PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Kadın ve erkek üzerine iki bilinmiyenli denklem


denizci
01-04-2010, 12:21
KADIN VE ERKEK ÜZERİNE İKİ BİLİNMİYENLİ DENKLEM

Halit Özdüzen


Adam uyandığında etraf katran karası gibi karanlıktı; odayı hiç böyle gör-memişti, nesneler silüet olarak dahi görünmüyordu. Karyoladan uzanıp gece lambasının butonuna bastı nafile hiçbir şey değişmedi! “Acaba ışıklar mı kesik, niye jeneratör devreye girmemiş” diye söylendi! Uzanıp pencereyi açarken daha da hayrete düşüp, paniğe kapıldı; gökte ve yerde bir tek bir ışık dahi yoktu!...

Koru içerisindeki malikanesi uzaktan yat limana bakmaktaydı , az ötede mendirekte deniz feneri ve liman girişindeki sinyal ışıkları ve teknelerin lam-baları sabaha kadar yanıp dururdu; üstelik evin bahçe ve çevresi de aydın-latılmıştı. Limandaki yatı aklına geldi, uzun süredir pencerenin tam karşısına demirliydi, baktı ama, göremedi; “kaptan başka bir yere mi bağlamış acaba ” diye düşündü…

Çevrede bir tuhaflık vardı, bahçedeki ağaçlarda kuşlar sanki gündüz gibi cıvıl cıvıl ötmekte, denizden teknelerin motor sesleri yankılanmaktaydı… Gözlerini ovalarken, “ yoksa kör mü oldum” diye mırıldandı, Daha bir ay önce Boston’da genel kontrolden geçmiş, göz hocası, “sapasağlam” olduğunu söylemişti! Başını yeniden gökyüzüne kaldırdı; “ gökte ay olmalı” dedi, uçsuz bucaksız gökyüzü bir karanlıklar denizi gibiydi, ne ay, ne de yıldız vardı; uzayın memelerinden şehrin üstüne sanki karanlıklar sağılmaktaydı!

Çıldırır gibi olmuştu, pencereyi kapatıp tekrar odaya yöneldiğinde, birden aklına ellerine bakmak geldi,! Parmağımdaki pırlanta taşlı yüzük ve kolundaki pahalı saati hissedebiliyor, ancak göremiyordu; ellerini kollarının üzerinde gezdirdi, yatarken giydiği ipek pijaması üstündeydi, fakat onu da göremiyordu; aniden ölüm aklına geldi ,”acaba öldüm mü ? “ Diye söylenip, istemli istemsiz elleriyle yüzüne dokunup, “yaşıyorum, yaşıyorum “ diye sevinerek, bağırıp çocuklar gibi havaya zıpladı !

Tuhaf bir geceydi, birkaç dakika içinde odada, korku, heyecan ve sevinci üst üste ve beraber yaşamıştı!.. Sanki çıldırmak üzereydi, el yordamıyla bulduğu sandalyeye oturup, bu kapkara ortamın kasvetine uyarak kara, kara düşünmeye başladı; “bir kâbus olmalı, hem de kara bir kâbus!” diye mırıldandı… Önce delirdiğine karar verdi, sonra vazgeçti bu düşüncesinden “aynı anda hem kör hem de deli olunmaz” diye düşündü, nereden geldiyse birden çocukluk yılları ve yaşlı dedesi aklına geldi. İhtiyarlığında onunda gözlerine perde inmiş, ama yaşama sevincinden hiçbir şey kaybetmemişti! Yurt dışında burslu kazandığı mastırını bitirip, kasabaya ziyaretine gittiğinde kendisine dönerek: “ Oğlum, baştaki gözler kör olmaz, sinedeki gözler kör olur’ demişti! Dedesinin o şartlar altında dahi güzellikler düşünüp, yaşadığını anımsayınca biraz rahatladı…

Dedesi savaşlar, kıtlıklar görmüş, babasını kaybetmenin sonrasında yetim kalarak çobanlık, çitçilik yapıp ekmeğini taştan çıkararak, tarla tapan ve kasabanın en zengini olmuştu; çevrede oldukça sevilen bir anıt insandı. Geçirdiği zorluklar ve verdiği yaşam savaşı inancını oldukça pekiştirmişti… Adam, “hayata pozitif bakmak ne kadar güzel ve erdemli” diye düşündü; “kendisi de dedesi gibi olmalıydı, ama nasıl ?”

Oldukça zengindi, birkaç sektörde imalat ve yurtdışına ihracat yapan şirketleri vardı. Girdiği her ortamda hatırı sayılan biriydi, bakanlar, baş-bakanlar hatta cumhurbaşkanlarını yatı ve malikanesinde ağırlamıştı. Fabrika ve işyerlerinde on binlerce iççi çalışmaktaydı, onlarca arabası ve özel uçağı vardı; ama kasabada oturan dedesi kadar, hatta bırakın dedesini, babası kadar dahi mutlu olamamıştı (!)

Babası, kasabadaki ilkokulu bitirdikten sonra dedesi onu şehirdeki uzak bir akrabasının atölyesine çırak olarak vermiş, geceleri yazıhanede yatıp, kal-kar, pazardan pazara kasabaya gidermiş. Götürdüğü kirli çamaşırlarını annesi yıkayıp kurutur, özenle katlayıp çantasına koyup ,üstüne de birkaç tandır ekmeği sarmalarmış; sabah erkenden kalkan otobüsle işinin başına döner, getirdiği ekmekleri diğer çıraklarla paylaşırmış! Askerlik dönüşü bankalardan aldığı krediyle yan sanayide zar zor bir atölye oluşturup, kendi işini kurmuş. İki çocuğuna da yüksek eğitim aldırarak, öğretmen ve mühendis yapmıştı ! Bir sözü hala kulaklarında yankılanmaktaydı, “Oğlum, ne oldum deme ne olacağım de…!”

Atalar nasihati bu sözü, ilk duyduğunda ne anlama geldiğini pek anlayamamıştı! Gençti, dinamikti, aldığı eğitim sonrasında kendine oldukça yüksek güven gelmiş, “ne olduğunu da, ne olacağını da” biliyordu (!) Toplunda itibarlı bir ailenin damadı olmuştu, iki de çocuğu vardı; cirosu oldukça yüksek bir fabrika ve aile şirketinin müdürüydü, kendince önemli bir vizyon ve misyonu bulunmaktaydı. Hasta yatağında ziyaret ettiği babasının, bu cümleler ağzından döküldükten birkaç saat sonra canı bedenden ayrılıp, ruhunu Rabbine teslim etmişti . Bir yıl sonra da öğretmen oğlunun yanında kalan “Cennet Hatunu” diye boynuna sarıldığı sevgili annesi de Hakkın rahmetine ve öbür alemdeki eşine kavuşmuştu.

Esasen evlendikten sonra işlerinin yoğunluğundan ailesiyle telefon dışında pek görüştüğü de söylenemezdi! Yıllar önce balayı dönüşü, eşini kaldıkları şehre ailesiyle tanıştırmaya götürdüğünde, “bu yıkık dökük şehirde, bu yoksul insanlar arasında ne işimiz var” diye söylenerek, anasından emdiği sütü burnundan getirmişti ! Birkaç yıl sonra oğulları doğduğunda, torunlarını görmek için ağırlıklarıyla ziyarete gelen ailesi için koskoca evde, “yatıracak oda bulunmadığından” alıp otele götürerek, holdingin sürekli rezervasyonlu süitinde misafir etmişti. Kendince teselli olduğu tek şey, otelin uluslararası ününün olmasıydı !... Neyse ki bütün bunlar çok gerilerde kalmıştı, artık o günleri düşünmek dahi istemiyordu !…

O an aklına mutluluk takıldı, neydi mutluluk?.. Yüzünden gülücükleri eksik etmemeye çalışıyordu, ideallerinin hepsini, hatta çok fazlasını gerçekleştirmişti, Dünyada milyarlarca insanın arzulayıp da erişmek istediği her şeyi vardı! Şirketinde çalıştığı soylu bir ailenin kolej sonrası özel üniversitede eğitim almış, birçok zengin erkeğin, evlenmek için sıraya girdiği kendinden birkaç yaş büyük kızını, kendince “tavlayarak”, mantık evliliği yapmıştı! Ondan bir oğlu ve bir de kızı olmuş, ta Amerikalar da özel okullarda okutmuştu… Güçse güç, servetse servet, devletse devlet hepsi elinin altındaydı… İyi ama neden yalnız kaldığında birden bedbinleşip ümitsizliğe kapılarak, kendini yapayalnız ve mutsuz hissedip, kararan yüreğini afakanlar kaplıyordu?

Yoksa bu gece de onlardan birimiydi ? Ama birden irkildi “ hayır, hayır bu gece onlardan çok daha kötüsü” dedi, sandalyeden doğrulup tutuna, tutuna odadaki banyoya doğru yürüdü, ihtiyarsız olarak ışığın duyuna bastı nafile, karanlık devam ediyordu; musluk sol taraftaydı, açtığı bataryanın önüne ellerini tutunca, suyun serinliğini iliklerine kadar hissetti, hızla yüzüne çarpıp , ovuşturdu, gözlerini de açarak serin suyla buluşmasını sağladı, sudaki klor gözlerini biraz yaktıysa da aldırmadı, belli ki sudan bir yardım ve şifa bekliyordu !… Askıdan aldığı havluyla silinirken, “ körlük zor zanaatmış, bir ömür boyu nasıl katlanıyorlar “ diye söylenerek, el yordamıyla odaya yönelip sandalyesine oturdu.

Aklına gençlik yıllarında okuduğu bir kitaptaki, “Mutluluk üzerine düşünceler” geldi: Yazar mutluluğun ümitle doğru orantılı olduğunda bahse-dip, “içinde ne kadar gerçekleşen ve gerçekleştirmeyi beklediğin ümit varsa o kadar mutlusun” diyordu, “Gerçekleşmeyecek ümitleri taşımayı ise, sonu kabusla biten rüyaya” benzetmişti! … Boş ver dercesine elini sallayıp, “o ya-zara ne kadar da inanmış, mutluluk uzmanı olduğunu sanmıştım; ümitlerimin hepsi hatta fazlası gerçekleşti ama yine de mutlu değilim” diye söylendi !

Kendisini ve ailesini dindar olarak tanımlıyordu, bayramda kurbanlarını , keser, çevresindeki yoksul işçilerine dağıtır, yeri geldiğinde bazı hayır kuruluşlarına yardımda bulunur, bayramdan bayrama namaz da kılardı… Bir aile yakınlarını kaybettiklerinde veya bir tesis açılışında ülkenin en güzide “din adamı” olan emekli profesörünü davet edip, sohbet ederek rahatlardı. Ayrılışlarında arabaya kadar uğurlarken hoca ,’inşallah bir daha görüşürüz, şayet bu dünyada görüşemezsek, Cennette’ diye dua ederek, iyi temennide bulunurdu; o da “hocam daha gençsiniz inşallah yakında tekrar görüşürüz” diyerek şoförüne dönüp fısıltıyla “üstadı emrettiği yere bırak, emanetini de vermeyi unutma” diye tembihte bulunurdu!...

Birkaç yıl önce eşi, kadın kadına birkaç arkadaşıyla Hicaza Umre yapmak için niyetlendiğinde de hocaya danışmışlardı , yol arkadaşlarını sormuş , öğrenince bir müddet dalgın ve suskun kaldıktan sonra kendisini toparlayıp, heyecanla, “uygundur, uygundur mübarek olsun” demişti ! Adam, uzun süre hocanın o suskunluğunun ve heyecanının sebebini anlayamamıştı. Ancak daha sonra başka gruplardaki bazı medyatik hanımların Umre sonrası kokteyller düzenleyip ulu orta magazin basınına malzeme olmaları sonucu, eşinin de ağızlara sakız olacağı endişesini taşımaya başlayınca, hocanın o günkü tavrını anlayabilmişti!

Neyse ki medya patronları ve yönetmenleriyle yakın “dostluğu” bulunmaktaydı, eşi ve arkadaşlarına kamera tutmanın “nezaketsizlik ve haddi aşma olacağının” bilincinde olmaları gerektiğini düşünerek rahatladı; ayrıca şoför ve korumalar ne güne duruyordu! Aile fertlerinin özel yaşamında, “koruma duvarlarının” bulunmasının doğal olduğunu düşünmekteydi ! Ne de olsa diğer insanlara göre, ayrıcalıkları vardı; “sonra, yukarda kırk kişiydiler, kırkıda birbirini tanıyordu; tencere dibin kara, seninki benden kara” , bir de “ kaç kişi emek yediği kapıya ihanet edebilirdi ki (!)” “Belden aşağı vurmanın etik olmadığını bilmeleri gerekir” diye düşünüp rahatladı!... Yine de ne olur, ne olmaz diye, çalıştıkları reklam ajansının yöneticisini aratarak, “holdingle ilgili ellerindeki projelerden bir kaçını medyayla paylaşmalarını” tembih etmekten de geri kalmamıştı !

Aniden “sevgili eşi” aklına geldi, akşam yemekte otomotiv şirketinin yöneticisiyle yeni fabrika yeri projesi üzerinde çalışırken, eşi arkadaşlarıyla “My Life” kulüpte toplanıp, oyun oynayacaklarını belirterek evden ayrılmıştı. Adam şirket müdürünü uğurladıktan sonra, salonda hizmetçinin hazırladığı bitki çayını yudumlarken, bir yandan da kendi markasını taşıyan dev ekranlı tele-vizyonda yabancı ajansların ekonomi haberlerini dinleyip, hissesinin bu-lunduğu Londra borsanın yükseldiğini öğrenince keyiflendi… Saatine baktı, gece yarısını geçmekteydi, televizyonu kapatıp, yatmak için odasına yönel-diğinde, yolda hizmetçi kalp ve tansiyon ilaçlarını bir bardak su eşliğinde uzattığında, morali oldukça yüksekti! Hizmetçiye , “hanımın bir saat içerisinde gelirse odama gelsin, yatmamış olacağım, bekliyorum” diye tembihte bulunurken, yüzündeki tebessümü kadında da fark ederek, biraz manalı, biraz da hayretle ona bakmış; fakat hemen toparlanarak, başını yana çevirerek bakışlarını beyinden kaçırmıştı!…

O yıl adamla eşinin evliliklerinin otuz beşinci yılıydı, hizmetçi eşinin ilk çocuğuna hamileliğinden itibaren çok genç yaşında hizmetlerinde bulunmaya başlamış; birçok talibi olduğu halde evlenmemişti! Efendilerini anne ve baba gibi bilmekteydi, onlarda onu çok severdi. Kızlarının doğumu sonrasından iti-baren bey ve hanımın aynı katta fakat ayrı odalarda yatmalarını oldukça ga-ripsemişti ! O gece belki de içinden, “ yeni bir çocukları daha olur” diye ge-çirmiş olmalıydı(!)

Hizmetçi bir kat altta, hanımın yatak odasının altındaki odada kalıyordu, en küçük bir tıkırtı olsa bile duyardı. Hanımıyla yatak odasındaki televizyonun son kuşak romantik aşk dizsini beraber izlerlerdi; hanım karanlıktan ve yalnız uyu-maktan korktuğundan, uykuya dalıncaya kadar ona günlük gazetelerin magazin sayfalarını ve piyasaya yeni çıkan aşk romanlarından bazı pasajlar okurdu; çoğu kez uyku ilacını almadan da uyuyamazdı! Genellikle, çok sevdiği köpeğini okşaya, okşaya uykuya dalar, uykusu derinleştiğinde hizmetçi sessizce odadan ayrılarak, odasına çekilirdi.

O gece elbisesiyle yatağa uzanan hizmetçinin gözüne uyku girmedi, sabaha kadar hanımının eve dönmesini bekledi ama nafile ! “Nevin’in kulübünde sabahlamış olmalı diye düşündü; eşi iş seyahatinde olduğu bazı gecelerde de öyle yapardı! Jet Nevin, sosyetenin ve medyanın çok yakından tanıdığı gençliğinde güzellik kraliçesi de seçilmiş, oldukça zengin ve gönlünce yaşayan ellisinde ama hiç yaşlanmayan şen , şakrak bir duldu. Ölen kocası, or-duya jet yakıtı ithal edip satarak, ailesine çok geniş çevre edinmişti. Hayali ihracattan kısa sürede büyük paralar kazanıp, mültü milyarder olunca , adına “Jet kamil” denilmişti! Genç yaşta şüpheli bir trafik kazasında ölünce de lakabı eşine kalmıştı! Bir müddet sora üç ay kadar yer altı dünyasının ünlü bir babasıyla birlikte olmuş, daha sonra sevilisi alkol komasından hayatını kaybedince de, yalnız kalmıştı (!) ‘Beyle jetlerin yıldızı hiçbir zaman barışmadı” diye düşünerek uyumaya çalıştı …

Hizmetçinin gözüne uyku girmiyordu, aklı Nevin’de kaldı… “Eşi hayat-tayken ve sonrasında hakkında pek çok dedikodu çıkmıştı : ‘Güya dul ve evlenmemiş genç zengin hanım ve kızları toplayıp, Arap ülkelerine götürerek şeyhlerle safariler düzenler , onlar geldiğinde de yalısında ağırlayıp, alem yaparlarmış ‘ ! Hizmetçi birden irkildi, bunları düşündüğüne pişman olup, ‘tövbe, tövbe dedi, hadi Jet Nevin neyse , misafirler koskoca şeyhü’l Haremeyn ve peygamberin kavminden , çarpılım sonra; dedikodu yaparak günaha mı giriyorum ne” diye mırıldandı!!!

Aylardan Mart ve ilkbaharın başlangıcıydı hizmetçi saat altıyı gösterirken yataktan doğrulup, tam terliklerini giymek üzereydi ki, beyinin kendisini çağıran servis zili çalmaya başladı, apar topar yukarıya koşarken, “ hanım her sabah uyandığında, sırtına masaj yaptırmak için çağırdı da, bey hiç odasına çağırmamıştı; inşallah kriz falan” geçirmemiştir diye söylendi…

Kapıyı açtığında adamın sandalyede oturmakta olduğunu gördü , elinde yü-zünü sildiği havlusu vardı; gözleri kan çanağı gibiydi, geceyi uykusuz geçirdiği her halinden belli olmaktaydı. Hizmetçi korku ve heyecan karışımı ses tonuyla, ”buyurun efendim” dedi , adam gayet sakin “saat kaç kızım” dediğinde, hizmetçi geç kaldığını sanarak telaşlandı, “efendim erken kalktım ama, yediden önce mutfağa inmeyeceğinizi bildiğimden, rahatsız etmemek için sessiz davrandım” dedi. Adam hizmetçinin konumunu anlayıp, üzmemek için “ kızım odadaki saat doğru mu? diye sordu! Hizmetçi kekeleyerek “doğru, altı on beş “dedi. Adam konumunu belli etmemeye çalışarak, “bu gün hava nasıl” diye sordu, hizmetçi:“günlük güneşlik efendim, inşallah sizin ve aileniz için iyi bir gün olur” diye cevapladı. Adam “kızım perdeleri aç da, odaya da güneş girsin” diyecekti ki, birden perdeleri kendisinin açtığını hatırladı; uyandığından beri değişen bir şey yoktu, artık tamamen göremediğini anlamıştı… Aniden karısı aklına geldi, konumunu ilk onunla paylaşmalıydı “hanımın herhalde geç geldi, sen de uykusuz kaldın” deyince, kelimeler hizmetçinin hançerine düğümlendi, zar zor,“hanımım bu gece eve gelmedi” sözleri fısıltıyla dökülebildi dudaklarından… Hizmetçiye , “teşekkür ederim çıkabilirsin” diyerek gön-derdiğinde , gözlerindeki körlük zerre, zerre bütün duyguları bloke etmeye baş-lamıştı! …

Yaşamı bir filim şeridi gibi gözlerinin önünden yeniden akmaya başladı; Adam oldukça güçlü ve zekiydi lise yıllarında okulun basket takımında oyna-mış, arkadaşları çift dikiş giderken o , yabancı dille eğitim yapan liseyi yatılı okuyarak birincilikle bitirmişti, sonra en gözde üniversitede, makine mühendis-liği ve arkasından İngiltere’de işletme mastırı, orayı da başarıyla tamamladıktan sonra ülkeye dönmüş ve kayınpederinin rulman fabrikasında işe başlamıştı; arkasından patron danışmanlığı ve onun desteğiyle iki aylık mini askerlik dönemi, böylece vatan hizmetini de bitirmişti (!)

Babası onunla iftihar ediyordu; “oğlum sanayici, hem de en büyüğü olacak” diyordu, “ancak bu kadar da büyük olacağını tahin edememiş”, diye düşündü!. Kayınpederi için “ çok iyi biriydi” diye mırıldandı, sağlığında yöneti-mine kendisine getirerek, hisselerini hayattaki tek çocuğu ve iki torununa devrettiği iflasın eşiğindeki fabrikadan, damadının kısa dönemde birkaç sanayi kuruluşunda mal ve hizmetle üreten dev bir holding çıkaracağını nereden bilecekti ! Bunları görmeye ömrü yetmedi” diye söylendi ! “Onunla da kalmayıp ülkenin yüksek müşteri portföyüne sahip, hatırı sayılır kamu bankalarından birini de özelleştirme sonrası çok uygun fiyata satın aldığını da görmesini isterdim ! Gece gündüz hamallar gibi çalıştım ,kim çalışırsa tanrı ona verir” diyordu!..

Herkese yaranmıştı da bir tek eşi ve çocuklarına yaranamamıştı; onunda nedeni, eşinin kendisini taşralı olarak görüp, işkolik bulmasından kaynaklanı-yordu, Eşi ailesinin, Bursalı “Hamamcızadelerden” geldiğini ve oldukça asil olduklarını söylüyordu. Adam araştırdığında, kayın pederinin dedesinin tellak olduğunu öğreniş , fakat üzülürler diye çocuklarına söyleyememişti. Eşi dedelerinden bahsederken “Hamamcızade” sözcüğüyle meşhur musikişinas “ Hamamizade”’nin lakabını bilerek karıştırırdı ! Adam ise her duyduğunda eşine çaktırmadan içinden gülerdi. Evliliklerinin ilk yıllarında “Hamamizade” değil “ Hamamcızade “ diyecek oldu, “ikisi de aynı kapıya çıkar” köylü ve çiftçi, değil ya diye, sinirlenerek yüzüne bakmıştı. Lafın altında kalmamak için, “ Tellaklıktan iyidir” demek için tam ayağa kalkacaktı ki, içinden “La havle” çekip yutkundu, o günden sonra kendisini iç güveyisi gibi algılayıp, yediği her fırçayı kendince olgunlukla karşılamaya başladı, ne de olsa karşısındaki “sev-gili eşi” ve çocuklarının annesiydi (!)

Çocukları aklına gelince uzun uzun iç çekiş sonrasında, çok yazık der gibi başını iki yana salladı, belli ki özlemişti oğlu otuz, kızı yirmi sekiz yaşındaydı “koskoca adam oldular, hala bir baltaya sap olamadılar, bankadaki hesaplarını aşındırıyorlar” diye mırıldanıp, hayıflanarak “keşke benimde böyle bir babam olsaydı” dedi , “ama ben onlar gibi yapmaz, gelir fabrikalardan birinin başına geçerdim” diye, söylenmeye devam etti; “ama anneleri mani oluyor, güya onları kollarken, haylazlaştırdı, halbuki ben ilkokuldan itibaren yazları babamın yanında çalışmaya başlamıştım, bu günkü servetim o günden itibaren yaşadığım çalışma disiplinine borçluyum” diyerek göğsünü kabarttı!

Sanki karşısında çocukları var gibi, heyecanla anlatıyordu: “Atletik yapıdaydım, oldukça yakışıklıydım, okulun en güzel kızları benimle çıkmak için can atarlardı, hepsine boş verdim, ideallerimi ve babamın hayallerini gerçekleştirmek için,çalıştım; elin gavur memleketinde dahi komilik garsonluk yaptım, o işlere bakmadım, ya siz kime benzediniz bilemiyorum?” Dedikten sonra artan üzüntünün stresinden gözlerinden yaşlar boşanıp hıçkırıklara boğulup bir nebze rahatlayıp, dakikalarca sessiz kaldı ! O kadar doluydu ki, yıllardır bu ve benzer lafları çocuklarının yüzüne karşı söylemek istiyordu ama yapamıyordu!?…Rahatlama sonrasında birkaç yıldan beri mal varlığının bir bölümünü yararlı işlerinde kullanılması konusunda düşündüğü projeleri gerçekleştirememiş olduğu için yeniden üzülmeye başladı! “Bu kadar çaba sonucu oluşturduğum serveti bu soytarılara mı bırakıp gideceğim ?” Deyip hayıflandıktan sonra, ayağa kalkarak tepinmeye başladı.

Hayalinde kızını sağına, oğlunu soluna almıştı, coştukça, coşup içini dökmeye başladı; “kime benzediniz, ha kime benzediniz” ? “Biriniz davulcu ve zurnacılarla, ötekiniz o hippi kılıklı kızlarla, bu ülke senin,öbür ülke benim durmadan sürtüyorsunuz, güya ‘beyefendi’ ihracat için bağlantı yapacakmış ? “Ne ihracatı, sen yapsan, yapsan…., diye başlayan cümlesini bitiremedi , tepinirken sağ elinin hırsla yumruk yaparak dakikalarca sıktığından kan beynine sıçramıştı, ayakta duramıyordu, sandalyeye tutunmak istedi nafile, düşmemek için bütün gücünü topladıysa da beceremedi, dizlerinin üstüne bükülüp yığılarak , yerdeki ipek Acem halısının üstüne boylu boyunca uzandı kaldı !…