zorundaydı. Böylece Rusya Osmanlı Devletinin iç işlerine de el atmış oluyordu. Bu antlaşma, Osmanlı Devletinin çöküşünü hızlandıran bir gelişme olmuştur.Ayastefanos Antlaşması'nın konumuz bakımından önemi bilhassa, Batı Trakya meselesinin bir kaynağını teşkil etmesinde yatmaktadır. Bu değerlendirme, bir kaynakta şu şekilde ifade edilmektedir: "93 Harbiyle Osmanlı İmparatorluğu'nun başına açılan gaileler Cumhuriyet Türkiye'sinin de dış politikasında sürekli uğraşmak zorunda kaldığı gaileler olarak hala önemini korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'ni dış politika gündemini en çok meşgul eden üç konu olan Ege sorunu, Kıbrıs sorunu ve Ermeni sorunu 93 Harbinden kaynak bulmuş sorunlar olarak hayatiyetlerini idame ettirmektedir." Ayastefanos Antlaşması, Rodoplar ve diğer Rumeli bölgelerinde yaşayan ve Rus ve Bulgar zulmünü yakından tanıyan Türklerin büyük tepkisini görmüş, Türkler arasında ayaklanmalar çıkmıştır. Rus işgal kuvvetlerinin ve Bulgar milislerinin Türk halka karşı uyguladıkları zulüm karşısında, devlet mekanizması, ekonomisi ve malî kaynakları zayıflamış, üst üste gelen yenilgilerle ortaya çıkan problemlerin ve toprak kayıplarının altında ezilmiş olan Osmanlı Devletinin elinden hiç bir çare gelmiyordu. Bu mezalimden kaçan yarım milyon kadar Türk Doğu Trakya'ya, İstanbul'a ve Rodop dağlarına göç etmişti. Göç eden Türklerden bir kısmı, geri çekilmekte olan Osmanlı askerlerinin bir bölümüyle birlikte Rodop dağlarına çıkarak Rus kuvvetlerine karşı mücadeleye girişmişlerdi. Baskı ve zulüm karşısında başlatılan bu ayaklanmalar, Avrupa devletlerine, kurulmak istenen Bulgaristan'ın büyük bir çoğunluk olan Türklere yaşama hakkı bile vermeyeceğini, Ayastefanos Antlaşmasının değiştirilmesi gerektiğini anlatmış, bu devletler tarafından Rusya'ya bu amaçla baskı yapılmaya başlanmıştı.

Rodop'ta Hükümet-i Muvakkate'nin Kurulması

Yukarıda işaret edildiği gibi Ayastefanos Antlaşması sonrasında Osmanlı Devleti'nin elinden çıkan topraklarda Rusların ve Bulgarların idaresi altında kalmış olan Türkler, Ayastefanos Antlaşmasını tanımadıklarını belirten eylemlere ve ayaklanmalara başladılar. Antlaşmanın imzalanmasından kırk gün sonra, Rodop sıradağlarının kuzeyinde, Çirmen yakınlarında, Türklerle Kazak süvarileri arasında ilk silahlı çarpışmalar meydana geldi. Bundan sonra ayaklanmalar, bütün Doğu Rumeli ve Rodop'larda birçok yere yayıldı. Rodop dağlarına sığınan Türkler, önce Rus orduları Başkomutanı Grandük Nikola'ya başvurmuş, yapılan zulümlere bir son verilmesini istemişler, ancak bu müracaatlar dikkate alınmamıştı. Süleyman Paşa komutasındaki Türk kolordusu mensupları, Rus kuvvetleri tarafından yenildikten sonra, arta kalan Osmanlı askerlerini de aralarına alıp ellerine geçirdikleri birkaç topla kendilerini müdafaaya devam etmişlerdir. Rus kuvvetleri, Bulgar çeteleriyle birlikte ayaklanmaları bastırmaya çalışmış, arazinin elverişsiz olması nedeniyle başarılı olamamıştır. Türklerin ayaklanmaları ve mücadeleleri, Ruslar için büyük bir problem haline gelmiştir. Bu mücadeleler devam ederken, Türklerin ileri gelenleri de yardım elde etmek amacıyla Babıali'ye başvurularda bulunuyorlardı. Türklerin milletvekilleri Abdullah Efendi ve Hacı Halil Efendi tarafından derlenen ve Trakya'lı milletvekilleriyle köy meclis üyelerinin imzalarını taşıyan bir muhtıra, Padişah II. Abdülhamid'e ve İngiltere'nin İstanbul Sefiri Layard'a gönderilmiş, muhtırada "Rusya'nın Rumeli'ye tecavüzünden beri Ruslar ve onlara öncülük eden Bulgarlar, Türklere türlü eza ve cefalarda bulunmuşlar,... akıl ve hayale sığmayacak, insanlığa yakışmayacak hareketlerde bulunmuşlardır" denilmişti. Rodop Türklerinin Osmanlı hakimiyetinden hiç bir ülkenin hakimiyetine girmeyeceklerini, Rus ve Bulgar ordularına karşı kanlarının son damlasına kadar mücadelelerini sürdüreceklerini belirten Türk ileri gelenleri, Osmanlı Padişahından silah ve cephane istemiş ve bu cephanenin Rodop Türklerinin savaşı kazanmalarına yardımcı olacağını bildirmiştir. Ancak Padişah Rodop Türklerinin bu isteklerine karşı hiç bir yardımda bulunamamıştır. Rodop Türkleri ise mücadeleyi daha düzenli bir şekle dönüştürmüş, Osmanlı tarihinde ilk Türk Muvakkat Hükümeti'ni kurarak mücadelelerini siyasi bir organizasyon içinde sürdürmüşlerdir. Bu hükümet, bir kaynağa göre 16 Mayıs 1878, diğer bir kaynağa göre ise 4 Mart 1878 tarihinde, Sultanyeri kazasının Karatarla köyünde kurulmuştur. Hükümetin dört kişilik bir kurucular heyeti (Ahmet Ağa Timirski, Hacı İsmail Efendi, Hidayet Paşa ve Kara Yusuf Çavuş) ve otuz kişilik bir Temsilciler Meclisi bulunuyordu. Aşağı yukarı dört milyon Türkün yaşadığı bir bölgenin hükümeti durumundaydı. Rodop Muvakkat Türk hükümeti Bulgar istilalarına karşı sekiz sene süreyle çetin bir savaş vermiş, Balkanları savunmuş olan Süleyman Paşa ve Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ordularının, silah ve diğer mühimmatından yararlanmışlardır. Rus ve Bulgar istila saldırılarına karşı Rodopları başarıyla savunan Türk kuvvetlerinin sayısı, değişik kaynaklarda çok farklı olarak gösterilmiştir. Herhalde eli silah tutan bütün Türkler gerektiğinde savaşa katıldıklarına göre, zaman zaman, çeşitli sahalarda kullanılan bütün Türk kuvvetlerinin sayısı on binle yirmi, yirmi beş bin arasında tahmin edilebilir. Osmanlı Devleti, birçok cephede uğramış olduğu ağır yenilgilerden sonra, Doğu Rumeli'de Türklerin yürüttükleri savunmayı destekleyecek durumda değildi. Tamamen bölge Türkleri tarafından verilen bu mücadele sırasında, Rodop Türkleri, artan yağma, cinayet, soygun gibi eylemlerin önüne geçebilmek için direniyorlardı. Silahlı milis kuvvetleri, gerilla saldırılarıyla işgalci kuvvetlere ağır darbeler vuruyor, daha sonra dağlara sığınıyorlardı. Rodop kahramanlarının başında bulunan Kara Yusuf Çavuş ile Hidayet Paşa (İngiliz asıllı Sinclair) ilk günlerde uyum içinde olmuş fakat sonraları Hidayet Paşa'nın ayrılmasıyla Rodop kuvveyleri ikiye bölünmüştü. Mücadelenin kritik bir safhasında meydana gelen bu olay karşısında Rodop Türkleri yine bir baş altında birleşmişlerdir. Bu mücadeleler sürerken Rodop dağları Bulgaristan'ın Filibe ve Kırcaali ovalarıyla Batı Trakya arasında bir sınır oluşturmaktaydı. Bulgaristan'ın kuzeyinden ve Romanya'daki Osmanlı hakimiyetindeki bölgelerden göç eden Türkler Rodoplarla bu dağların güneyindeki Gümülcine, İskeçe ve diğer illere sığınmışlardır. Rodop Türklerinin milisleri savaşırlarken, bu göçler de devam etmiştir. Halk Bulgar ve Rus idaresinin tüm çağrılarına rağmen silahlarını teslim etmemiş, milis kuvvetlerine katılmıştır. Rodop Muvakkat Türk hükümeti bu mücadeleyi sürdürürken bir taraftan da Osmanlıların desteğini sağlamaya çalışıyordu. Ancak Osmanlı Devleti'nden yardım alamayan Rodop Türkleri, güçlerinin tükenmesi sonunda, yenilgiye uğradılar. Yenilgide, aynı dönemde bölgede baş gösteren kolera salgının da payı olduğu, durumu daha da güçleştirdiği düşünülebilir. O tarihlerde yıkılan köylerin harabeleri bugün Batı Trakya'da görülebilmektedir.

I. Dünya Savaşı Sırasında Batı Trakya

Batı Trakya Birinci Dünya Savaşı sırasında Bulgarlar’ın egemenliğindeydi. Ve Bulgarlar iki yıl işgal altında kalan Batı Trakya’ da çetecilikle zulüm ve katliam yapıyorlardı. Ancak 19 Ağustos 1914’te imzalanan Osmanlı-Bulgar İttifak ve Dostluk Antlaşması ardından çıkan Birinci Dünya Savaşı yüzünden Batı Trakya Meselesi’nin ortaya çıkması 1918’ e kadar engellenmişti. Ancak 30 Ekim 1918 ‘ de savaşın bitmesiyle imzalanan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla savaştan mağlup çıkan Bulgaristan’ın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıf durumları Yunanistan’ın Batı Trakya için iştahını kabartıyordu. [47] Tabi bu sırada her şeye rağmen Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı da direnişe devam ediyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Drama’ da Yüzbaşı Fuat Balkan, Şakir Zümre ve Cevat Beyler tarafından 29 Temmuz 1915 tarihinde “ Garbı Kurtuluş Komitesi” kuruldu. 5 Ağustos 1914’te Enver Paşa’nın şahsına bağlı olarak “Teşkilat-ı Mahsusa” adlı gizli bir istihbarat örgütü kurulmuştur. Bu teşkilatın amacı Batı Trakya’nın muhtariyeti ve günün birinde bağımsızlık için Bulgar çeteleriyle ve aynı zamanda Yunan çeteleriyle mücadele etmek ve siyasal olarak örgütlenmekti. Bu teşkilat Batı Trakya’daki İslam Cemaatlerini kuvvetlendirmiş ve çetelerle mücadele etmelerini sağlamışlardır. Ayrıca Bulgar sobranyasına milletvekili sokma başarısını gösterebilmişlerdi. Bu mücadelenin unutulmaz ismi ise Fuat Balkan’ dı, ancak İstanbul’ a geri çağırılması üzerine teşebbüs de başarısız oldu. İttihat ve Terakkici olan Celal Perin ise hatıralarında Fuat Balkan’ın beceriksiz olduğunu öne sürmüş, geri çağırılması ile görevini tamamlayamamış olabileceği ihtimalini nazara almamıştır. Oysaki Fuat Balkan ileride de bahsedileceği gibi mümkün olduğu kadar Yunan askerlerinin Anadolu’ ya aktarılmasına engel olmuş, Yunanlıların Anadolu’ da desteksiz kalmalarına neden olmuştur.



Türk-Yunan İlişkileri ve Batı Trakya’ya Yansıması

Osmanlı Devleti’nin kan ve vatan kaybettiği süreçte, Batı Trakya, I. Balkan Savaşı sonunda önce Bulgaristan ve arkasından da I. Dünya Savaşı sonunda Yunanistan tarafından işgal ve ilhak edilmiştir. Bölge nüfusunu %85’ler gibi ezici bir çoğunluğu Türk olmasına rağmen bu keyfi ve mantığa aykırı durum, büyük Avrupa devletlerinin destek ve himayesi ile gerçekleşebilmiştir. Ayrıca Türk Milletinin o zamanki şartlar altında içinde bulunduğu siyasi, askeri ve toplumsal zafiyetler, kaybedilen diğer kutsal vatan toprakları gibi Batı Trakya’nın da Türkiye’den koparılmasını kolaylaştırmıştır.

Lozan Antlaşması sonrası Yunanistan’ın öncelikli politikaları arasında Batı Trakya’daki Türk nüfus ve mal varlığını Yunanlılar lehine değiştirilmesi ilk sırayı işgal etmiştir. Yunanlılar, çeşitli anlaşmalar ve insan haklarına aykırı bu durum ve tutumlarında oldukça başarılı da olmuşlardır. Bölgedeki Türk varlığının tamamen ortadan kaldırılması ve tarihi izlerinin silinmesi, bölgeye yönelik Yunan politikalarının ikinci safhasını oluşturmaktadır. 1923’ten sonra yaklaşık yarım asır genelde gizli ve sinsi plânlarla uygulanmaya çalışılan bu ikinci safha 1970’li yılların ortalarından itibaren açıktan ve resmi bir devlet politikası haline dönüşmüştür. Genelde Türk-Yunan ilişkilerine ve özelde ise Kıbrıs’taki gelişmelere bağlı olarak Batı Trakya Türklerine yönelik Yunan politikaları bir değişim göstermiştir. Bu politikalar, bölgenin Türklerden arındırılması amacından taviz vermeksizin uygulanacak çeşitli baskı, zulüm ve asimilasyon çaba ve faaliyetlerinin dozunu artırması veya biraz azaltılması şeklinde tezahür etmiştir.

1923-50 Arası

1923’ten sonra Yunanlılar, öncelikle Batı Trakya’daki Türk nüfus ve mal dengesini, kendi lehlerine çevirmeye çalışmışlardır. Örneğin bölge nüfusunun ve gayrimenkullerinin yaklaşık %85’i 1922’de Türklere aitken; 1924 sonunda Türklerin nüfusu %40-45’lere düşmüştür (Bölgeye yerleştirilen çok sayıda Rum göçmenler ile). Benzer şekilde Türk mallarının büyük bir kısmı da, Lozan ve diğer anlaşmalara aykırı olarak gaspedilmiştir. Bu uygulamalarla, Türk sınırında bulunan Evros ilinde Türk varlığı, kısa bir süre içinde yok denecek kadar azalmıştır. Ayrıca Türkler, çeşitli sistematik çabalarla Türkiye’ye göçe zorlanmıştır.

Milli Mücadele sonrası Lozan görüşmeleri esnasında Türk ve Yunan heyetleri arasında, 30 Ocak 1923’te bir protokol imzalanmıştı. Bu protokole göre, Türkiye’de kalan Rumlarla Yunanistan’da kalan Türklerin değişimi yapılacak, yalnız 30 Ekim 1918’den önce İstanbul belediye sınırları içine “yerleşmiş” bulunan Rumlar ile, Batı Trakya Türkleri bu değişimin dışında tutulacaktı. Yani bu bölgelerdeki azınlıklar, değişim hükümleri dışında bırakılacaktı. Yine bu protokole göre, bu anlaşmayı uygulamak üzere Türk ve Yunan temsilcilerden oluşacak bir karma komisyon kurulacaktı. Bu komisyon, Ekim 1923’te çalışmaya başlamasına rağmen, “yerleşmiş” ifadesinin yorumu hakkında taraflar arasında görüş ayrılığı çıkmıştır. Türk delegasyonu, “yerleşmiş” ifadesinin manasını Türk mevzuatına göre yorumlamak isterken; Yunanlılar, 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’da bulunan her Rum’un “yerleşmiş” sayılacağını ileri sürdü. Buradaki anlaşmazlık, Milletler Cemiyeti’ne götürüldü ve oradan da Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’na havale edildiyse de bir çözüm bulunamadı. Bunun üzerine Türk - Yunan ilişkileri gerginleşti. Yunanistan’ın Batı Trakya Türklerinin mallarına el koyarak buralara Türkiye’den gelen Rumları yerleştirmesi ve Türkiye’nin de İstanbul Rumlarının mallarına el koyması üzerine, gerginlik daha da şiddetlendi.

1925 sonrası Türk-Yunan ilişkilerinin normalleşmesi ile iki ülke arasında 1 Aralık 1926’da Atina Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre; Yunanistan’da bulunan ve Türklere ait olan emlaklar, çeşitli uzmanlardan oluşan bir komisyonun belirleyeceği değer üzerinden Yunan hükümetince satın alınacaktı. Türkiye’de bulunan ve 1912 yılından önce ülkeyi terk etmeyen Rumlara (İstanbul’dakiler de dahil) ait emlaklar ise, sahiplerine iade edilecekti. Nüfus değişimi ile ilgili bazı sorunları çözen bu anlaşma, tam olarak uygulanamamış ve 1926 sonrası Türk-Yunan ilişkileri tekrar gerginleşmiştir.

Bu arada Batı Trakya Türkleri çağdaş örgütlenme çabaları içine girmişler ve bu amaçla İskece ve Gümülcine’de Türk Birlik dernekleri kurmuşlardır (1927 ve 1928 yıllarında). Bu dernekler, milli birlik ve beraberliği geliştirici ve pekiştirici çeşitli kültürel ve sportif faaliyetler düzenlemiştir. Sonraki yıllarda bu dernekleri Batı Trakya Türk Gençler Birliği’nin izlemesi ile örgütlenme, bölge çapında yaygınlaşmıştır (1936)

1930’lu yıllara gelindiğinde Yunanistan, içte büyük ekonomik sıkıntılar ve dışta ise Bulgaristan tehdidi altındaydı. Yunanistan’ın içinde bulunduğu bu olumsuz şartlar, Türkiye’ye ile ilişkilerini iyileştirmesi ve mevcut sorunların çözümü için çaba göstermesini gerekli kılmıştır. İki ülke arasında 10 Haziran 1930’da imzalanan Ankara Anlaşması ile, nüfus değişimiyle ilgili tüm sorunlar çözülüyordu. Böylece; “yerleşim tarih ve doğum yeri dikkate alınmaksızın tüm İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türkleri ‘yerleşik’ (‘etabil’) kapsamına alınıyor ve iki ülkedeki azınlık malları konusunda birçok düzenleme yapılıyordu”.

30 Ekim 1930’da Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan diğer üç anlaşma ile (Deniz kuvvetlerini sınırlandırma, serbest dolaşım ve dostluk konularını içeren) ikili ilişkilerde ve Yunanistan’ın Batı Trakya Türk azınlığına yönelik politikalarında biraz düzelme olmuştur. Ancak azınlığın elindeki malların gaspı, hukuki kılıflar altında (kamulaştırma, tapu sorunu v.b.) sürdürülmüştür. “Kıyı ve sınır bölgelerinde” taşınmaz mal alım satımını izne bağlayan ve “Hazineye ait malların korunması” (vekil bırakmadan Yunanistan’dan ayrılanlara ait mülklerin hükümetçe yönetimini içeren) 1938 yasaları, bu dönemde çıkarılmıştır. Böylece Türklere ait topraklara, Rum göçmenlerin 1930 öncesi zorla iskanı ile kamulaştırılan malların Türklere iadesi yasal olarak engellenmiştir.

Daha önce nüfus mübadelesi konusunda gerekli çalışmaları yapmak amacı ile kurulmuş bulunan karma komisyonun faaliyetleri, 19 Ekim 1934’de sona ermiştir. Bunun yerine karşılıklı nüfus mübadelesine tabii tutulan azınlıkların mal varlıkları ile ilgili hususlara, her iki ülke mahkemelerinin bakması ve hukuki bir karara varması benimsenmiştir,.
II. Dünya Savaşı esnasında Batı Trakya, Almanların desteği ile Bulgaristan tarafından işgal edilmiştir. Bölgenin bu ikinci Bulgar işgali de, birincisi gibi çok kısa sürmüş ve sadece 1941-44 yılları arasını kapsamıştır. Savaş sonunda Batı Trakya bölgesinin tekrar Yunalıların eline geçmesinden sonra “Türklerin savaşta düşmanla işbirliği yaptığı” gibi asılsız bahanelerle toprakları kamulaştırılmıştır. Türkler için asıl büyük felaket, savaş sonrası çıkan iç savaş esnasında yaşanmıştır. Özellikle komünistlerin saldırı ve katliamına maruz kalan Türklerin önemli bir kısmı, Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.

1950-60 arası iyi seyreden Türk - Yunan ilişkileri, 1963’ten itibaren Kıbrıs’ta durumun gerginleşmesine paralel olarak kötüleşmiştir. Yunanistan’daki iktidarlara ve Kıbrıs’taki gelişen durumlara paralel Batı Trakya’ daki Türklere uygulanan politikalarda gel-gitler yaşanmıştır.
10 Haziran 1930 yılında gerçekleştirilen Nüfus Mübadelesi dışında bırakılan Batı Trakya Türkleri, AB’ ye üye Yunanistan’da insan hakları ihlalleri altında yaşamaktadırlar. Ahmet Mete Ocak 2007’de yapılan oylamayla İskece müftüsü seçilmesine rağmen aynı yılın Şubat ayında Yunan Hükümeti seçilmiş müftüyü tanımak yerine çok sayıda din adamı atamıştır. AB Batı Trakya’ da yaşayan Türklerin Lozan’ da belirlenmiş haklarını görmezden gelirken, Türkiye’ de Lozan’ da belirtilmeyen azınlıkları aramakla meşguldür. Avrupa her zaman ki gibi çifte standart uygulamaktadır. Dileğimiz yalnızca Batı Trakya’ da yaşayan Türklerin değil dünyadaki bütün insanların AB kriterlerinden değil BM’ lerin yayınladığı temel hak ve hürriyetlerden faydalanmasıdır.


Batı Trakya Türklerinin Güncel Sorunları ve Türkiye

Yunanlılar açısından, İstanbul Rumlarının sorunlarının neler olduğunun anlaşılması bakımından, bu konudaki Yunan iddialarının bilinmesinde fayda vardır. Farklı zamanlarda, İstanbul Rumları açısından Türkiye’nin “çalışması ve halletmesi gereken ev ödevi” olarak yansıtılan Yunan günlük basınındaki bu haberlerin tipik bir örneğini ve özetini 23 Nisan 2005 tarihli günlük Eleftherotipia gazetesinde “Türkiye’ye Yunanlıların 10 sözü” başlığı altında yayınlanan yazıda yer alan İstanbul Rumlarının sorunlarının ve Türkiye’den taleplerin neler olduğuna bakmak gerekir. Yunanistan’da 2004 yılına kadar 20 yıla yakın bir zaman iktidarda kalmış olan PASOK hükümetlerinin sözcülüğünü yapmış olan ve yine zaman zaman Yunan basınında yer alan yorumlara göre “PASOK hükümetlerinin Politika oluşturmalarını belirlemiş olan”, ülke genelinde satılan günlük bir gazete olan Eleftherotipia gazetesindeki haberin çevirisi aşağıdaki gibidir:

Heybeliada Ruhban okulunun yeniden açılması,
İstanbul “Evrensel Yunan Patrikhanesinin Evrensellik” statüsünün hukuken tanınması,
Türkiye’deki azınlık sorunlarının çözümünün, azınlık kurumlarının uluslararası örgütlere başvurmadan çözülmesi ki bu Türkiye’deki aşırı uçlar tarafından kınanmaktadır,
Yunanlılara ait hayır kurumlarında yöneticilerin seçimle iş başına gelmeleri sağlanmalı,
İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumların rahat, kaygısız ve dinginlik içinde bundan sonra yaşamaları,
Türk Devletine intikal eden kişilere ait mülklerin iade edilmesi,
Kamulaştırılan vakıf mallarının Türk Devleti tarafından iade edilmesi
(Batı) Trakya’daki “Müslümanların” yaralandığı kontenjanın aynından İstanbul Rumlarının da liseyi bitirince yararlanmaları,
Yunan dilinin görsel öğretim araçları ile de öğretilmesi,
Türk Devleti yönetimi ile Yunanlı soydaşların davalarının adil ve hakkaniyete uygun bir biçimde görülmesi
Yunan gazetesinde yaralan yukarıdaki İstanbul Rumlarının sorunları, esasen Türkiye’nin AB üyelik sürecinde, farklı zeminlerde uzun zamandan beri karşısına çıkarılmakta olan konulardır. Yoğun görüşmelerin yaşanacağı önümüzdeki günlerde ve yıllarda bu konular, siyasi ve hukuki boyutta Türkiye’nin karşısına çıkacak olan ve bunlara mutlaka bir cevap verilmesi gerekecek olan konulardır.

Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üye olma süreci çerçevesinde, Yunan basını tarafından “halledilmesi gereken sorunlar” olarak ortaya konan İstanbul Rumlarının sorunlarının çözümlenmesi, Türkiye Cumhuriyeti bakımından esasen, Yunan basınında yer almasından öte, herhangi bir dış baskıya gerek kalmadan, diplomasi kıvraklığı sayesinde Yunanistan’daki soydaşlarının da çıkarları dengelenerek çözümlenmesi gereken konulardır. Türk makamlarının, önümüzdeki günlerde gerek Türkiye bakımından, gerekse soydaşları açısından bu konuları en yararlı bir biçimde halletmeyi arzu etmesi durumunda, Batı Trakya Müslüman Türklerinin sorunlarının neler olduğunu çok iyi bir şekilde bilinmesinde ve bunları AB görüşmelerinde isabetli bir biçimde ortaya koymasında fayda olduğu düşünülmektedir. Bu çerçevede, bir denge oluşturulması bakımdan Batı Trakya Müslüman Türklerin sorunlarını özetle aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

1981 yılından beri AB üyesi olan Yunanistan’da, Batı Trakya Müslüman Türklerinin doğup büyüdükleri bölgelerinde Kamu hizmetlerinde istihdam edilmemeleri sorunları. Yunanistan uyruğundaki Batı Trakya Müslüman Türkleri memur, savcı, yargıç, polis gibi mesleklerde istihdam edilmemektedir. Bunun nedeni sorulunca “dil bilmeyle ilişkili sorunlara” atıfta bulunulmaktadır.

Yunanistan uyruğundan çıkarılan ve uyruksuz kalanlar, yani haymatloslar sorunu. Yunanistan yönetimi 1955’ten 1998 yılına kadar 43 yıl boyunca ister Yunanistan sınırları içinde olsun isterse Yunanistan sınırları dışında olsun Yunan Vatandaşlık Yasasının 19. maddesini gerekçe göstererek, Yunanistan uyruklu Müslüman Türkleri vatandaşlıktan çıkardı. Bunların mağduriyetleri bugün de devam etmektedir.

Taşınmaz mülk edinmede izin sistemi sorunu. 1991 yılına kadar Batı Trakya Müslüman Türklerinin taşınmaz mülk edinmeleri yasaktı. 1991 yılında ilgili yasada yapılan bir değişiklikle, gayrı menkul satın alma hakkı kazandılar. Ancak, buna rağmen ildeki bir komisyondan izin alma sistemi getirildi.

Siyasi katılım ve temsilde yaşanan sorunlar. Milletvekili seçimlerinde, bağımsız olarak seçime katılacaklar için %3 barajı getirilerek, Batı Trakyalı Müslüman Türk bağımsız milletvekillerinin seçilmesi engellendi. Diğer taraftan yerel yönetimlerde uygulanan “Kapodistrias Plânı” ile Müslüman Türklerin yaşadığı iller, nüfus yoğunluğu Yunanlılar lehine olacak şekilde, Ortodoks Hıristiyanların yaşadığı illerle birleştirilerek, Türklerin Vali ve belediye başkanı seçilmeleri engellendi.

Eğitim ve öğrenim özgürlüğünde yaşanan sorunlar. Batı Trakya’daki Azınlık Okulları Yunan Devletinin Mülkiyetinde değildir. Okullar azınlığın kendisi tarafında seçilen encümenler tarafından yönetilmekte, öğretmenlerin maaşları yine veliler tarafından ödenmekteydi. Bunların hepsine son verildi ve yavaş yavaş okullar Yunan devletinin mülkiyetine geçerken, eğitim kalitesi düşerek, öğrenciler Türkçe öğrenememe durumu ile karşı karşıya kalmaktadır. Ayrıca yeni azınlık okulların açılmasına ve Türkiye’den Fakültelerden mezun olan iyi derece Türkçe konuşan öğretmenlere şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Batı Trakya’da nüfusun yarısı Türk olmasına rağmen sadece iki ortaokul ve lise bulunmaktadır. Böylece Batı Trakyalı Müslüman Türkler hukuken azınlık statüsünde oldukları AB üyesi Yunanistan’da kendi dillerinde eğitim ve öğrenim imkânlarından bilinçli ve sistematik olarak mahrum bırakılmaktadırlar.

Örgütlenme özgürlüğünde yaşanan sorunlar. İsimlerinde “Türk” ve “Batı” terimleri geçen derneklerin kurulmasına Mahkeme tarafından izin verilmemektedir.
Vakıflar meselesinde yaşanan sorunlar. Vakıf yöneticilerinin seçimle iş başına gelmeleri ve mülk edinme hakları engellenmekte olup doğrudan Yunan makamları tarafından atanmaktadırlar.

Din ve vicdan özgürlüğü konularında yaşanan sorunlar. Baş müftülük makamı halen boş bulunmakta, Müslüman Türklerin Müftüleri Ortodoks Vali tarafından atanmakta, azınlığın çoğunluğu ise Müftülerin kendileri tarafında serbest seçimle seçilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Yunanistan’daki diğer –Makedon, Ulah, Çamurya Arnavutlarının (Çamlık Müslümanları) vs.- azınlıkların sorunlarının çözümünün, azınlık kurumlarının sorunları devam etmektedir.

Yunanistan Devleti ve şahıslar tarafından hukuk hileler, baskılar ve ihtiyari kamulaştırmalar ile ele geçirilmiş olan vakıflara ait mülklerin iade edilmesi.

Görüldüğü gibi AB üyesi Yunanistan’daki sorunlar ile AB üyesi olmak isteyen Türkiye’deki sorunlar ve talepler paralellik arz etmektedir. “Türk-Yunan ilişkilerinde büyük iyileşmeler, dostluk ve gençlerin kaynaşması” yaşanırken önerimiz, gelecek bakımından ve bir daha bu sorunların yaşanmaması için Türkiye ile Yunanistan bu sorunları karşılıklı olarak denk, paralel ve eşit bir biçimde herhangi bir tarafa ne fazla ne de daha az haklar tanımadan görüşmeler yoluyla adil bir çözüme kavuşturmalarıdır.

Eğer görüşmeler yoluyla Yunanistan bu sorunun çözümüne yanaşmıyorsa, Türkiye tarafından İstanbul Rumlarının Vakıfları ve İstanbul Rum Başpiskoposunun seçimini, görev ve yetkilerini düzenleyen ve Yunanistan’da Batı Trakya Türklerinin vakıf ve Müftülerine uygulanan mevzuatın benzeri yasaların çıkarılması ve bu çıkarılacak olan yasaların da, Yunanistan’daki ilgili yasalara denk veya paralel hükümler ihtiva etmesi gerekir.

1981 yılından beri AB üyesi olan Yunanistan, Batı Trakyalı Müslüman Türklerin ve Türkiye’nin görüşlerini kale almadan ve anlaşmalara da aykırı olarak, Batı Trakya’daki Müslüman Türklerin Vakıfları ile ilgili olarak 1981 tarihli ve 1091 sayılı “Batı Trakya’daki Müslüman Azınlığa Ait Vakıfların ve Bunların Servetlerinin Yönetimi ve Kullanılmasına Dair” yasa ile 1991 tarihli ve 1920 sayılı “Müslüman Din Görevlileri Hakkında” yasaları çıkarmıştır.

AB üyesi olan Yunanistan’da Vakıflar ile Müftülükler konusunda iki ayrı yasa bulunmaktadır. Buna göre, AB üyesi olmak isteyen Türkiye tarafından da İstanbul Rum Ortodoks Vakıfları ile İstanbul Rum Başpiskoposluğu hakkında iki ayrı yasa çıkarılması uygun olacaktır. Ancak, İstanbul Rum Başpiskoposluğu hakkında çıkarılacak olan yasanın adı “Patrikhane veya Evrensel Patriklik” değil, İstanbul Rum Başpiskoposluk Yasası olması daha uygun olacaktır. Bu iki yasanın da ayrıca AB üyesi Yunanistan’ın Batı Trakya’daki Müslüman Türklerin Vakıflar ve Müftülükler yasalarına paralel hükümler ihtiva etmesinde büyük fayda görmekteyiz.

Amerika Birleşik devletleri, Avrupa Birliği ve Avrupa dışından olmak üzere sürekli olarak açılması yönünde yoğun baskıların yapıldığı Heybeliada Ruhban okulu konusunda da, Batı Trakya Türk azınlığına öğretmen yetiştirmek iddiasıyla Yunan makamları tarafından devreye sokulan, esasen temel pedagojik özelliklerden yoksun olan Selanik Özel Pedagoji Akademisi konusunu birlikte ele alınması uygun olacaktır. Bu çerçevede, bu okulun kapatılarak, yerine Gümülcine’de Heybeliada Ruhban okulu ayarında ve statüsünde bir okulun açılması konusu da Türkiye tarafından aynı şekilde ele alınarak, AB üyesi Yunanistan’daki Batı Trakya Müslüman Türklerinin durumu için Yunanistan tarafından öngörülenlere denk ve paralel düzenlemeler yapılmalıdır.

Lozan Barış Konferansında Türkiye ile Yunanistan arasında bir denge –Lozan Dengesi- sağlandıktan sonra 1923 Lozan Barış Anlaşması imzalanmış ve iki devlet arasında barış sağlanabilmiştir.

Lozan Barış Anlaşmasının 45. maddesi bir taraftan Türkiye’deki İstanbul Rumları için 37. maddeden 44. maddeye kadar sayılanlardan Yunanistan’daki “Müslümanlar” da yararlanacaklardır diyerek, Yunanistan’a yükümlülük yüklerken, diğer taraftan da Türkiye’yi, Yunanistan’daki Yunan uyruklu Batı Trakya Müslüman Türkler üzerinde hak sahibi yapmaktadır.

Bu dengeden hareketle, Türkiye’nin özellikle İstanbul Rumlarıyla ilgili her türlü konuyu AB makamlarıyla ele alırken, Batı Trakya Türklerinin sorunlarıyla birlikte değerlendirmesi, hem tarihsel hem de Lozan Anlaşmasından kaynaklanan bir sorumluluktur.