PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Hiçbir Şey ve Herşey Hakkında...


Hasret
06-09-2009, 21:47
Kimsenin hayatı kimseyle aynı değildir. Sadece benzer ama bir yere kadar. Benim hikayem öyle pek özgün değil aslında. Soğuk bir günmüş dünyaya geldiğimde. Öğle üstü, bir ameliyathanede doğmuşum. Sonra büyümüşüm falan, filan, falan, filan... Buraya kadar her şey normal görünüyor. Her çocuk gibi, ama ben hiç sokağa çıkıp oynamadım. Benim kitaplarım ve annem vardı. O yaşlardayken annem ve babam evliydi. Çok net hatırlıyorum. Güzel günlerdi onlar. Gerçekten güzeldi. Ama her güzel şey gibi çok kısa sürdüler. Birazdan anlatacağım hikaye annemle babamın kısaca beni ve kendilerini sonsuza dek üzmelerine sebep olan kararı verdikten sonra babamın eve toplanmaya gelmesini anlatıyor.

O günün sabahı kalktığımda her şey normal bir günün normal sabahı gibi normal gelişmişti. Yani babamın evde olmadığı sıradan bir gün. Annemle babamın tamamen ayrıldığını öğrenmemim üzerinden fazla zaman geçmemişti aslında. Ama ben hala yeteri kadar üzülemiyordum. Bunun için kendimden zaman zaman utansam da benim için pek bir şey değişmeyecekti aslında. Babam evde yoktu yine olmayacaktı. Bu kadar basitti. Ama yine de olmasındı. Bilmiyordum tam olarak nasıl büyük bir bela olabileceğini. Hem o yaşlardayken üzülme duygularım pek sağlam değildi doğrusu.

Hiçbir şeyi anlayamıyordum. Babamın annemi yalnız bırakıp başka bir kadınla yaşamasını özellikle. Neden olduğunu bilmiyordum ama umursamıyordum bir türlü. Her çocuk gibi benim de aklım lezzetli şekerler, çizgi filmler ve oyun oynamaktaydı. Ama oyun oynamaya kimsem yoktu. Dışarıdaki çocuklar, onlardan korkardım. Oynamak istediğim halde oynayamamanın sebebi de budur. Onun yerine kendi odamda kendi dünyamda kendime ait resimler yapardım. Resim yapmayı severdim. Her türlü duyguyu ifade etmenin en kusursuz yolu bence.

Babam evde yoktu o gün yine her zamanki. Annem de evde değildi. Ben yalnız kalmaya çoktan alışmıştım. Hatta yalnızlığım en sevdiğim arkadaşımdı. Televizyon izlerdim genelde. O gün de öyleydi. Birden kapı çaldı. Babam gelmişti. Gerçekten şaşırılacak bir durumdu o saatte eve gelmesi. Daha çok erkendi saat. Öğle bile olmamıştı neredeyse. Her zamanki gibi tek ayağını merdiven korkuluğuna dayadı ve ayakkabısının bağcığını çözdü. Aynısını öbür ayakkabısına da yaptı ve içeri girdi. Beni öptü,klasik “evden içeri girince yapılan diyaloglar” kısmını da atlattıktan sonra yatak odasına gitti. Üstünü değiştireceğini düşünüp televizyon izlemeye gittim. Aradan uzun zaman geçince merak edip odaya gittim. Babam en büyük bavulumuza eşyalarını yerleştiriyordu. Bu da benim için alışılmış bir sahneydi. Babam sık sık başka illeri iş için ziyaret eder. Çoğu zaman da bunun için evde olmazdı. En alta ceketler, üstüne pantolonlar, onun üstüne gömlekler ve kazaklar, en üste de kravat ve çoraplar... bu sırayı hiç unutmam. Babamın o kadar çok giysisi vardı ki tek bir bavula nasıl sığdırdığını merak etmiştim. İlginç öyle değil mi?

Babam beni son zamanlarda yemeğe çıkardığında hep annemle konuşup konuşmadığımı sorardı. Annem bana henüz anlatmamış olmasına rağmen anlamasam bile neden olduğunu ben her şeyin farkındaydım. O konuları babamla konuşmak istemediğim için hep hayır derdim. Babamdan korkardım. Daha doğrusu samimi olmadığımız için tepkilerini ölçemez ve sonuçları düşünemezdim. Olacaklardan da korkardım. Bir daha onları bir arada görememe düşüncesi en korkulu rüyamdı.

O gün de sordu annenle konuştunuz mu diye. Babam gidiyordu, artık saklayamazdım bildiğimi. Korksam bile, kabuslarımdaki temel senaryo olsa bile saklamanın anlamı yoktu artık. Benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Siz olsanız saklayabilir miydiniz? Sanırım hayır... Saklanmıyor işte. Belki o gün hayır deyip sussaydım babam yine iş için bir yerlere gittiği gibi bir yalan daha uyduracaktı. Babam gerçeklerden korkuyordu. Kendi gerçeklerinden korkuyordu hem de nedensiz.

Tam olarak istemediği cevap olan “Evet!” karşısında dikenli,kulağa batan bir sesle işitildi ikimiz tarafından da bana ait olmayan bir sesle. Ve birden bir şey fark ettim. Babamın eski o kocaman babam olmadığını fark ettim. Bir anda olmuştu. Bir anda hacim kaybetmiş gibiydi. Ufak tefek biri vardı sanki karşımda. Üç küçük domuzcuk ve kurt masalındaki kapılar gibi üflesem yerle bir olacakmış ya da hayatım boyunca yaşayacağım tüm öfkeyi kini ya da nefreti o an ciğerlerimden kan çekilinceye kadar o anda haykırsam ağzını açıp tek kelime edemeyecekmiş gibi benden çekinen küçük bir karınca gibiydi. Zararsız bir karınca ordusu hatta...

Ama benden ses çıkmadı. Sadece o dikenli evet çıkmıştı ağzımdan. Her şeyi söylemek hakkımdı ama söylemedim, söyleyemedim. “Evet baba konuştuk. Ve ben senin dünyadaki en büyük kötülük olduğunu düşünüyorum!” gibi doğru olan cümle değil. Sadece dikenli Evet!

O da halinden memnun dünyanın yükü az önce üzerimden kalktı yüz ifadesiyle bana baktı. Üzülmüş taklidi yaptı sonra. “bana söylemek istediğin bir şey var mı?” dedi. Bana elleriyle onu aşağılama fırsatı verdi. Ama ben ne diyebilirdim ki? Ne dememi bekliyordu? Ne istiyordu? Ne diyebilirdim? Elbette hiçbir şey... O da bunu bildiği için sormuştu zaten.

Biraz durdum ve konuşmaya başladığım andan şu yaşıma kadar babama sorabildiğim, cevap vermeye yürek gerektirecek soruyu sordum. Aslında söylemek istediklerimle alakası yoktu. Ben haykırmak istiyordum. Bedenimdeki oksijenin bitip kafamın kocaman görünmesini sağlayacak biçimde bedenim büzülene kadar haykırmak hem de. Ve özenle bavula yerleştirdiği kokuşmuş giysilerini suratına fırlatmak istiyordum. Ama hep isteme modunda kalırım ben. Eylem kısmına geçince beni ortalıkta bulamazsınız. O gün de olmadı. Aklıma gelen o “şeyi” söyledim. Gözlerimden yaşlar boşalıyordu oluk oluk ve sesim zor duyuluyordu ama elimden geldiğince normal bir ses tonuyla söylemeye çalıştım: “Bizi neden bırakıyorsun, baba?”. Ve hıçkırarak ağlamaya devam... babam bana eskiden beri göstermeye çalıştığı samimiyet ve şefkati tüketme noktasına gelerek “Canım benim. Ben seni bırakmıyorum. Nasıl böyle şeyler düşünürsün...” gibi şeyler zırvalayarak şaşırmış taklidi yaptı. Aslında gerçekten şaşırmıştı. Gerçeği bu kadar somut ifade etmem onu dehşete düşürmüştü. Dehşeti o kadar katıydı ki elimi uzatsam tutabilirdim.

Ne kadar hoş bir aile dramı! Birbirimize rol yapıyoruz.bizi bu acınası sahneden kurtaran her zamanki gibi annem oldu. Canım annem,kurtarıcı meleğim benim. Sen olmasan bu hayatta tutunmaya ne kadar az dalım olurdu! “Sen olmasan” ‘ı düşünmek bile istemiyorum aslında.tam zamanında gelip beni kurtardı. Sevgili annem. Babama duygusuzca “Konuşmamız lazım,üçümüzün...” dedi. Babamın o küçülmüş hali annem gelince daha da arttı. İtiraz etmedi. Beraber oturma odasına geldik. Hepimiz ayrı koltuklara oturduk ve annem konuşmaya başladı. Babam dinliyordu ama ben dinleyemiyordum. Boğazımdaki ve beynimdeki hıçkırıkları bastırmaya çalışıyordum.

Orada kaç saat oturduk bilemiyorum. Ama bu bir sondu, bir başlangıçtı, bir “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tı, bir ayrılıktı, bir yakınlaşmaydı, bir kıyametti, bir yeniden doğuştu... Ama ben kısaca “babamın gidişi” demeyi tercih ediyorum...



Bitti...




alıntı...
Ece Yurdakul