PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Tanzimat dönemi öncesi ve sonrası


DİGİMAX
09-30-2009, 16:27
Tanzimat Öncesi Dönem

Osmanlılarda "Gümrük" kelimesi maliye dilinde yer (mekan) anlamına kullanılmıştır. "Gümrük" kelimesi hem anlamı ve hem de konusu itibariyle, Osmanlı mamul ve mahsullerinin yabancı memleketlere ve yabancı memleket mamul ve mahsullerinin de Osmanlı Devleti'ne ithal veya ihraç edilmesi sırasında, ithal veya ihraç eşyasının çıkarıldığı, getirildiği daire anlamında kullanıldığı gibi, genel kullanımda bu kelime, bu daireye çıkarılan her türlü eşya üzerinden alınan resim anlamına da gelmektedir.

Bu tarife göre, gümrük resmi esasen Osmanlı Devleti'nden yabancı ülkelere veya yabancı ülkelerden Osmanlı Devleti'ne ithal veya ihraç olunan eşya üzerinden alınan bir çeşit ticaret vergisi ise de, ülke toprakları içinde bir iskeleden diğer bir iskeleye denizden, bir şehir veya kasabaya karadan nakledilen veya çıkarılan eşyadan da, muhtelif isimler altında asırlarca gümrük resmi alınmış, daha sonra bunlardan bir kısmı zaman içinde kaldırılmıştır.

Diğer taraftan, Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey zamanında, bazı geçiş yerlerinde "Meks" adı altında "Baç" biçiminde bir tür vergi alınırdı. Ancak, halk Meks'in şeriata uygun olmadığını düşündüğünden, "Mekkas" diye adlandırılan gümrük memurluğu mesleğine karşı o dönemlerde fazla ilgi göstermez ve bu görevi almaktan kaçınırlardı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan daha sonraki yıllarda "Üşur" ve "Bac" adı altında tahsil edilen vergiler vardı.

Tarihçiler, "Üşur" adı ile gümrük resminin konulma esasının ve tarh sebeblerinin şer'i olduğunu, sonraları buna bir takım usul ve kaideler de zam ve ilave edilerek gümrük resminin çeşitli değişikliklere uğradığını, "Üşur"un tahsilinin meşru olduğunu, ancak, zorla alınan bir vergi demek olan "Bac" resminin tahsilinin şer'i olmayıp, örf ve adede dayandığını, "Bac" resmi tamamen ayrı bir şey iken, bazı mahallerin maliyesinin ikisini de birleştirerek, uzun zamanlar öylece tahsil ettklerini, yani geçirilen bir maldan hem gümrük ve hem de çeşit çeşit adlarla "Bac" resmi alındığını belirtmektedirler.

Osmanlı İmparatorluğu'nda tanzimat öncesi döneme rastlayan tarihlerde tahsil edilen resimlere "Ezmine-i Atika Gümrükleri" denilirdi. Bunlar tahsilleri zaman içinde çeşitli kanun ve nizamlarla kararlaştırılmış olan ve yabancı devletlerle hiçbir anlaşmaya bağlı bulunmayan rüsumattır.

O dönemlerde, sözüedilen bu gümrük vergilerinden; eşyanın geldiği ülke, gideceği yer ve yerli veya yabancı olup olmadığı gözetilmeksizin, gerek karadan ve gerekse denizden getirilen veya nakledilen, her türlü mal ve ticari eşyadan alınan gümrük resmine "Amediyye", eğer bu mal ve eşya evvelce dahil olduğu mahalde sarf ve istihlak olunmayarak diğer mahalle nakledilirse, ondan alınan gümrük resmine "Reftiyye" , eğer eşya dahil olduğu mahalde sarf ve istihlak olunacak olduğu takdirde, ondan alınan gümrük resmine "Masdariyye" ve yabancı memleketten gelip, dahilde sarf olunmayarak, bir başka yabancı memlekete sevkedilen eşyadan alınan resme de "Müruriyye" deniliyordu.

"Masdariyye" resmi, şimdiki mevzuat gözönüne alındığında bir nevi tüketim vergisi anlamına gelmektedir ki, sonraları gümrük işlemlerinden kaldırılmış ve o tarihlerde sadece İstanbul Balıkhanesi'ne mahsus kalmıştır.

Öte yandan, bu dört çeşit verginin konulması aynı anda olmamış, belki asırlar boyu elde edlen tecrübeler, yabancı devletlerle yapılan anlaşmalar ve beliren ihtiyaçlar nedeniyle zaman içinde muhtelif nizamname ve talimatlarla uygulanmaya başlamıştır.

Gümrük Resmi genelde kıymet esasına göre tesbit edilirdi. Ancak, bu sistem tüccarla gümrükçüler arasında malın gerçek değerinin tayini hususunda devamlı tartışmalara sebeb olduğundan, 18 inci yüzyıldan itibaren gümrük resimleri, belli tarihteki mal fiyatlarına göre tesbit edilen spesifik tarifeler üzerinden alınmaya başlandı.

Öte yandan, daha sonra yapılan ticaret anlaşmaları nedeniyle, tanzimat döneminde göreceğimiz Rüsumat Emaneti tarafından, bu "Amediyye", "Reftiyye" ve "Masdariye" tabirleri tamamen ortadan kaldırılmış ise de, bu tabirler eski gümrükçülerin dillerinde daha sonraları da kulanılmışlardır.

Bu tabirlerin yerine, yabancı memleket mahsul ve mallarından dahilde sarf olunmak üzere Osmanlı İmparatorluğuna gelen mal ve eşyadan alınan gümrük resmine "İdhalat Resmi", yerli mahsul ve mallardan yabancı memleketlere ihraç olunan mal ve eşyadan alınan gümrük resmine "İhracat Resmi" ve yabancı memleketlerden gelip, dahilde sarf olunmayarak diğer bir yabancı memlekete geçirilen mal ve eşyadan alınan resme de "Müruriyye" denilmeye başlanılmıştır.

Osmanlılar, "gümrük resmi"ni, uygulama ve etkisi yönünden bakılacak olunduğunda devlet gelirleri içinde en zoru, tahsil edilmesi açısından bakılacak olunduğunda da, en çabuk elde edileni olarak görmüşlerdir ki, doğrusu da budur.


Yabancı devletlerle ticaret anlaşmaları yapılıncaya ve gümrük tarifeleri konuluncaya kadar, Osmanlı Devleti'nde gümrük gelirleri, hazine defter gelirleri içinde önemli bir yer tutamadığı gibi, her yerde dahi eşit gümrük resmi uygulaması mevzu bahis olamamıştır

Diğer taraftan, Osmanlılar'da gerek mevki itibariyle konumu ve gerekse eşya cinsi gözönüne alınarak, gümrüklere de farklı isimler verilir, bunlardan deniz kıyısında bulunanlara "Sahil Gümrükleri", sınır boyunda kurulu olanlara "Hudud Gümrükleri" ve orta yerde bulunanlarına da "Kara Gümrükleri" adı veriliyordu.

Kara gümrükleri genelde iç ticaret mallarına yönelik iken, sahil gümrükleri hem iç hem dış ticaret malları için sözkonusu oluyordu. Gerçekten İstanbul, İzmir, Antalya, Selanik, Beyrut, Trabzon, Kefe gibi merkezler sadece dış ticaret değil, deniz taşımacılığının daha ucuz ve bazı hallerde daha kolay oluşu nedeniyle, iç ticaret için de önemli liman ve gümrük merkezleriydi. Bunların yanında daha az işlek olan ikinci derecedeki limanlarda da gümrükler bulunuyordu. Kara yoluyla yapılan ticarette gümrük resmi alınması kara gümrüklerinin kurulmasını gerektirmişti. Bursa, Erzurum, Tokat, Diyarbakır, Bağdat, Şam, Halep, Edirne ve Belgrad gibi büyük şehirlerden başka, daha küçük yerlerde de kara gümrükleri vardı.

Küçük gümrükler genellikle yakınındaki büyük gümrüklere bağlanır ve bir ferman gönderilmesi, yahut iltizama verilmesi gibi durumlarda yalnız büyük gümrük adı yazılır, diğerleri için ise, "ve tevabi' gümrükleri" (ve bağlı gümrükleri) denilmekle yetinilirdi. 1801 yılında Osmanlı Gümrüklerinin sayısı 100' ün üzerindeydi.

Osmanlı İmparatorluğu'nda, kara gümrükleri kurulması gerekliliği doğunca ve bazılarının da bağlı bulundukları mahallere nakli sözkonusu olunca, büyük kazalarda ihracat gümrükleri ile ithalat gümrükleri birbirinden ayrılmış, bazı büyük iskelelerde de eşya bazında birbirinden ayrı gümrük idareleri kurulmuştur. Örneğin, emtia gümrükleri ile zahire denilen kuru gıda gümrükleri birbirinden ayrı idare edilirken, kuru meyva ile yaş meyva gümrükleri de farklılaştırılmış ve hatta, giriş gümrük kapısı ve mahreç ülke itibariyle de farklı gümrük idareleri tefrik olunmuştu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk dönemlerinde, diğer vergiler gibi gümrük vergileri de, mali yapı içinde hazineye bağlı olarak "İltizam" ve "Emanet" şeklinde adlandırılan iki ayrı usule göre toplanıyordu. Gümrükler de, madenler, darphaneler ve dalyanlar gibi birer kiralama konusu idi. Bu tür kiralamaya konu olan gelir getirici yerlere "Mukataa" deniliyordu. Bütün mukataalar gibi gümrükler de zaman içinde iltizam ve emanet usulü ile idare edilmişlerdir.

Vergilerin devlet memurları vasıtasıyla toplanması anlamına gelen emanet usulü ile idarede "Emin", Devlet tarafından tayin edilen bir memur statüsündeydi. Toplanan gümrük vergileri Gümrük Eminleri ve memurlar vasıtasıyla hazine hesabına alınıyordu. Buna göre, gümrükte çalışanların maaş ve aylıkları, kira, kırtasiye, temizlik ve yakacak masrafları, gümrüğüne göre ödenmesi planlanan tophane, baruthane, kale neferleri ulufeleri gibi harcamalar çıktıktan sonra, artan para merkeze yollanıyordu.

Bir gümrüğün iltizama verilmeden önce hasılatının tam olarak bilinmemesi, iltizama çıkarıldığında istenilen rakamı bulamaması, yahut arızi bazı sebeblerden dolayı bir gümrüğün gelirinin azalması gibi hallerde, "mukataa" emanet yoluyla idare edilirdi.

İltizamlar açık artırma yoluyla yapılıyordu.Gümrük gelirleri 1-3 yıllık sürelerle "Mültezim" denilen müeahhitlere ihale ediliyordu. İhalede, bir bakıma teminat olarak, sarrafların kefaleti de, taahhüd olarak aranırdı. Diğer mukataalarda olduğu gibi, gümrük mukataalarında da tek bir gümrük değil, bunların birkaçı bir arada, hatta bazan dalyan, pencik vb. resimlere ait mukataalar da eklenerek iltizama verilirdi. Bundan maksat birinin karının diğerinin zararını telafi etmesiydi. Örneğin, 1111-1112 de (1699-1700) İstanbul, Galata, Gelibolu, Tekirdağ, Ereğli, Silivri, Enez, Bandırma, Edincik, Mudanya, İzmit ve bağlı iskeleri gümrükleriyle, rüsum-ı reft, dellaliye, kara gümrüğü ve bağlantıları, dalyan-ı mahi, rüsum-ı masdariyye, Edirne gümrüğü, İzmir ve Sakız gümrükleri ve bağlı mukataası birlikte iltizama çıkarılmıştı. Bazan, emanetle idare içinde de iltizama gidilebiliyordu. Eğer mukataa bir gümrük memurunun maaşını dahi karşılıyamıyacak kadar az gelir getiriyorsa, o takdirde emin tarafından maktu olarak ihale edilebiliyordu.

İltizamla idarede mültezim, iltizam bedelinin bir miktarını "muaccele" adıyla peşin olarak öder, kalanı takside bağlanırdı. Mültezim'in hazineye ödediği miktarın üstünde elde ettiği gelir de onun karı olurdu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun kurulmasından tanzimata kadar dahili gümrük rüsumunun tahsil usulü, belirtilen şekilde idi. Bazı önemli eyaletler ve yurtluk ve ocaklık şeklinde idare ettirilen bazı sancaklar hariç, bütün mahallerin gümrükleri, o zamanların terimlerince "mefruzu'l-kalem" ve "maktu'ü'l-kıdem" şeklinde kabul edilip, bazı güvenilir kişiler vasıtasıyla idare ettirilmiş, iltizam usulünün tamimi sırasında da, İstanbul gibi büyük olmayan mahallerin gümrükleri, sarrafların taahhütleri altında mültezimlere ihale olunmuş ve gümrüklerin yıllık gelirleri tamamen devlet hazinesine irad kaydedilmiştir.





TANZİMAT DÖNEMİ ( 1839-1871 )

Tanzimat dönemi, ( 1839-1871 ) Osmanlı Devleti tarihinde Abdülmecit’in imzasını taşıyan Gülhane Hattı Hümayunu’nun Mustafa Reşit Paşa tarafından okunmasıyla başlayan ve birinci Meşrutiyete kadar süren ıslahat ve batılılaşma dönemidir.
Sultan II. Mahmut, 30 Haziran 1839’da veremden öldü. Yerine, 1839’dan 1861’e kadar saltanat sürecek olan büyük oğlu Abdülmecit geçti. Mahmut’un ölümünden sonra merkezileşmeye ve modernleşmeye yönelik ıslahatlar bir süre daha aynı şekilde sürdü. Fakat, iktidar merkezi artık saraydan Babıali’ye, bürokrasiye geçmişti. İmparatorluğu yönetecek güçlü ve modern bir örgüt yaratmak için II. Mahmut değişimlere başlamıştı ve bürokrasi örgütünü oldukça güçlü bir hale getirmişti. O kadar ki onun yerine gelenler, denetlemede güçlük çektiler. Politika oluşturulurken, özellikle İngilizlerin olmak üzere yabancıların sayısı çok fazla artmıştı.
İngiltere, ikinci Mısır bunalımından sonra Rus yayılma politikasının getireceği tehlikeye karşı kendine bir koruma olarak Osmanlıyı destekledi. Tanzimat’ın başlangıcı, ikinci Mısır bunalımını çözme girişimleriyle aynı zamana denk gelmişti. Osmanlıların durumunun çok kötüleştiği bir dönemde, 1839’da, reformcu ve Hariciye Nazırı Reşit Paşa tarafından yazılan ama yeni padişah adına ilan edilen bir hatt-ı hümayun Osmanlı Devleti ileri gelenlerine ve yabancı diplomatlardan oluşan bir topluluğa okundu. Bu hatt-ı hümayun, Osmanlı Devletinin amacını ifade ediyordu. İçerdiği dört temel reform ise;
Padişahın tebaasının can, namus ve malının güvence altına alınması,
İltizam sisteminin yerini alacak muntazam bir vergilendirme sistemi,
Zorunlu askerlik sistemi,
Hangi dinden olursa olsun bütün tebaa için yasa önünde eşitliktir.

İlan edildiğinden beri bu hatt-ı hümayunun niteliği, içeriği ve buna dayanan Tanzimat politikaları ile ilgili tartışmalar olmuştur hep. Vaad edilen bu reformlar aslında II. Mahmut’un politikalarının devamıydı. Tebaanın can, namus ve malının güvence altına alınması isteği liberal görüşlere dayalıydı. Vergilendirme ve zorunlu askerlik konuları II. Mahmut için en acil konulardı. Osmanlı Hıristiyanlarına eşit haklar vaadi biraz da yabancıları etkilemek amaçlı yapılmıştı. Hıristiyan topluluklar arasındaki milliyetçilik ve ayrımcılığın büyümesini engelliyeceğine ve yabancıların özellikle de Rusların müdahale bahanelerini ortadan kaldıracaklarına inanıyorlardı. Sonuç olarak Gülhane Fermanı kısa sürede de olsa amaca uygun hizmet vermişti.
O dönemde, yabancıların yardımıyla Mısır bunalımına da bir çözüm bulundu. Mehmet Ali Paşa, Mısır, Suriye ve Adana’yı ele geçirmek istiyordu. İngiltere, olaya donanmasıyla müdahale etti ve yapılan savaşlar sonrasında 1841’de Mehmet Ali Paşa, Mısır valiliğinin babadan oğula geçmesi karşılığında Suriye’den vazgeçti. İkinci Mısır bunalımının sona ermesiyle, Ortadoğu’daki gerginlik azalmaya başladı. Fakat farklı milletler ve cemaatler arasında artan ve merkezi hükümetin denetleyemediği temel sorunlar hala ortadan kalkmamıştı.
Kırım Savaşı’nın (1853-1856) görünürdeki sebebi, Filistin’deki kutsal yerlerin kimin olacağı üzerine bir çekişmeydi. Katolikler ve Ortodokslar arasında gibi gözüken bu çekişmede Fransa ve Rusya farklı saflarda savunuculuk yapıyorlardı. Bunun nedeni ise tamamen ülke içi nedenlerdi. Rusya Osmanlı üzerindeki amaçlarını bu sayede kabul ettirmek istiyordu. Fransa ise bu amaçlar onun çıkarına olmadığı için Osmanlı Devleti’nin yanında yer alıyordu. Sonunda Paris’te bir barış konferansı toplandı ve Fransa, İngiltere ve Avusturya’nın isteklerini içeren bir antlaşma ile sonuçlandı. Antlaşmaya göre;
1. Karadeniz’in (Türkiye’deki yakası dahil) askeri güç ve teçhizattan arındırılması;
2. Rusya’nın Eflak ve Boğdan’daki nüfuzuna son verilmesi;
3. Avrupa’nın bütün büyük güçlerince Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün güvence altına alınması.
Kırım Savaşı’nın İmparatorluğun reformları ve maliyesi bakımından kapsamlı sonuçları oldu; imparatorluğun toprak bütünlüğü gerçekten muhafaza edilmişti.
Tanzimat döneminde ilan edilen idari ve adli reformların, özellikle de İmparatorluktaki Hıristiyan azınlıkların konumuyla ilgili olanların en önemli sebeplerinden biri dış baskıydı. Avrupa’daki güçler, ikinci sınıf görülen tebaaları oluşturan cemaatlerin konumunun iyileşmesi için baskıda bulunuyordu. Zamanla bu cemaatler, kağıt üzerinde de olsa Müslüman çoğunlukla eşit haklar elde ettiler. Fakat bu haklar, ne onları ne de büyük güçleri eski millet sisteminde sahip oldukları ayrıcalıklardan vazgeçirmedi. Büyük güçler bu yolla onlara arka çıkarak nüfuzlarını genişletmeye çalışıyorlardı.
Ancak, reformları yalnızca dış baskıya bağlayamayız. 1839 Gülhane Hattı’nda olduğu gibi, dışardan destek alırken ve dış müdahaleyi önlerken bu reformlardan yararlanılmıştı. 1839 sonrasının reformları, II. Mahmut’un programı gibi aynı alanları kapsıyordu; ordu, merkezi bürokrasi, taşra yönetimi, vergilendirme, eğitim ve haberleşme. Yeni olan, adli reforma ve dayanışmaya dayalı usullere çok daha fazla ağırlık verilmesiydi.
Gerçekleştirilen reformları biraz daha yakından incelersek, askeri alanda ‘nizamiye’ adını almış olan ordu bütün bu dönem boyunca genişletilmiş ve Avrupa’dan alınan modern araç gereçlerle donatılmıştı. 1845’te zorunlu askerlik tamamen başlatılmıştı, artık resmen Hıristiyanlardan da askerlik hizmeti yapmaları isteniyordu. Ama bir süre sonra ordu içinde çıkabilecek karışıklıkları engellemek için Hıristiyanlara bedel-i asker adlı özel bir vergi çıkarıldı. Örgütlenme açısından en önemli gelişme, 1841’de kendi yerel komutanlarına sahip eyalet ordularının kurulmasıydı. Bu ordular İstanbul’daki Serasker’in komutası altına verilmiş, böylece valilerin ve ayanın yerel garnizonlar üzerindeki nüfuzu sona erdirilmişti.
Yönetim sisteminde görülen esas gelişme ise gereksiz elemanların tasfiyesi yoluyla verimliliğin artırılmasının ve uzmanlaşmaya gidilmesinin aralıksız şekilde sürmesiydi. Bu sayede aşamalı olarak Avrupa örneğine göre bir seri mükemmel bakanlık ve idare heyeti kuruldu. Hükümetin güç merkezi, açıkça saraydan Babıali’nin bürokratlarına geçiyordu. Merkezi seviyedeki gelişmelerden belki de daha önemlisi, taşra yönetimindeki reformların, daha adil ve daha etkin bir vergilendirme sistemi kurma girişimleri ile bir arada ilerliyor olmasıydı. 1840’ta vergilendirme sisteminde büyük bir reform açıklandı. Sadece üç vergi, cizye, aşar ve mürettebat, olduğu gibi bırakılmıştı.
Adli sistemde de birtakım önemli gelişmeler oldu ki, değişikliklerin birçoğu gayr-ı Müslim cemaatlerin değişen konumlarına ilişkindi. Şeriat yürürlükten kaldırılmadı ama faaliyet alanı tamamiyle aile hukukuyla sınırlanmış ve 1865-1888 yılları arasında Avrupai tarzda sistemli bir şekilde derlenmişti. Tanzimat devlet adamları özellikle de imparatorluk’taki yabancıların ya da Osmanlı Hıristiyanlarının değişen konumlarının gerektirdiği durumlarda geleneksel kanuni sistemin yerini alacak laik yasalar ve kurumlar yarattılar. Laikleşme, eğitimde de en önemli eğilim olarak ortaya çıktı. Önceki dönemde olduğu gibi, bürokrasi ve ordu için mesleki yüksek öğretim kurumlarının kurulmasına çok özen gösteriliyordu. Bunlardan en önemli olanı 1859’da kurulan Mekteb-i Mülkiye idi.
Mali sorunlar reformcu hükümetlerin zayıf noktasıydı ve öyle de kaldı. Avrupa’nın Osmanlı ekonomisine olan katılımı Kırım Savaşı’ndan itibaren ticaretin ötesinde yatırımlara da yayılmıştı. Girişimlere yapılan dolaysız yatırımlar önemsizdi, ama Osmanlı hükümetine borç verme şeklinde yapılan yatırımlar çok önemli rol oynamıştı. Modernleşme oldukça pahalıya gelecekti. Görülen iş karşılığında ücret verme sistemi yerine maaş sistemine geçilmesi, yeni orduya ağır silahlar alınması ve modern bir donanma edinme çabası devlet harcamalarını artırmıştı. Zamanla, hükümet bankacılığın öneminin farkına vardı ve gelişmesine destek oldu. 1856’da Osmanlı Bankası kuruldu.
Tanzimat ayrıca, sınırlı da olsa bir anlamda kültürel bir devrimdi. Devlete egemen hale gelenler genelde Avrupa dillerini, kültürlerini bilirlerdi. Giyimlerinde, görünüşlerinde ve dahi arkadaşlıklarında değişiklikler oldu.
Tanzimat’ın reform politikaları hiçbir zaman halkın isteğine dayanmamıştı. Reformlar, baştaki bürokratlar gerekli gördükleri ya da büyük güçler öyle istedikleri için topluma zorla kabul ettirilmişti. İmparatorluğun Hıristiyan halkı bir yere kadar destek verdi fakat reformlar cemaatler arasında ayrılıkçı milliyetçiliğin yayılmasını önlemeye yetmedi.
Tanzimat döneminde ilk defa bir padişah kendi egemenlik hakları üzerinde bir kanun gücü olduğunu kabul eder. Tabii sonraki hareketler için de bir temel atılmış olur. Kesin nedenleriyse Osmanlı Devleti’nin içindeki azınlıkların ayaklanmalarının sona ereceği düşüncesi ve Avrupa’nın bu azınlıklara hak tanınması için baskı uygulamasıydı.
1856 yılında azınlıklara Tanzimat’tan daha fazla haklar tanıyan Islahat Fermanı çıkarılır fakat azınlıklar yine de bastırılamaz. 1876’da I. Meşrutiyet, 1908’de II.Meşrutiyet kurulur ve Mustafa Kemal’in de katılımıyla bu bunalımlardan kurtulunacak ve Cumhuriyet’e kavuşulacaktır.

Tanzimat Fermanı'nın Sonuçları ve Amacı

Bu fermanda tüm vatandaşların can ve mal güvenliğinin sağlanması, yargılamada açıklık ve vergide adalet gibi konular yer almıştır. Amaç, devlet yönetiminde merkezleşmeyi sağlamaktır.