PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Pişmanlık Hep 9 Harf


Hasret
02-23-2009, 23:51
Pişmanlık Hep 9 Harf




Ocaktı. Kaşkolumu gevşetirken en alttaki basamaktaydı bir ayağım. Diğeri havada asılı, kararsız. Vazgeçip de geri dönseydim kompartımana, sığamadığım ve sevemediğim o şehrin garına doğru tekrar yol alır mıydım?

İndim. Küçük bir bavulum vardı, hep yanımda taşıdığım. Görünür bir kısmında ismimin ve soy ismimin baş harfleri, R.S. yazılıydı. Kendime çevirdim o yüzünü. Nereden başlamalıydım? Gittim bir simit aldım önce. Köşesinde yaşlıca bir adamın oturduğu banka ilişiverdim. İki ayağımın arasında tuttum bavulumu, simidimi kemirmeye başladım.

Haşır huşur bir poşet sesi. Bana doğru döndüğünü anladığım bir baş. ‘Şey’ diye başlanmaya çalışılan bir konuşma. Buz gibi gözlerle fırlattığım yandan bir bakış.

- Şey, elma yer misin kızım?
- Teşekkür ederim.
- Amasya elması, güzeldir.
- Sağolun, dedim simidi göstererek.
- İyi, dedi. Bozulmuştu. Üzüldüm. Ama elma sevmezdim.

Gevşeyerek biraz daha yayıldım banka. Saate baktım, tam dokuz kırk beş. Akrep ve yelkovan sarılmışlar. Saat ve zaman kavramları üstüne yazılanları, akrep ve yelkovanın bazen ayrı düşmeleriyle bize zamanı geçmeyen bir şeymiş gibi hissettirişlerini, bazen de birbirini arzulayan iki sevgili gibi zamanı çabucak geçirivermelerini severim.

Usulca kalktım yerimden. Nereye doğru sürükleyeceğimi bilmediğim adımlarım, beni kırmamak için, zoraki ilerliyorlardı. Şehirlerinden zorla koparılanlar, şehirlerinden kopmak için -benim gibi- dünden razı olanlarla doluydu gar.

İstenmeyen vedaların baş kahramanlarının çoğu delikanlılar ya da gencecik kızlardı. Ne zordu kopmak... Sevgilinin teni, -ulaşılması güç olduğundan mıdır bilmem- hep arzulanan, sahip olmayı beklenen bir şeydi. Bir kol altında olup da, tek bir kelime sarf etmeden, tenlerin sıcaklığından güven akıtmak en derinlere... Bir daha sarılmak... Siyah kareli gömleğin dirseğinden sıkı sıkıya tutmak, kaçacakmış gibi... Hayır! Kaçmayacak ama gitmek zorunda. Bir şeyler bitmeden, solmadan bir şeyler...

Bir derdime bin ekleyerek uzaklaştım gardan. Unutmaya çalıştım kopmaya çalışanları, kavuşanları. Gidecek bir yer... Üşümüş ellerimle cebimde büzüşmüş telefonumu çıkardım. Rehberde buldum adını. Vazgeçtim aramaktan. Ne sokağını, ne de sabahları minik bir perde arasından güneşin girdiği penceresini biliyordum. Bildiğim, şehrimizin hiç tanımadığım ıssız bir semtinde oturduğuydu.

Yürümekte olduğum sokakta sanırım tektim. Diken üstündeymişçesine karları çiğneyen adımlarım ve her an kötü bir şey olacakmış gibi bekleyen gözlerimle birkaç araba ilerdeki sokak lambasının altındaki karaltıyı fark ettim. Mantomun yakalarını kaldırdım, kendimden saklanarak yürümeye devam ettim. Yan gözle de onu kesmeyi ihmal etmiyordum. Sokağa yayılan sarı puslu ışık, kaldırımdaki karlarda belli ediyordu kendini en çok. Kulaklarının yarısını örten beresiyle, nefesinin sıcaklığıyla ellerini ısıtmaya çalışmasıyla sanki tanıdıktı. Bir elini içeri doğru soktu. Kırmızılı bir paket çıkardı. Sigarasını paketinden ağzıyla alması, aklıma, gitmeyi düşündüğüm kişiyi getirdi. 1.80’e yakın boyu, 70’lerdeki kilosuyla tipi de benziyordu. Ona, otobüse nereden bineceğimi sorabilirdim. Bir düdük sesi geldi uzaklardan. Trenler çaresiz götürüyordu iki aşıktan birini.

Korkarak yaklaştım, biraz sessizce:

- Afedersiniz...
- Buyrun.

Sol elimi, cebimden adresin yazılı olduğu kağıt ile çıkardım. Işığın altında görmek için uğraşırken gülümsedim. Dudaklarım buz gibiydi. Kendisini dudaklarımda bulan bir kar tanesi, nefesimle yok oldu. Tanıdım, oydu. Ama belli etmedim, o tanısın beni istedim.

- Okuyamadım da, bir dakika.
- Ben bakayım isterseniz.

Nazlanmadan verdim. Kağıtta yazılı olanları görünce, gözlerini dikti yüzüme.

- Sen... siz kimsiniz?

Söylediklerini ve sorduklarını ikiletmeden yapmak veya yanıtlamak için önceden emir almıştım sanki.

- Rana...
- Rana!

Baştan aşağı süzdü, sonra tanıdı.

- Nereden çıktın sen? Kendine çekti, sarıldık.
- Sana gelecektim ben de. İşe bak nasıl da karşılaştık!
- Bana mı gelecektin?
- Evet. Baksana adrese.

Nefesi ve heyecanlı sesi saçlarımdaydı.

- 4 yılda ne kadar da değişmişsin.
- Ben tanıdım seni ama emin olamadım. Yanına gelince anladım.
- Kaç yıl oldu konuşmayı da keseli?
- 3 yıl oluyordur...
- Ya... dedi sustu. Biliyordum ne diyeceğini. ‘Aniden gittin, aniden geldin’ diyecekti. Üstelemedim.
- Burada oturmuyorsun değil mi?
- Hayır hayır. Arkadaşı bekliyordum. Bana gidiyoruz değil mi?
- Ben... buraya gelince, sana geleyim istedim.
- Tamam. Arayayım Hakan’ı.

Niye arayacağını bilmediğim için ses çıkarmadım.

- Hakan? Çıktın mı evden? Tamam tamam. Ya yarın akşam gelsen olur mu? Eski bir arkadaşım aradı da, yoldaymış. Onu almaya gideceğim. Tamam. Hadi görüşürüz yarın.

Göz kırptı gülümserken. Arkadaşını, gelmemesi için arayacağını bilseydim engel olurdum. Ama demedim bir şey, aramıştı artık.

- Hadi durmayalım burada, donacağız. Gel, ilerde taksi durağı var.
- Otobüse binseydik...
- Bu saatte olsa binerdik. Sahi, karşılaşmasaydık, nasıl gelecektin kim bilir... Bu saatte sokaklarda... arasaydın keşke...
- Aynı şehirde olduğumuzda görüşelim ama ayrı şehirlerdeyken unutalım birbirimizi, demiştik. Trenden inince istedim sana gelmeyi.

Karların üstüne bırakmış olduğum bavulumu aldı. Sağındaydım ve bavul sağ elindeydi. Rahat edemedi, sol eline geçirdi bavulu. Samimiyetimi özlediğini hissettim, koluna girdim. Taksiye binince, neden geldiğimi sordu. Cevap vermedim. Eve gelene kadar konuşmadık. Birkaç gecekondunun, eski binaların olduğu bir sokakta indik. Merdivenleri mozaik taşlardan oluşan çok eski bir binaya girdik. 3. kata çıktık. Ayakkabılarını çıkarmadan daldı içeri. Bana da öyle girmemi söyledi. İçerde çıkaracakmışız. Dış kapının hemen yanında, iç tarafta bir kova vardı. Odunlarla doluydu içi. Montunu, beresini çıkarmadan koşar adımlarla gidip, odadaki sobayı yakarken, seslendi:

- Yoldan geldin ama, yabancı değilsin. Bak bu odanın yanı mutfak. Çayı koyuver güzelim...

Hala seviyordum onu, anladım. Gittim. Dağınık bulacağımı zannettiğim mutfak, derli topluydu. Ocağın üstündeki çaydanlığı alıp koydum suyu. İki dolaba göz gezdirdikten sonra çay kavanozunun tezgahta olduğunu fark ettim. Böyle bir evde onunla yaşama ihtimali düştü aklıma, gülümsedim.

- Ne oldu, niye gülüyorsun?
- Bilmem... Hoşuma gitti evin.
- İdare ediyorum işte. Yalnızım nasılsa, yetiyor.

Yetinmeyi bilen, gereğinden fazlasını istemeyen tavrı hiç değişmemişti.

- Alt katta bir teyze var. Oğlu gibi sever beni. Ara sıra yemek, börek çörek getirir. Dün de bir tabak su böreği getirdi. İyi ki yememişim. Şanslısın.

Rahat hissediyordum kendimi ama pek konuşasım yoktu nedense. Oysa konuşacak ne çok şey birikmişti kim bilir... Ocağa yakın dolabı açtım. Fincanları buldum. Masaya yaslanmış bana bakıyordu.

- Nereden bildin o dolapta olduğunu?
- Bilmem... tahmin ettim.

Gitti, iki çift kışlık erkek terliği aldı geldi. Biri kırmızı kahverengi kareliydi, diğeri siyah gri kareli.

- Hangisi? Kırmızılı değil mi?
- Unutmamışsın...
- Gitmende benim de payım bulunsa da, sana dair hiçbir şeyi unutmadım.

Terliklerin içinde kayboldu ayaklarım. Kırmızı kazağımla, kotumun altında hoş duruyordu. Kaynamıştı su, demledim. Çekmeceyi açıp, sadece onun fincanına kaşık koydum.

- Anlat bakalım neler değişti? dedi.
- Çayı şekersiz içmeye başladım...

Sakalları arasındaki, soğuk olduklarını tahmin ettiğim pembe dudaklarında bir gevşeme peyda oldu.

- Küçükse bir, büyükse iki şekerliydi değil mi?
- Evet...
- Rahat mısın orada?
- Rahat olsaydım, gelmezdim inan. İnsan büyüdüğü şehirde rahat oluyormuş, gidince anladım.
- Bunu koskoca 4 yılda mı anladın? Keşke daha erken anlasaydın.
- Senin için fark eder mi, günü, saati?
- Hayır ama...
- Hayır ama, soldu bir şeyler değil mi?
- Belki de... Bunu söylemek istemiyorum Rana ama, kendi seçimindi. Mutsuz olacağını bile bile gittin.
- Görmek istiyordum, anlamak istiyordum. Belki de seni haklı çıkarmak içindi gidişim, bilmiyorum. Gittim ve nihayet olmayacağını anladım. Hep, ‘olur’ umuduyla bugüne kadar geldim işte... ne yazık ki kendi seçimimdi...
- Hatırlıyor musun eski evdeydik... gece birden uyanıp ‘gitmeliyim’ demiştin. Hatırladın mı?
- Hatırladım... pek değişmedim ama. Gecenin bir vakti gitme fikri yerleşiyor zihnime. ‘sabaha’ diye erteliyorum... sonra unutuyorum...
- O gece korkmuştum...
- Korktuklarını yaşattım hep değil mi?
- Olsun... Hadi içeri gidelim...

Eline sofra bezini aldı. Küçük siniye fincanları, börek tabağını, vişne reçelini, peyniri, zeytini, kesme şekeri, çatalları koydu, sobanın olduğu odaya götürdü. Ben de arkasından çaydanlığı götürdüm. Bağdaş kurup oturduk. Üç şeker attı çayına.

- İşler nasıl gidiyor? dedi.
- Gitmiyor, çıktım işten.
- Ne zamandır çalışmıyorsun?
- 2 ay oldu.
- Peki nasıl idare etin bugüne kadar?
- Birikmiş vardı biraz. Suydu, elektrikti ödedim. Bitti zaten para.
- Rana...
- Hı?
- Geri dönmeyecek misin? Hiç özlemedin mi buraları?
- Özledim... Sokaklarını, insanlarını, gittiğim çay bahçelerini, seni...
- Ne kadar kalacaksın burada?
- 1 hafta kalırım sanırım.
- Keşke daha fazla kalabilsen...
- Keşke... Aslında ben... Kenan ben geri dönmek istiyorum. Utanıyorum ama. Dönmek istiyorum hem ait olduğum bu şehre, hem de sana...

Kazağımın kırmızılığı, dudaklarıma, yanaklarıma, uykulu gözlerime vurmuştu, hissediyordum. Nasıl da söylemiştim... ölecektim utançtan. Önüme bakıyordum.

- Ben de istiyorum dönmeni. Şehrine dönmene bir şey diyemem. Hakkım yok... ama bana dönmeni istemek en büyük hakkım değil mi?
- Öyle sanırım...

Birbirimizi kucaklamamak için zor zaptediyorduk kendimizi. Böreğinden koca bir lokma aldı, çayından da büyük bir yudum...

- Hafta sonu... Gidelim mi?
- Nereye gidelim mi?
- Eşyalarını almak için...

Küçük bir kahkaha atıp cebimde bulunan bir tomar parayı çıkardım.

- Ne bunlar? dedi.
- Sen yorulma diye, bütün eşyaları cebime tıktım da geldim.

Halıda sürünerek yanıma geldi. Reçelli çenemden öptü ve sarıldı bana. Esmer teni sigara kokuyordu ve sakalları kaşındırıyordu her zamanki gibi. Biraz yana kaydı yemeye devam etti. Keyfi yerine geldiğinde iyi yerdi. Gardaki simit tok tutmuştu beni. Bir dilim börek yedim sanırım. 5’er sigara, 5’er de çay içtik. Mutfakta sofrayı toplarken, az önce cebimde olan parayı ona uzattım. Almadı. ‘Almam’ dedi. Zorladım.

- Farzet ki ev arkadaşıyız, kira parasını veriyorum. Hadi al.
- Yarın akşama kadar beni mi bekleyeceksin evde? Çıkarsın alışveriş yaparsın. *Buzdolabını gösterdi.* Bak ev tam takır kuru bakır.

Saçlarımdan öperken:

- Eve kadın eli değsin, dedi. Seviyordum onu.

Soba yanan odada iki kanepe vardı. İkisini de açıp birleştirdik. Diğer odadan temiz nevresim aldık. Çarşafın bir ucundan o bir ucundan da ben tuttum, serdik kanepeye. Bavulumu açtırmadı, kendisinin eşofmanlarından verdi. Giydim kocaman eşofmanları. Geldiğimde çoktan yatmıştı. Işığı kapattım, yorganın ve kolunun altına girdim. Dudaklarımı buldu. Nefeslerimiz birbirine karışmışken, bir tren düdüğü duydum. İçinde beni barındırmayan şehrime gidiyordu trenler...




alıntı....