PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Peygamberimizin son konuşmaları | Nihat Hatipoğlu anlatıyor


NOYAN
02-26-2010, 11:33
Peygamberimizin son konuşmaları

VEFATINDAN önceki son günlerdir. Henüz hasta değiller. Ama görevinin sona erdiğinin haberini almışlardır. Sahabesiyle sohbetlerini sıklaştırır.

Anlatılmadık, uyarılmadık bir şey bırakmak istemez. İman edenlerine büyük bir hazine bırakacaktır. Diğer din mensuplarının elinde olmayan bu büyük miras “hadisler” olarak inanç ve ibadet hayatımıza yansıyacaktır. Bir an için biz de kendimizi O'nun Medine'sinde, tertemiz mescidinde oturmuş dinliyor gibi sayalım. Bakalım bu tertemiz ve nezih dudaklardan neler dökülüyor.

Şöyle buyuruyordu: “Ben sizin öncünüzüm. Ahirete sizden önce gideceğim. Mahşerde size şahitlik yapacağım. Vallahi şu an mahşerdeki (Kevser) havuzuma bakar gibiyim. Allah'a yemin olsun ki benden sonra sizin yeniden şirke bulaşmanızdan korkmuyorum. Sizin dünyalık uğruna birbirinizle boğuşmanızdan korkuyorum. Dünyanın fitnesine bulaşmanızdan korkuyorum.”

* * *

Biraz sonra dışarıdan bir adam geçti. Adam görkemli bir görünüşe sahipti. Hz. Peygamber (sav) elleriyle adamı gösterip sordu: “Bu adam hakkında ne dersiniz?” Şöyle dediler: “Bu öyle bir adamdır ki, kız istemek için bir kapıya giderse geri çevrilmez. Bir konuda aracı olursa aracılığı itibar görür. Söz söylerse kulak kesilir.” Bu cevabı duyan Hz. Peygamber (sav) sustu. Cevap vermedi. Biraz sonra maddi durumu iyi olmayan, yoksullardan sayılan bir adam geçti. Hz. Peygamber (sav) onu kastederek sordular: “Peki, bu adam hakkında ne dersiniz?” Cemaat şöyle cevap verdi: “Bu adam kız istemek için bir kapıya gittiğinde reddedilir. Aracı olmak isterse itibar görmez. Güzel de olsa bir söz söylediğinde dinlenmez.” Bu cevabı dinleyen Hz. Peygamber (sav) görünüşün değil, iç âleminin, ruh dünyasının önemli olduğunu anlatma sadedinde şöyle cevap buyurdu: “Şu son adam (görünüşteki yoksul adam) dünyalar dolusu (gösterişli) öteki adamdan daha hayırlıdır.”
Son zamanlarında bakışımızı sorguluyordu. İtibarın; kıyafete, görüntüye, şan ve şöhrete, zenginlik ve tanınmışlığa odaklandığı kısır bakışımızı eleştiriyordu.

* * *

Sahabesine iyi işlerle meşgul olmalarını öğütlüyordu. Orta -denge- unsuru bir millet olduklarını hatırlatıyordu. Son kitabın “Kuran” olduğunu, kendisine iman edenlerin ise sonsuz sevaplar kazanacağını belirtiyordu. Diğer peygamberlerle kendi iman edenlerini şöyle tanımlıyordu: “Hz. Musa'nın kavmi şuna benzer. Bir adamın yanında işçisi vardır. Adam, sabahleyin işe başladı ama öğleye doğru yoruldu. İşverenden ücretini istedi. İşveren ücretini verince de işçi işi bıraktı. Sonra işveren başka bir işçi buldu. Onlar da Hz. İsa'nın iman edenleriydi. Onlar da öğleye kadar getirilmiş işi alıp ikindiye kadar getirdiler. İkindi vakti olunca onlar da yoruldular. İşverenden ücretlerini istediler. İşveren onlara ücretlerini verip onları da gönderdi. Sonra işveren başka işçiler buldu. Bu yeni işçiler sizlersiniz, yani benim iman edenlerimdir. Onlar ikindi vaktine kadar getirilmiş işi oradan alıp güneşin batışına kadar getirdiler. Ve işi tamamladılar. Artık işveren işi bitiren bu yeni işçilere hak ettiklerini fazlasıyla verdi.

Daha önceki işçiler bunun üzerine işverene sordular: ‘Neden onlara daha çok verdin?' O şöyle cevap verdi: ‘Size hak ettiğinizi verdim. Zulmetmedim. Ama bunlara fazlasıyla verdim. Fazlasıyla vermek ise benim hakkımdır. Dilediğime hak ettiğinden fazlasını veririm'...”

Efendimiz (sav) sanki insanlığın inanç şemasını veriyordu. Yorulan milletlerin yarıda kaldıklarını vurgularken, Müslümanlara da ikazda bulunuyordu: “Akşama kadar göremezseniz yani erken yorulursanız siz de ancak hak ettiğinizi alırsınız. Ötesini sakın beklemeyin.”

* * *

Son zamanlarında Medine'deki minberine daha çok oturmaya başladı. Bazen öylesine uzun konuşurdu ki yorulur ve minbere otururdu. Bir gün sabah namazından sonra konuşmaya başladı, öğleye kadar hiç dinlenmedi. Namazdan sonra ikindiye kadar devam etti. Sonra akşama kadar devam etti. Diğer milletlerin hallerini anlatarak onların düştükleri hatalara düşülmemesini ikaz ediyordu. Kalp ve ruh hayatında takvayı anlatıyordu. Allah'ın ipini “Kuran'ı” bırakmayın diyordu.

Kendisinden sonra gelişecek fitneler konusunda uyarılarda bulunuyor, fitnede taraf olmamayı istiyordu. Merhamete vurguda bulunuyor, sermayedeki Allah'ın hakkını -zekât ve sadakayı- anlatıyor, muhtaçlara el uzatmayı emrediyordu. Sanki hayata dair anlatılmadık hiçbir şey bırakmıyordu. Kabrin ve mahşerin kapısını aralıyor ve oradan aldıklarını -insanların anlayacağı bir üslupla- aktarıyordu... (Önümüzdeki hafta cennet ve cehenneme ilişkin neler gördü, neler anlattı. Onları paylaşacağız inşallah...)

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=13842059&yazarid=253&tarih=2010-02-19

Peygamberimizin son konuşmaları (II)

“Cennet ve cehennem bana yakınlaştırıldı...”

Hz. Peygamber, vefatı yaklaştıkça gideceği âleme ait manzaraları daha çok görmeye başladı. Yüce Allah peygamberine gideceği ahiret âleminin perdelerini birbiri ardınca aralıyordu. O da gördüklerini etrafındaki sahabesine anlatıyor, cennete teşvik ederken cehennemden de sakındırıyordu. Cennet ve cehennemi anlatırken sanki gözleriyle görüyordu. Sanki dokunuyordu. Gördüğü manzara tertemiz yüzünde aynanın aksi gibi belirginleşiyor, bazen tebessüm ederken, bazen endişeli bir hale bürünüyordu. Sonra ağır ağır şöyle anlatıyordu:

“Yüce Allah cennet ehline şöyle seslenecek: ‘Ey cennet ehli!’ Onlar da büyük bir edeple şöyle seslenecek: ‘Emret Ey Yüce Rabbimiz!’
Allah (cc) soracak: Halinizden memnun musunuz?

Cennet ehli: Nasıl memnun olmayız ki! Sen bize kimseye vermediğin bir makam verdin. Nasıl razı olmayız ki...

Allah (cc) buyuracak: Size daha fazlasını vereyim mi?

Cennet ehli: Ya Rabbi, bundan daha fazlası var mı ki?

Yüce Allah (cc) buyuracak: Evet, vardır. Size rızamı verdim. Artık sonsuza kadar korku ve endişe olmayacak.

* * *

Bir an duraksıyordu. Belli ki gözünün önünde beliren bir manzarayı aktaracaktı. Şöyle buyuruyordu: “Demin cennet ve cehennem bu duvarın üzerinde belirdi.
Duvara bakarken cennet ve cehennemi seyrettim. (Bugün televizyonu görünce bu hadisi daha iyi anlıyoruz.) Hayatımda cehennemden daha feci bir manzara görmedim. Ve yine hayatımda cennetten daha güzel bir manzara görmedim.”

* * *

Son günlerinde fitneye, kaosa, karışıklığa, çatışmalara karşı sürekli uyarılarda bulunuyor, birliğin-beraberliğin kaybolması halinde çözülmenin geleceğini haber veriyordu. Kudret, kuvvet ve saltanatın ebedi olmadığına, deveran halinde olacağına vurguda bulunuyordu. Şöyle özetliyordu değişmez sünnetullahın değişmez ilahi kuralı: “Allah aşağıya doğru indirmeyeceği hiçbir şeyi yükseltmez.” İbn-i Haldun’un; devlet ve medeniyetleri canlı bir organizmaya benzetmesi bu sözleri doğrulamaktan başka nedir ki...

Zaman ilerledikçe cenneti, daha çok hasretini haykırıyordu. Sanki gideceği yeri tanıtıyordu. Sanki veda’dan önce hasretini haykırıyordu. Ben sizin öncünüzüm derken, iman edenlerini orada bekleyeceğinin sözünü veriyordu. Ne dersiniz belki de büyük bir hasretle ‘dostun sıcaklığını hissedeceği evine’ doğru giderken cehennem ve ateş çok uzaklarda kalsın istiyordu:

“Cennet ehli, kendilerinden daha yüksekte olan diğer cennet ehlinin köşklerine bakacaklar. Yeryüzünde duranların, gökte beliren ve sonra kaybolan yıldızları seyrettikleri gibi. Cennet ehlinin bir kısmının makamları o kadar yüksekte olacak ki ulaşılamayacak kadar yüksek. Herkesin derecesi farklı olacak.”
Sahabe soruyordu: Ey Allah’ın Elçisi! Peygamberlerin cennetteki makamlarına kimse ulaşamayacak değil mi? O (sav) şöyle cevaplıyordu: “Ulaşabilecekler. Beni gönderen zata yemin ederim ki bazı insanlar var ki onlar; Allah’a iman ettiler ve peygamberleri doğruladılar. İşte onların bir kısmı peygamberlere komşu olacaklar. O görünen yüksek köşklerin bir kısmı onlara aittir.”

* * *

Bazen cehennem O’na (sav) o kadar yakınlaşıyordu ki, -o kadar belirgin halde görünüyordu ki- yüzünde endişe ve korku hali beliriyordu. Bazen cennet O’na (sav) o kadar yakınlaşıyordu ki, sanki elini uzatsa bahçesinden meyve koparıp alacaktır. Bu tarifsiz manzarayı Buhari’nin rivayet ettiği hadiste şöyle tanımlıyordu: “Cennet bana o kadar yakınlaştırıldı ki şayet cesaret edip elimi uzatsaydım sizin için oradan bir salkım (üzüm) koparabilecektim. Sonra cehennem bana o kadar yaklaştırıldı ki ben şöyle söylenmeye başladım: Yoksa ya Rabbi ben de buradakilerle beraber miyim? Yoksa ben de onlarla beraber miyim?”

* * *

Son günlerinde yaşadığı bu müşahede hali belki ‘miraç’ gecesi kendisine gösterilen cennet ve cehennem manzaralarından daha canlıydı. Bu, kıyamete kadar bir daha açılmayacak ‘peygamberlik kapısını’ kapatırken verilebilecek en son sınırdaki bilgilerdi. Bir daha benzer bilgiyi kimse veremeyecekti zira. Göklerden, yücelerden gelen bilginin kapısı bir daha aralanmayacaktı.

* * *

“Kendimi cennete girmiş gördüm. Bir de ne göreyim. Önümde ‘Ümmü Süleym’ (Hz. Enes’in annesi) duruyordu. Sonra bir ayak sesi duydum. Yanımdaki meleğe sordum: Bu kimin ayak sesidir? Yanımdaki melek: Bu ayak sesi eski köle Bilal’in ayak sesidir. Sonra bir köşk gördüm. Sordum: Bu köşk kimindir? Ömer’in köşkü dediler.”

Medine cemaati gözyaşları içinde rikkat kesilmişler ve bu büyük insanın hayata vedasını izliyorlar. Cemaate baktı. Belli ki birini arıyor. Sonra buldu ve sordu: “Bilal! Söyle bakayım. Seni bu makama getiren hangi amelindir? Senin cennetteki ayak seslerini işittim. Sen ne yaptın ki bu dereceyi kazandın?” Bilal (ra) mahcubiyet içinde şöyle mırıldandı. “Belki şu olabilir Ey Allah’ın Elçisi! Ben ne zaman yıkanır veya abdest alırsam gece veya gündüz- mutlaka Allah’a yönelir ve kılabildiğim kadar namaz kılarım.”

Son günlerinde böylece üç kişiliği ön plana çıkarıyordu. Ümmü Süleym’i. Dünya ölçeğinde hor görülen kadınların Allah katındaki derecesine işaret etmek için örnek kadın Ümmü Süleym’i. Köleliğe darbe vurmak için Hz. Bilal’i (ra). Ve samimi bir yürek için Hz. Ömer’i (ra).
(Konuya devam edeceğim.)

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/13937206.asp?yazarid=253