PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : 'Britanya'daki Adamımız' Şavkar Altınel anlatıyor


Hasret
02-24-2009, 00:55
Şavkar Altınel İstanbul'da doğdu ama yirmi yaşından bu yana sürekli başka ülkelerde ikamet etti. Dört yıl Chicago, on üç yıl Glasgow, şimdiyse Londra yakınlarında... ERDEM ÖZTOP'a anlattığı yeni kitabı Tepedeki Yabancı'yla yazarlığını etkileyen Joseph Conrad'ın, T.S. Eliot'un Londra'daki izlerini sürüyor, metinleri arasında yolculuğa çıkıyor.

- Son kitabınız Tepedeki Yabancı, akla gelen anı türünden ayrıksı duruyor, Altınel'in metinler ve yazarlar arasında geçen şu zamanki ömründe kaleme almak istediği notlar gibi... Bu tanıma katılır mısınız?
- Kitabın anı türünün geleneksel sınırları içinde kalmadığı konusunda haklısınız. Ama aslında hiçbir türün sınırları içinde kalmıyor: Biraz anı, biraz gezi, biraz roman ve hatta biraz da eleştiri.
Ama rastgele bir şekilde bir araya getirilmiş, ayrı ayrı türlerde yazılardan değil, belli bir deneyimi anlamaya yönelik yekpare bir çabadan oluşuyor.
Bu deneyime ışık tuttuğuna inandığım bazı edebiyatçılarla, özellikle de Conrad ve T. S. Eliot'la hesaplaşılması da bu çabanın bir parçası, ama kitabın ağırlık merkezi bence orada değil. Ağırlık merkezi benim kendi deneyimim, bir zamanlar bu edebiyatçıların Britanya'da olmuş olması gibi, şimdi de benim bu kuzeydeki adada olmam. Tepedeki Yabancı'nın şimdiye kadar olan kitaplarımdan daha 'felsefi' bir temeli ve buna eşlik eden daha 'oyuncaklı' bir yapısı var. Aslında felsefi kitaplardan da, oyuncaklı kitaplardan da fazla hoşlanmam.
Yazar, 'Ben ne kadar akıllıyım ki bunları yazabiliyorum, sizler de ne kadar akıllısınız ki okuyup anlayabiliyorsunuz' diyormuş gibime gelir.
Ama bu sefer kitabın ardında yatan deneyim biraz oyuncaklı bir yapıyı gerekli kıldı. 'Oyuncaklı' derken hem kitabın değişik bölümleri arasında, hem de daha önceki kitaplarıma ve şiirlerime göndermeler olmasından söz ediyorum. Yıllarca önce Conrad ve Eliot'la ilgili birer şiir yazmıştım, sonra bu şiirler ilk şiir kitabım Kraliçe Viktorya'nın Düşü'ne de girdi.
Burada da bu şiirlere gönderme yaparak aynı edebiyatçılara geri dönüyorum, ama bunu artık onlara kesinlikle elveda demek için yapıyorum.
Kitabın kalanı o yabancılarla değil, tepedeki bu yabancıyla, yani benimle ilgili.

YABANCI VE UZAYLI
- Kitabın teması yabancı olmak. Yabancı olmanın yazara kattığı değerleri gözler önüne seriyorsunuz...
Biraz anlatır mısınız? - Yabancı kimdir? Aramızda gezinen, bizim gibi konuşan, bizim gibi duran, ama gerçekte bizden başka bir dünyaya ait olan birisi. Conrad'ın Lord Jim romanının anlatıcısı, Jim için 'bizden biriydi' der. Ama, ironik olarak, İngiltere'de yaşayan Leh asıllı Conrad gibi, Jim de gerçekte 'bizden biri' değildir. Gemide herkesle birlikte görevini yaparken bir yandan da hayaller aleminde, kendi iç dünyasındadır ve bu onu güvenilmez ve tehlikeli birisi kılar. Yazarlar da böyledir... Hiçbir zamana bir deneyime kendilerini bütünüyle vermezler.
Ne yaşarlarsa yaşasınlar, kafalarının bir köşesinde buna dışarıdan bakıp nasıl yazıya dökebileceklerini düşünüyorlardır. Bu açıdan, doğduğu ülkeden hiç çıkmamış bir yazar bile çevresine dışarıdan bakan bir yabancıdır, yabancı bir ülkede yaşayan bir yazarsa yalnızca yazarların everensel konumundadır. Dünya uzaylılar tarafından kaçırılıp (ki İngilizcede 'uzaylı' anlamına gelen 'alien' kelimesinin aynı zamanda 'yabancı' demek olduğunu unutmayalım!) garip deneylere tabi tutulduklarına inanan insanlarla dolu. Bazıları da böyle şeylerin olamayacağını ciddi ciddi ileri sürüyor. Oysa her gün düzinelerce yazar 'garip deneylerini' kitap olarak yayımlıyor. Birkaç yıl önce İngiltere'de 'Marslılar' diye bir grup şair vardı ve kendilerine göre bu ad dünyaya 'dışarıdan', değişik bir gözle bakmalarından geliyordu.
Sanki başka şiirler dünyayılar tarafından yazılıyormuş gibi! Bütün şiirler, bütün edebiyat 'dışarıdan bakan' Marslılar tarafından üretilir.

MY NAME IS ALTINEL
- 'İkinci bir ruh' kavramına kitapta ayrı bir önem atfediyorsunuz ve aidiyetsizliğin başlangıcı olarak görüyorsunuz...
- Buna değinmenize sevindim. Buraya kadar kitabın neler söylemeye çalıştığından konuştuk.
Ama bunlar böyle soyut bir şekilde söylenmiyor, bir romanda olduğu gibi bir hikaye bağlamında söyleniyor. Tepedeki Yabancı'nın hikayesi bir bölümü bazı yazarların izini sürerek, bir bölümü de başka nedenlerle Britanya'da çıkılan bir dizi yolculukla ilgili. Beni Britanya'ya çeken şey İngiliz kültürüne olan ilgim, bu da tabii her şeyden önce İngilizce bilmemden kaynaklanıyor. Kitapta bir noktada Şarlman'ın 'İkinci bir dil bilmek ikinci bir ruha sahip olmaktır' sözünü anıyorum.
Dediğim gibi, bana kalırsa, zaten herkes her yerde yabancı. Ama yalnızca tek bir dil bilen ve bütün hayatlarını aynı ortamda geçirenlerin bunu farketmeyip çevrelerini kanıksamaları, bu çevreye 'ait olduklarını' sanmaları mümkün. Başka bir dil konuşup başka birisi olabileceğinizi görünce çevrenizle aranızda mutlak ve zorunlu bir ilişki olmadığını, gerçekte hiçbir kimliğinizin bulunmadığı, hiçbir yere ait olmadığınızı bütün çıplaklığıyla görüyorsunuz. Bu, 'aidiyet' yanılsamasının koruyuculuğunun ve sıcaklığının kaybolması mı, yoksa bir tür sonsuzluğa ve sınırısızlığa ulaşmak mı? İki ya da, daha doğrusu, 'çok' ruhlu omak bir zengileşme mi, bir yoksullaşma mı? Kitabın sorduğu sorulardan biri de bu.

- Kitabın bütününe ise okulda yeni bir dil öğrenmeniz ve ilk tümce, 'My name is Altınel' hakim oluyor... Sizin tabirinizle, sıradan gibi görünen, ama bir defa ağızdan çıktığında artık dönüşü olmayan bir ifade...
- Bu cümlenin bir yandan kim olduğumu söylerken, bir yandan da hiç kimse olmadığımı söylediğini sezdim. Ve aynı anda da, bu şekilde sonsuz ve sınırsız olsam da, ölümün gene de beni yok edecek olmasının kahrediciliğini on bir yaşında bir çocuğun duyabileceği kadar, yani hayal meyal duydum. Kitabın arka kapağında 'Üç büyük 'Y' - Yabancılık, Yolculuk ve Yazı - çevresinde döndüğü' söyleniyor, ama çevresinde döndüklerinin dördüncüsü de tabii Ölüm. Yalnız başka bir harşe başladığı için değil, başka nedenlerle de üç 'Y'nin uyumunu bozan, daha ilk sayfalarda 'gölgesinde yaşadığım' söylenen, kitap boyunca beni adım adım izleyen, 'Toprak, ülke ve aidiyet gibi kavramların bir geçerliliği olmadığını ileri sürüyorsun, öyle mi? Seni iki metre yerin altına gömeyim de gör bakalım, toprak var mıymış, yok muymuş?' diyen, bütün canlılarla birlikte benim de 'ait olduğum', her şeyin gerçek sahibi olan, Hegel'in 'Mutlak Efendi' dediği ölüm, her hikayenin olduğu gibi, bu hikâyenin de bir parçası.