PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : üsküdar


Fırtına_
02-19-2009, 11:10
ÜSKÜDAR




İLÇEMİZİN ADI NEREDEN GELİYOR ?

Milattan 1000 yıl önce Fenikeliler, bugünkü Fikirtepe’nin bulunduğu yerde Kadıköy’ü kurmuşlardı. Bundan üç yüz yıl kadar sonra da bugünkü Üsküdar’ın bulunduğu yerde bir tersane ve ticaret limanı kurdular. O zamanlar Üsküdar’ın adı Hrisopolis’ti. Bu sözcük Altınşehir anlamına geliyor. Eski kaynaklarda bu adın kökenine ilişkin bazı söylentiler var. Bunlara göre Agamemnon’un oğlu Hrisis (Chrysis), kız kardeşi İfigenya’yı görmek için Toros’a giderken Üsküdar’ın bulunduğu yerde ölmüş, orada gömülmüş olduğundan kente onun adını yaşatmak için Hrisopolis (Hrisis Şehri) adı verilmiştir.

Başka bir söylentiye göre Pers Kralı Darius İskit Seferinden dönerken Bizans’tan Üsküdar’a geçmiş. Anadolu halkından vergi olarak topladığı altınları Üsküdar’da yaptırdığı hazinede saklamış. Altınlarını sakladığı bu kente de Altınşehir adını vermiş.

Bir başka söylentiye göre akşam üzeri batmakta olan güneş ışıklarının yansıması ile Üsküdar’ın altın gibi parıldamasından buraya Altınşehir denmiş.




Üsküdar, Bitinya’daki Khalkedonyalıların yönetimi altında, Asya’dan Avrupa’ya geçmeyi sağlayan önemli bir limandı. Bizanslılar buraya Damalis (İnek limanı), Kızkulesi karşısındaki kıyılara Damalis Burnu derlerdi. Kızkulesi’nin bir adı da Damalis Kulesi’dir.


Damalis, Bizans’ı kuşatan Atina generallerinden Hares’in karısıdır. Üsküdar için Bizans İmparatorluğunun sonlarına doğru Skutari adı kullanılmaya başlandı. Bu adın İmparator Valens devrinde burada bulunan kalkanlı askerlerden (Skutarios) geldiği söylenir. Valens’in askerleri Üsküdaryen denilen kışlalarda kalıyorlardı. Kommenoslar çağından beri burada Skutarion adlı bir saray vardı. Evliya Çelebi : “ Üsküdar, Eski – Dar’ın bozulmuş şeklidir.”diye anlatır. Eski ev, Eski yer, Eski yurt anlamlarına gelir. Burhan-ı Katı adlı sözlükte; “Farsçada Üsküdar menzilhaneye, menzil atına ve posta ulaklarına denir.”diye yazar. Üsküdar eski zamanlarda Anadolu’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan Anadolu’ya gelip giden postacıların menzil değiştirip at tazeledikleri yerdi.

Fırtına_
02-19-2009, 11:11
ÇAĞLAR BOYUNCA İLÇEMİZ

Fenikeliler Milattan önce yedinci yüzyılda Kadıköy ve Moda’da ticaret iskelesi kurmuşlardı. Daha sonra yayılma alanlarını genişleten Fenikeliler Üsküdar’ın bulunduğu yerde ticaret iskelesi ve tersane yaptırdılar. Üsküdar uzun yıllar Kadıköy’e bağlı bir köy olarak kaldı. Üsküdar kıyısı eskiden daha girintili bir koy halinde idi. Ancak on altıncı yüzyılda dolduruldu. Bir zamanlar gelip geçen gemilerin vergi ödedikleri bu liman tarih boyunca pek çok geçişlere ve göçlere sahne oldu. Milattan önce 508’de Daryüs, daha sonra Alkibyades, Onbinler’in döküntüsü hep buradan geçti. Milattan sonra 323’te Kostantin – Liçimyas savaşı oldu. 626’da İran, 710’da Arap, 782’de Harunürreşit’in orduları, 1101, 1102’Haçlılar Üsküdar’dan geçtiler, bu yöreyi bir süre ellerinde tutular.


Bizanslılar Çağında Üsküdar, Bizans imparatoruna karşı ayaklanan Bizanslı askerlerin üssü durumuna getirildi. Nikefor Eokas 916 yılında Anadolu askeri tarafından Üsküdar’da imparator ilan edildi. 1056 yılında İzak Komnen Altıncı Mişel’i Üsküdar’da tahttan indirdi.

Abbasi Halifesi Harunürreşit, Üsküdar’dan geçerek 780 yılında İstanbul’u kuşattı. Bizans’ı yıllık elli bin altın vergiye bağladı. Bağdat’a dönmeden önce Kocamustafapaşa semtinde 1000 kadar gözcü asker bıraktı. Bu sırada Battal Gazi 3000 kadar askeri ile Üsküdar’da bulunuyordu. Harunürresit’in gözcülerinin Bizanslılar tarafından öldürülmesi üzerine hemen harekete gecen Battal Gazi, Kuzguncuk, Çengelköy, Kartal ve Darıca yörelerini yağma ettirip binlerce Bizanslıyı öldürttü.

Harunürreşit, Üsküdar üzerinden ikinci kez İstanbul’a geçişinde yaptığı kanlı savaşlardan sonra binlerce Bizanslıyı kılıçtan geçirtmiş, yirmi bin kadar da tutsak almıştır.

Battal Gazi’nin Şam seferi sırasında Bizanslılar Üsküdar’da hendek ve siperler kazmışlar, karakollar kurmuşlar, Salacak önüne deniz içindeki kayalıklar üzerine yaptırdıkları Kızkulesi’ne de Üsküdar tekfurunun kızını değerli eşyaları ile birlikte yerleştirmişlerdi. Savaştan dönen Battal Gazi Üsküdar’ı yeniden ele geçirmiş, tekfurun kızını ve hazinesini Kazkulesi’nden alarak Üsküdar’a getirmiştir.

1071 yılında Malazgirt Meydan Savaşını Bizanslılar kaybedince Haçlı orduları Üsküdar’a gelip yerleştiler. Latin İmparatorluğu Türklere karşı Üsküdar’ı Bizans’ın askeri üssü durumuna getirdi. Latin egemenliği 1261 yılına kadar sürdü. On beşinci yüzyılda Kocaeli Yarımadası, Bursa ve Balıkesir yöresi Türklerin eline geçmişti. İstanbul’un alınışından sonra Üsküdar gelişme dönemine girdi.

Osmanlılar zamanında Üsküdar doğu yönünde yapılacak savaşlar için ilk hareket noktası idi. Savaşa çıkacak padişah, sadrazam ve komutanlar Üsküdar’a geçer, Doğancılar, Miskinler yada Haydarpaşa Çayırında çadırlarını kurar, savaş hazırlıklarını tamamlarlardı.

Doğu ülkelerinden elçilik görevi ile gelen elçiler önce Üsküdar’daki bir sarayda dinlenirler, bir süre sonra İstanbul’a alınırlardı.

Anadolu’da çıkan Celali Ayaklanmalarına karşı hazırlanan Osmanlı ordusu da Üsküdar’da toplanır, buradan ayaklanma bölgesine giderdi.

Osmanlılar Devrinde ilçemiz camiler, medreseler, köşkler, yalılar, saraylar, çeşmeler ve sebillerle süslendi.


CUMHURİYET DEVRİ

Cumhuriyetin ilk yıllarında ilçemizde belirgin bir gelişme görülmez. İlçemizin bugünkü durumuna gelişi İkinci Dünya Savaşından sonraki yılların çalışmasıyla olmuştur. İskelelerin yenilenmesi, yolların, meydanların açılması eski yapıların yıkılıp yerine yenilerinin yapılması, yeni çarşı, mahalle ve semtlerin kurulması, Boğaziçi, Fatih Köprüsü’nün ve Çevreyolu’nun yapılması daha çok 1970 ile 1980 yıllarına rastlar.

Fırtına_
02-19-2009, 11:11
COĞRAFİ KONUMU VE YAŞAM


ÜSKÜDAR

Üsküdar, İstanbul Boğazının Anadolu yakasında, Boğaziçi'nin güneyi kesimindeki kıyıları ile bu kıyıların doğuya doğru uzanan iç bölümlerinde yer alır. Doğusunda Beykoz, güneyinde Kadıköy ilçeleri bulunur. Bu sınırlar içerisinde 1979 verilerine göre Belediye sınırları içindeki ve dışındaki alanları ile 186 kilometre kare, nüfusu 1975 sayımına göre 254.941'di. Tabi o zamanlar Ümraniye, Alemdağ, Aşağıdudullu, Çekme, Sarıgazi, Sultançiftliği, Yenidoğan Üsküdar'a bağlı köylerdi. Bugün ise ilçenin yüzölçümü 36 kilometrekaredir. Nüfusu 2000 genel sayımına göre 496.402'dir.

Deniz ve Kıyılar

İlçemizdeki kıyı şeridi, Beykoz hududundaki Küçüksudan başlar Haydarpaşa’da sona erer. Kıyı seridi genellikle dardır. İskelelerin bulundugu kamuya açık alan dışındaki kıyı şeridi ya denize dik inmekte yada damli yapilarla kapatilmis sekildedir. Boğazda birbirine ters iki akıntı vardır biri Karadenizden'den Marmaraya doğru üst akıntı digeri Marmaradan Karadenize dogru alt akıntı görülür. Bunun sebebi kuzeyden esen yoğun rüzgarlarla güneybatıdan esen lodos'tur. Kıyalardaki iskeleler ise şunlardır. Harem, Salacak, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Kandilli iskeleleridir. Eskiden Salacak'ta bir plaj vardı. Boğaziçi'nde ve Kızkulesi yakınlarında balık avlanır.

Yüzey Sekilleri

Üsküdar toprakları doğudan batıya doğru geniş sırtlar ve tepeler halinde hafif eğimlerle kıyıya yaklaşarak İstanbul Boğazına ve Marmara Denizine iner. Geniş görüş alanı bulunan ve ülke turizminin önemli bir merkezini teşkil eden tepelerinden Büyük Çamlica Sefa Tepesi denizden 268 metre, Küçük Çamlica Tepesi ise 229 metre, iki Çamlıca arasındaki boyun noktasında bulunan Kısıklı 174 metre yüksekliktedir. Ayrıca Vaniköy üzerindeki Kandilli Tepesi ve Beylerbeyi üzerindeki Güzeltepe başlıca geniş görüş alanı veren tepelerdir. Üsküdar'ın merkeze yakın başlıca tepeleri ise şunlardır : Sultantepe, Ayazma, Doğancılar, Zeynepkamil, Bağlarbaşı, Altunizade, Nakkaştepe, İcadiye, Toygartepe. İlçemiz sınırlarinda denize dökülen akarsu yoktur. İlçemiz kıyılarinda denize dökülen dereler ise eski işlevlerini kaybetmiştir. Ancak şiddetli yağmurlarda taşkın sekilde denize akarlar.



Jeolojik Yapı ve Depremsellik

Üsküdar I.Jeolojik zamana ait Silüriyan ve Devonien sistemine ait olusumlar vardir. Yasli kaya gruplari icinde yer alir. Camlica tepeleri cevrelerinde Pembe-boz renkli kuvarsit arennitten olusmus birimler vardir. Bu yapi grubunda koyu gri ve yesilimsi seyler de bulunmaktadir. Genellikte tabanda iri ve koseli kuvarsit, arkos kum tasi veya kirec tasi, seylblok ve cakillardan olusan ****ryeller bulunur. Istanbul bogazina akan derelerin getirdigi alüvyonlarin kum tasi- cakilli kum tasi, akarsu çökellerini kalinliklari yaslari ve malzeme ozellikleri farklıdır.
Denize yakın kesimlerde genis ve kalın ozellikleri gostermektedir. Kum, silt, killi birimlerde gorulmektedir. Istanbul anadolu yakasında ve Üsküdar yakın zaman icinde kontrollu bir sekilde deniz sahili doldurulmustur. karayolu ve sosyal faaliyet alanlari olusturmak icin yapilan bu dolgular cevre zeminini olusturan kaya hafriyatlaridir. Istanbul Kcaeli yarımadası ve Marmara denizi cevresini etkileyen kuzey Anadolu fay yolu (KAF) bölgede cesitli deformasyonlara sebep olmustur. Cesitli fay cesitlerini bolge icinde gormek mumkundur.



Hava Durumu

İlçemizde havalar genellikle Akdeniz iklimi özelliklerini gösterir. Bir yandan Marmara Denizi ile İstanbul Boğazının ılıman havası, öte yandan Balkanlardan gelen soğuk hava ilçemizi etkisi altında bulundurur. İlçemizde yazlar az yağışlı ve sıcak, ilkbaharla sonbahar serin ve yağışlı, kışlar oldukça soğuk ve bol yağışlı geçer. İlkbahar aylarında sonbahardan daha az yağış düşer. Yılın en çok yağış alan kasım, en az yağış alan ayı temmuzdur. Kış aylarında ve martta kar yağışı ve şiddetli soğuklar görüldüğü olur. Yağan kar yerde fazla kalmadan birkaç gün içinde erir. Bazı yıllar hiç kar yağmaz. Ortalama sıcaklık ocak ayında 5 derece, temmuz ayında 23 derecedir. Bazı yıllarda sıcaklığın yaz aylarında 42 dereceye çıktığı, kışın da sıfırın altında 14 dereceye kadar düştüğü görülmüştür. İlçemizde yıllık yağış ortalaması 820 milimetredir. Bu yağışın yüzde 40’ı kış aylarında, yüzde 30’u sonbahar aylarında, yüzde 18’i ilkbahar aylarında, yüzde 12’si yaz aylarında düşer. İlk ve sonbahar mevsimleri dışında ilçemizin rüzgarları oldukça düzenlidir. İlçemizde en çok poyrazla lodos görülür. Yıldız ve karayel rüzgarları kış aylarında fırtına getirir. Lodos deniz fırtınası yapar. Kışın ılıman havalarda keşişleme ve kıble rüzgarları da estiği olur.

Deniz suyunun yıllık ortalama sıcaklığı 14 derecedir. Bu sıcaklık şubatta 6,5 dereceye kadar düşer, ağustosta 23,5 dereceye kadar yükselir. Bazı yıllar temmuz ve ağustos aylarında 26 dereceye çıktığı, ocak ayında 1,5 dereceye düştüğü görülmüştür. İlçemiz kıyılarında genel olarak deniz suyu donmaz. Tarihte dört yüz yıl önce Boğaz’ın donduğu İstanbul’dan Üsküdar’a buzlar üzerinde yürüyerek gidildiği, üç yüzyıl önce Haliç’in donduğu yazılıdır.




Kandilli Rasathanesi

Boğaziçi’nde Kuleli, Talimhane, Kandilli, Vaniköy arasında bir adı İcadiye Tepesi olan Topdağı üzerinde kurulmuştur. Deniz seviyesinden yüksekliği 136 metredir. Tepenin üzerinden Beykoz ve Sarayburnu yönlerini, Yuşa ve Çamlıca tepelerini, Rumeli ve Anadolu hisarlarını görebiliriz. Rasathaneye Kuleli Askeri Lisesinin yanından bir buçuk kilometrelik düzgün bir yoldan gidilir.

Kandilli Rasathanesi 1910 yılında Fatih Hoca (Fatih Gökmen) tarafından kurulmuştur. Burası tam teşkilatlı bir astronomi ve jeofizik gözlemevidir. 15 metre yüksekliğindeki güneş kulesi, 20 metre uzunluğundaki optik laboratuarı gözlem ve değerlendirmelerde kullanılmaktadır. Astronomi dalının zaman servisinde modern araçlarla enlem ve boylam belirmeleri yapılmakta, duyarlı Kuartz saatleri ile saptanan en doğru zaman, bu servisin radyo vericisiyle yayınlanmaktadır. Jeofizik bölümünde Meteoroloji, Sismoloji, Yer manyetizması, Yermaresi bölümleri bulunur. Bu bölümlerde gökyüzü ve yeryüzü olayları gözlenir, güneş yüzü incelenir, zaman, enlem ve boylam belirlemeleri yapılır, saat işaretleri yayınlanır. 1911 yılından beri meteorolojik gözlemler aralıksız sürdürülmektedir. Sismoloji bölümü Türkiye’nin en eski deprem kayıt istasyonudur. Türkiye’de ve dünyada olan depremler Kandilli Rasathanesindeki modern araçlarla kaydedilir, değerlendirilir ve dünyaya duyurulur. Tüm bölümlerdeki çeşitli gözlemlerin sonuçları aylık ve yıllık bültenler halinde yayınlanır


Bitki Örtüsü

Üsküdar'in bitki ortusu genelde ormanlardan olusur. Kiyilara dogru makiler vardir. Ormanalti flora ve maki elemanlari, ormangülü, kocayemis, funda, cali turleri, kizilcik, üvez,böğürtlen vb. cesitler de bulunur. Bu orman örtüsünün yer aldigi baslica korular Vanikoy, Fethi Pasa, Kucuk Camlica, Adile Sultan, Validebag, Münir Bey, Abdulmecid efendi korularidir. Yesil alan ve korularin kapladigi alan yaklasik 90 hektardir.


Sağlık

Üsküdar ilçemizde, sağlık hizmetleri itibariyle ortam, bugün ülke şartlarına ve diğer ilçelere nazaran çok yüksek seviyede olmuştur. Üsküdar’da M.Ü.Tıp Fakültesi ve Eğitim Hastanesi, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Haydarpaşa Askeri Hastanesi, Haydarpaşa Numune Hastanesi, Dr.Siyami Ersek Kalp Damar Cerrahi Hastanesi, Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul Polis Hastanesi ile Validebağ Öğretmenler Hastanesi, Üsküdar Hastanesi, Yunus Emre Tıp Merkezi yüksek hizmet kapasiteli tedavi kurumlarıdır.




Tarım / Balıkçılık

İlçemizde Çengelköy, Beylerbeyi,Kuzguncuk, Kandilli yöresinde, Çamlıca eteklerinde sebze, meyve, tahıl yetiştirilmekte, yakın pazarlarda satılmaktaydı. Özellikle Çengelköy'ün hıyarı, ayvası ve kavak inciri denilen patlıcan inciri ünlüdür. Şimdilerde daha çok yakın şehirlerden gelen ürünler satılmaktadır.

Yine ilçemizin Çengelköy ve Beylerbeyi mahallelerinde çiçekçilik oldukça ileri durumdaydı. Çengelköy'de yetiştirilen glayöller ve karanfiller çok beğenilir. Çengelköy karanfilleri Avrupa'ya da gönderilirdi.

İlçemiz kıyılarında olta ile, sandal ve motorlarla denize açılarak ağlarla ve çeşitli yöntemlerle balıkçılık yapılır.



Ticaret

İlçemizde ticaret hayatı oldukça hareketlidir. Alışveriş merkezleri, iş hanları, çarşılar, pasajlar bulunmaktadır. Genel olarak iskele çevresi Hakimiyet-i Milliye Caddesi, Halk Caddesi, Selman-i Pak Caddesi oldukça hareketli yerlerdir.

İlçemizde belirli günlerde semt pazarları kurulur. Çarşamba günü Selimiye’de, Perşembe günü Sultantepe’de, Cuma günü Doğancılarda, Pazartesi günü Bağlarbaşı’nda Pazar kurulmaktadır. Bunun dışında iskele yakınlarında devamlı sergilerde, gezici satıcılarda taze balık, taze meyve ve sebze satışları yapılmaktadır.

Fırtına_
02-19-2009, 11:11
KÜLTÜR HAYATI

Okullar

İlçemizde ilk ve orta dereceli okulların sayısı oldukça fazladır. Ayrıca Bağlarbaşı'nda Marmara Üniversitesi İlahiyat fakültesi bulunmaktadır. Önemli birkaç liseden bazılarının isimleri;

Haydarpaşa Lisesi, Kuleli Askeri Lisesi, Cumhuriyet Lisesi, Halide Edip Adıvar Lisesi, Kandilli Kız Lisesi, Haydarpaşa Endüstri Meslek Lisesi, Üsküdar Ticaret Lisesi, Zeynep Kamil Sağlık Koleji...


Kütüphaneler


Mihrimah Sultan Çocuk Kütüphanesi
İskele Meydanındaki Mihrimah Sultan Camii yanındadır. Burası eskiden çocuk okulu idi. Bugün çocuk kütüphanesi olarak kullanılmaktadır.



Çinili Sultan Çocuk Kütüphanesi

Kösem Valide Sultan tarafından 1640 yılında Çinili Camii ile birlikte yaptırıldı. Burası camiden ayrı bahçe içinde bir yapıdır. 1966 yılında okumaya açılmış olan bu kütüphanede 2000’den fazla kitap vardır.



Hacı Selim Ağa Kütüphanesi

1782 yılında 1281 kitapla Hacı Selim Ağa tarafından Hacı Mehmet Efendi Mahallesinde Atlamataşı semtinde kuruldu. Nurbanu Sultan Aziz Mahmut Efendi, Kemankeş Emin Hoca ve başkalarının bağışlarıyla kütüphanedeki kitap sayısı çoğaldı.



Şemsi Paşa Halk Kütüphanesi

Şemsi Paşa Camii’nin yanındaki Kuşkonmaz Medresesinde 1953 yılında kurulmuştur. Cami ve medrese Mimar Sinan’ın eseridir. Şemsi paşa Kütüphanesi ilçemizin en büyük kütüphanesidir. İçindeki kitapların sayısı on beş bini geçer. Eserlerin büyük bir bölümü Türkçe, bir bölümü de yabancı dillerdendir. Buradan okunmak üzere evlere de kitap verilir.





Üsküdar türküleri, manileri, ninnileri, masalları, tekerlemeleri, bilmeceleri, atasözleri, İstanbul’un öteki ilçelerinde de söylenir.

Bir Üsküdar türküsü;


KATİBİM

Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur,
Katibimin setresi uzun, eteği çamur.
Katip uykudan uyanmış, gözleri mahmur.

Katip benim ben katibin, el ne karışır,
Katibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır…

Üsküdar’a gider iken bir mendil buldum,
Mendilimin içine de lokum doldurdum.
Katibimi arar iken yanımda buldum.

Katip benim ben katibin, el ne karışır,
Katibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır…



Kızkulesine Gazel;

Kızlar çıkar Kuleden bir gün kızlar gelir
İstanbul’u yeniden bir ipeğe çevirir

Bir gün bir uğurlu doğu saatinde
Kız Kulesi bir zafertakı gibi yükselir

Gelecek oğullar için beşiklerin en güzeli
Denizde sallanan o kulenin etekleridir

Güneş der ki: yeniden doğmaya değer
O günün o kuleyi o çocukları görmelidir

Gecenin çiçekleri değince Kulenin saçlarına
Beklediği konuğun sırrı çözülecektir

Sezai Karakoç

Fırtına_
02-19-2009, 11:11
İLÇEMİZİN YETİŞTİRDİĞİ ÜNLÜ KİŞİLER
HEZARFEN AHMET ÇELEBİ (XVII. Yüzyıl)
İlgi çekici buluşları ve ilk kez uçması ile tanınmış Türk bilginidir. Kendi buluşu olan kanatları ile Galata Kulesi’nden uçmuş, Üsküdür’da Doğancılar’a konmuştur.


KATİP ÇELEBİ (1608 - 1657)
Asıl adı Mustafa’dır. Hacı Kalfa adı ile de anılır. Bilim ve fikir adamıdır. Arapça, Farsça, Latince, Fransızca bilirdi. Tarih, Cığrafya, biyoloji, sosyoloji alanlarında yapıtları vardır. Yapıtlarından birkaçı : Cihannüma, Fezleke, Düsturulamel, Takvimüttevarih.

HALİDE EDİP ADIVAR
Evet Edebiyat Tarihimizin ünlü kalemi Halide Edip Adıvar da Sultantepe’lidir ve halen kendi adını taşıyan Halide Edip Adıvar Lisesi ile Sultantepe’de yaşatılmaktadır.
Yazarın semtteki varlığı Lise ile yaşatılmaya çalışılmaktadır. Okul, 1936-1937 öğretim yılında Halide Edip Adıvar Ortaokulu olarak yeni binası inşa edilene kadar, Sultantepe İlkokulu bünyesinde tek tedrisatla öğretime başlamıştır. Okulun ilk müdürü İrfan ÇALCI’dır.
Halide Edip Adıvar Ortaokulu ve Lisesi, İstanbul Boğazına hakim, Nuri Demirağ Korusunun eteklerinde, 3680 metrekarelik bir sahada kurulmuştur.
Adını; ünlü romancımız Halide Edip ADIVAR’ın okulun bulunduğu semtte oturması nedeniyle almıştır.
Halide Edip Adıvar’ın yaşadığı, Koru içindeki evi şu an yıkık dökük ve tam bir harabe görünümündedir. Bu denli yoğun, tarihi doku içindeki Sultantepe’de, Halide Edip Adıvar’ın evinin korunamamış olması üzücüdür.

MÜNİR ERTEGÜN
Sultantepe ile özdeşleşen bir isim de Semtte bir sokağa ismini veren Münir Ertegün’dür. Münir Ertegün, Türkiye'nin İsviçre—Bern (orta elçilik), Paris, Londra ve Washington Büyükelçilikleri görevlerinde bulundu. Münir Beyin annesi, İstanbul Sultantepe'deki Özbekler Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi 'nin kızı Ayşe Hamide Hanım. Babası ise evkaf nazırlarından Mehmet Cemil Bey. Münir Ertegün, Şirket—i Hayriye idarecilerinden Rüstem Bey’in kızı Hayrünnisa Hanım ile evlenmiş. Münir Bey'in Darül Muallimat'tan (Kadın öğretmen Okulu) mezunu Hayrünnisa Hanım'ın evliliklerinden Nasuhi, Ahmet ve Selma adında üç çocuğu olmuş.
Hali hazırda Amerika’daki ünlü müzik şirketi Atlantik Records ’un sahibi olan Ahmet Ertegün'ün babası Münir Ertegün, 1883 yılında İstanbul'da doğdu. 1908 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, Hariciye Nezareti'nde memur oldu. Sonrasında ise Babıâli hukuk danışmanlığına atandı. Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa' yla görüşmek üzere İstanbul Hükümeti'nce gönderilen Ahmet İzzet Paşa (Furgaç) heyetinde görevledirilerek Ankara'ya gitti ve orada kalarak milli mücadeleye hizmet etti. Dışişleri Bakanlığı baş hukuk danışmanlığına yükseldi. Lozan Konferansı'na katılan Türk Delegasyonu'nda hukuk danışmanı olarak iştirak etti.
Münir Ertegün, 1944 yılında Washington'da vefat etti. Cenazesi 1946 yılında, Amerika'nın ünlü Missouri Zırhlısı ile İstanbul'a getirilerek, Özbekler Tekkesi'ndeki, dedesi Şeyh İbrahim Edhem Efendi'nin de bulunduğu kabristana defnedildi. 1972 yılında İstanbul'da vefat eden Hayrünnisa Hanım ile 1989 yılında New York'ta vefat eden ağabeyi Nasuhi Ertegün de tekkenin mezarlığında defnedildi.
Yazının başında Üsküdar’ın şirin ve tarihi semti diye başladık ve “Sultantepe” isminin nereden geldiğinden tutun da, Hacı Hesna Hatun, Tarihi Koru (Fethipaşa veya eski adıyla Nuri Demirağ Korusu), Özbekler Tekkesi, Münir Ertegün derken; bu kez Türk Edibiyat Tarihi’nin çok önemli bir ismi olan Halide Edip Adıvar ile Sultantepe’nin tarihi dokusuna devam ediyoruz.

NURİ DEMİRAĞ veya FETHİ PAŞA KORUSU
Evet Sultantepe ile özdeşleşen Nuri Demirağ Korusu’nun şimdiki adı Fethi Paşa Korusu’dur. Koru’nun içinde bulunan ve Nuri Demirağ’a ait olan Köşk’ten dolayı bir dönem korunun ismi Nuri Demirağ Korusu olarak anılmıştır.
Peki Nuri Demirağ kimdir? Cumhuriyet döneminin ilk Türk demiryolu müteahhitlerinden Nuri Demirağ Karabük Demir Çelik Tesisleri (1930), İzmit Kağıt Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası, Sivas-Erzurum demiryolu hattı (1938-1939) projelerini gerçekleştirdi. Kişisel çabalarıyla İstanbul Yeşilköy’de ilk büyük havaalanını yaptı; aynı yerde bir uçak fabrikası ve pilot okulu kurdu. Fabrikada Türk Tayyare Cemiyeti’nin siparişlerini üretmeye başladıysa da devletten destek görmediği için bir süre sonra üretimi durdurmak zorunda kaldı. 1945’te Milli Kalkınma Partisi’ni kurdu. Parti seçimlerde başarılı olamadı ve giderek etkinliğini yitirdi. 1954’te Demokrat Parti listesinden bağımsız Sivas milletvekili seçilen Demirağ bu görevi ölümüne değin sürdürdü.
Eskiden Nuri Demirağ Korusu denen şimdiki Fethi Paşa Korusu ile ilgili söyleyeceklerimiz biraz keyfine düşkünleri ilgilendirecek gibi; Boğaz'ın Üsküdar sahil başlangıcı olan Harem İskelesi 'nden Salacak'a doğru yol almaya başladığınızda sol tarafınızda Kız Kulesi, sağ tarafınızda sahil yolu boyunca dizilmiş olan restoranları ve cafe - barları, Salacak sırtlarında otantik evleri ile Üsküdar, doyumsuz bir manzara oluşturur. Bu doyumsuz manzarayı seyretmek için Üsküdar İskelesi 'nde bir mola verebilir, Mimar Sinan Çarşısı, Mihrimah Sultan Camii ve III. Ahmet Çeşmesi gibi tarihi eserleri görebilirsiniz. Kuzguncuk İskelesi 'ne doğru yola çıktığınızda, Fethi Paşa Korusu'nun denizi kucaklayan yeşilliği ile İskele Meydanı 'nda tarihi İsmet Baba Restaurantı' nda deniz ürünlerini tadabilirsiniz.
Sultantepe’nin güzellikleri ve tarihi dokusu tabii ki de bu “Koru” ile sınırlı değil. İşte bölgenin tarihi değerine ve güzelliğine güzellik katan Özbekler Tekkesi.

EMİN ONGAN
Emin Ongan, 1906 yılında doğdu. Cerrah Kolağası Ahmed Bey ile Çaplıoğulları’ndan Zehra Hanım’ın oğludur. Ailesi balkan savaşı’ndan sonra İstanbul’a gelerek Üsküdar’a yerleşti. İlk öğrenimini Ravza-i Terakki Mektebi’nde tamamladıktan sonra Edirne’ye gittiler. Ortaokulu ve liseyi Edirne’de okudu. Daha sonra yeniden istanbul’a gelerek Üsküdar’da oturdular.
Bir süre serbest çalıştıktan sonra 1936 yılında Tekel Tütün Genel Müdürlüğü Muhasebe Tetkik bölümünde memur oldu. 1945 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’na girdi. Burada hem keman sanatkârı hem de koro şefliği gibi görevlerde fahri olarak çalıştı. Üç yıl süren bu hizmetten sonra, memuriyeti nedeni ile konservatuardan istifa etti. 1 Eylül 1951 tarihinde saz sanatkârı olarak İstanbul radyosu’na alındı. 1955 yılında resmî görevlerinden ayrılarak yeniden konservatuardaki kadrosuna döndü. Uzun yıllar Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’ne başkanlık ettikten ve pek çok öğrenci yetiştirdikten sonra, 2 Şubat 1985 tarihinde öldü;Üsküdar Doğancılar Câmii’nde kılınan namazdan sonra 4 Şubat 1985 tarihinde Karacaahmed Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Titiz tabiatlı, yavaş hareketli, kolayca sinirlenen bir yaradılışta olan Ongan, sanatta disipline taraftar olan bir kimseydi. Son yıllarda keman çalmayı bırakmıştı. 1930 yılında evlenen sanatkârın bir erkek çocuğu bulunmaktadır.
Mûsikîye hevesi küçük yaşında belli olmuş, ilk mûsikî çalışmalarına ağabeyinin kemanını gizli çalarak başlamıştı. İlk mûsikî hocası Neyzen Yusuf paşa’nın oğlu Mızıkalı Celâl Bey’dir. Bundan sonra Bestenigâr Ziya Bey’den makam, usûl ve repertuar dersleri aldı. Hanende Arap Cemal’den hayli eser meşk etti. Notayı Edip nazım Bey’den öğrendi. Biraz ilerledikten sonra amatör topluluklarda çaldı. Toptaşı İlkokulu’nda mûsikî öğretmenliği yaptı. 1926 yılında Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’ne girdi. O zamanlar bu toplulukta Nubar Tekyay, Selahaddin Pınar, Kânunî Âmâ Sıdkı, Tanburî Hâfız İzzet Gerçeker, Halil Can, Udî Edhem Göner, Neyzen Emin Aköze, Kemanî Kemal, Kemanî Rüşdü, Kemanî Cevat, Zühdü bardakoğlu, Santurî Cezmi gibi sanatkârlar bulunuyordu. Bu yıllarda piyasada da çalışmıştır.
Emin Ongan , yüzyılımızın Türk Mûsikîsi bestekârları arasında müstesna bir yer tutar. Eserlerinde geleneksel şarkı bestekârlığının kurallarına bağlı oluşu ile dikkati çeker. Makamlarımızın seyir ve karakterini belirtmesi yönünden kusursuz gibidir. Bilinen eserleri üç saz semaisi ile doksan kadar şarkıdan ibarettir.

RAUF ORBAY (1881 -1964)
Öğrenimini deniz subayı olarak tamamlamış, Birinci Dünya Savaşında “Hamidiye Kahramanı” olarak ün kazanmıştır. Kurtuluş Savaşında Atatürk’ün yanında çalıştı. Cumhuriyet döneminde milletvekili, başvekil ve büyükelçi oldu.

ALİ NİHAT TARLAN
Eski Türk Edebiyatı Profesörüdür. Divan Şiiri konusunda çeşitli yapıtları vardır.

BESİM ÖMER AKALIN (1862 – 1940)
Çocuk hastalıkları uzmanı değerli hekimlerimizdendir. Mesleki yapıtları vardır. Tümgeneral iken emekliye ayrıldı. Üniversite rektörlüğü, dekanlık yaptı. Milletvekili oldu.

BURHAN FELEK
Fıkra yazarı gazetecilerimizdendir. Son zamanlarda Milliyet Gazetesinde yazıları yayımlanmıştır. Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yapmıştır.

CAHİT UÇUK

Kadın romancılarımızdandır. Romanları daha çok çocuk romanları niteliğindedir.

ESAT MAHMUT KARAKURT (1902 - 1977)
Romanları ile tanınmıştır. Milletvekilliği ve senatörlük de yapmıştır. Romanlından birkaçı : Allahaısmarladık, Ankara Ekspresi, Dağları Bekleyen Kız, Çölde Bir İstanbul Kızı.

HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
Şiirleri ile tanınmış kadın yazarlımızdandır. Yapıtlarından bir kaçı : Geceden Taşan Dertler (Şiirler), Sisli Geceler (Roman), Beyaz Selvi (Öykü).

KEÇİZADE İZZET MOLLA (1785 - 1829)
Divan şairlerimizdendir. Devlet görevlerinde de bulunmuştur. İki ayrı divanı vardır. Heceyle türküler yazmıştır.

MEHMET RAUF (1875 - 1931)
Edebiyat-ı Cedide romancılarındandır. Eylül adlı romanı ünlüdür. Öyküleri, meşhur şiirleri de vardır.

SADETTİN EFENDİ (1536 – 1599 )
Üçüncü Mehmet Devri şeyhülislamlarındandır. Bu nedenle kendisine Hoca Sadettin Efendi denir. Tacüttevarih adlı iki ciltlik tarih kitabı yazmıştır.

SALİH MURAT UZDİLEK (1891 - 1967)
Ünlü matematik ve fizik bilginidir. Deniz Okullarında, Robert Koleji’nde, Teknik Üniversite’de öğretmenlik yapmıştır.

SAMİH RİFAT (1874 – 1932)
Şiirleri ve gazetelerdeki fikir yazıları ile tanındı. Devlet görevlerinde, valiliklerde bulundu. Kurtuluş Savaşında Atatürk’ün yanında çalışı. “Yaslı gittim, şen geldim” diye başlayan şiiri okullarda marş olarak söylenir.

ŞEYH GALİP (1757 - 1798)
Divan şairlerimizdendir. Mevlevi şeyhi olduktan sonra “Dede” ünvanını kazandı. En beğenilen yapıtı “Hüsn-ü Aşk” adlı mesnevisidir.

Prof. Dr. AHMET YÜKSEL ÖZEMRE
1935’de Üsküdar’da doğmuş; 1954’de Galatasaray Lisesi’nden, 1957’de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü’nden ve 1958’de de Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü’nden mezun olmuştur. Bu itibarla Türkiye’nin ilk Atom Mühendisi’dir. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı Danışmanı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü gibi görevlerin yanısıra Türkiye’yi NATO Bilim Komitesi’nde, OECD Nükleer Enerji Ajansı Yönetim Kurulu’nda, CERN (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) Konseyi’nde ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı nezdinde de yıllarca temsil etmiştir. 1998-2000 arasında Türkiye Elektrik Üretim Ve İletim A.Ş. nin Genel Müdürü’nün “Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi” konusunda Danışmanı olarak çalışmıştır..
Üsküdar ile ilgili kitaplarından birkaçı şunlardır : Üsküdar'ın Üç Sırlı'sı, Ah Üsküdar Ah, Üsküdar'da Bir Attar Dükkanı... Türkiye Yazarlar Birliği, Prof. Özemre’yi: Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı isimli eseriyle Hâtırat Dalı’nda ve 1998 yılında da Prof.Dr. Toshihiko İzutsu’dan çevirdiği İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar (3 baskı) başlıklı çevirisiyle Çeviri Dalı’nda “Yılın Sanatçısı” ödüllerine lâyık görmüştür. Üsküdar Belediyesi ise, yazarın Üsküdar’a hizmetlerinden ötürü, 2002 yılında Çengelköy’de inşâ ettirdiği bir Kültür Merkezi’ne Ahmet Yüksel Özemre Kültür Merkezi adını vermiştir. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca bilen Prof. Özemre evlidir; iki kızı bir de erkek torunu vardır. Üsküdar'da oturmaktadır.

HASAN CIHAT ÖRTER (Besteci, Gitarist, Aranjör ,Yazar )
24 Ekim 1958 yilinda Istanbul'da dogdu. Çok küçük yaşlarda harika çocuk olarak müziğe başladı. Üsküdar Musiki Cemiyeti'nde Emin Ongan'in Türk Müzigi Derslerine katildi, makam ve nazariyat dersleri aldi (1970-1972). Baglama üstadi Semsi Yastiman ile Türk Halk Müzigi arastirmasina yönelik çalismalar yapti ve baglama üzerine sentezler gelistirdi. SANATÇININ ADI Üsküdar SALACAKTAKI ISKELE ARKASI SOKAK ADI DEGISTIRILEREK, BESTEKAR HASAN CIHAT ÖRTER SOKAGI ISMI VERILMISTIR. Uluslararası sanaçımız Üsküdar'da oturmaktadır.

RECEP TAYYİP ERDOĞAN
26 Şubat 1954 yılında İstanbul’da doğdu. 13 yaşında ailesi ile birlikte Rize’den İstanbul’a göç etti. Yüksek öğrenimini Marmara Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde yaptı. Tayyip Erdoğan 14 Ağustos 2001'de, Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurdu. Kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 3 Kasım 2002 seçimlerinde oyların büyük bir çoğunlunu alarak tek başına iktidar oldu. Sayın Başbakan’ımız uzun zamandır Üsküdar Emniyet Mahallesi’nde oturmaktadır.

ÖZGÜ NAMAL
Doğum : 28 Aralık 1978 Üsküdar-İstanbul, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü mezunu. Annesi Akile Hanım Üniversite mezunu ve emekli devlet memuru. Babası Kubilay bey, lise mezunu ve tekstil ticareti ile uğraşmış, şu anda emekli. Doğma büyüme Üsküdarlı. İlk okulu ve liseyi de Üsküdar'da okumuş. Ailesi ve erkek kardeşi hala Üsküdar'da oturuyor.

ERDAL GÖKYILDIZ (e-mail)
Ünlü olmasa da hakkında söylenecek birkaç cümle var. uskudarim.com’un sahibi ve tasarımcısıdır. 28.07.1979 Yılında İstanbul’da doğdu. 5 yaşında ailesi ile birlikte Üsküdar'a yerleşti. İlk okulu Sultantepe İlköğretim Okulunda, Orta Okulu Halide Edip Adıvar Lisesinde, Lise öğrenimini Üsküdar Ticaret Lisesi’nde ve Yüksek Öğrenimini Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi'nde tamamladı. Tam bir Üsküdar sevdalısıdır. Üsküdar’ı tanıtmak için Temmuz 2003 tarihinde siteyi kurmaya karar vermiş ve beğeninize sunmuştur

Fırtına_
02-19-2009, 11:12
GÖNÜLLER SULTANI AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİ

HAYATI

Anadolu’da yetişen büyük velilerdendir. 1541 yılında Şereflikoçhisar’da doğdu. Bursa’da Muhammed Üftade hazretlerinden feyz aldı. 1598 yılında Üsküdar’da cami ve dergah yaptırdı. 1628 yılında vefat etti. Kabri Üsküdar’da kendi dergahı yanındaki türbesindedir. Çocukluğu Sivrihisar’da geçti. Burada ilk tahsiline başladı. İlmini ilerletmek için İstanbul’a gitti. Küçük Ayasofya Medresesinde tahsiline devam etti. Çok zeki bir defa okuduğunu zihninde tutar. Tekrar kitaba bakmaya lüzum görmezdi. Hocalarından Hazırzade Ramazan Efendi, ona hususi bir itina gösterirdi. Mahmud Hüdayi genç yaşta; tefsir, hadis, fıkıh ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir alim oldu. Hocası Hazırzade onu yanına yardımcı olarak aldı. Mahmud Hüdayi Bir taraftan hocası Ramazan Efendiye yardım ederken diğer yandan da tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. 33 yaşında iken , hocası Nazırzade ile Bursa‘ya geldi. Üç sene Ferhadiye Medresesinde müderrislik yaptı. Üç sene sonra, hocasının vefatı ile Bursa kadılığına getirildi. Bursa kadılığına başlayan Hüdayi Hazretleri, kadılığı esnasında bir gece rüyasında Cehennemi ve Cehennem’in ateşinde tanıdığı bazı kimselerin yandığını gördü. Bu korkunç rüyanın verdiği dehşet ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanım bir dava getirdi. Bu davadan sonra Bursa Kadılığını bıraktı ki, hadise şöyle idi.

HAYATININ DÖNÜM NOKTASI

O günlerde Bursa da büyük bir alim olan Muhammet Üftade hazretleri halkın manevi terbiyesi işi ile meşgul olurdu. Yine Üftade hazretlerini seven fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister. Fakat gidecek parası olmadığı için arzusuna kavuşamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Evde hamımı yüzü gülmeyen kocasının bu haline oldukça üzülürdü. Yine bir sene hac mevsiminde parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı. Aralarında geçen bir konuşmanın sonunda elinde olmayarak hanımına: Eğer bu sene de hacca gitmezsem seni üç talak ile boşadım dedi.

Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı.Fakiri bir düşüncedir aldı hacca gidemezse evde hanımı boş olacaktı. Bir yerlerden borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdı bir gün, hatırına Muhammed Üftade geldi.Hemen huzuruna gidip ağlayarak durumunu anlattı. O da; “bizim Eskici Mehmet Dedeye git, selamımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine derman olur.” buyurdu. Fakir sevinerek huzurdan ayrıldı, süratle Mehmet Dede’nin dükkanına koştu.Mehmet Dede’ye hocasının selam söyleyip derdini anlattı. Mehmed Dede:

“Ey fakir ! Gözlerini kapa aç demeden sakın açma.” Dedi. Fakir gözlerini açtığında kendilerini Mekke de buldular. Mehmet Dede, Allah’ın izniyle fakiri bir anda hicaz’a götürmüştü. O gün arife idi, Hacılar Arafat’a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmet dede de ihram giyip Arafat’a çıktılar. Gezilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşerileri olan Mehmet Dedeyi ve Fakiri görünce sevindiler. Fakir birkaç hediye alıp, bir kısmını getirmeleri için komşusu olan hacılara emanet etti. Vedalaşarak ayrıldılar. Yine Mehmet Dedenin kerameti ile bir anda, Mekke’den Bursa’ya geldiler.

Fakir getirdiği bazı hediyelerle eve gelince, hanımı birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve ;

“Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?” dedi. Kocası da; “ Hanım, ben hacca gittim geldim. İşte bu getirdiklerimi de Mekke den aldım.” dediyse de kadın:”Bir de yalan söylüyorsun 3-5 gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim.” dedi ve Kadı Aziz Mahmut Hüdayi’ye gelerek; “Kadı efendi! Artık ben bu adamla bir arada yaşayamam. Nikahımızın fesh edilmesini istiyorum. Bunun kurban bayramından iki gün evvel Bursa’da olduğunu herkes biliyor. Halbuki ona sorun, hacca gitmiş, Arafat’a çıkmış, şeytan taşlamış, zemzemler, sürmeler getirmiş… Beni aldatıyor. Bir haftada oraya gider bu işleri yapar ve nasıl geri gelir? Yanına da bir yalancı şahit bulmuş ”Eskici Baba gördü yanındaydı.” diyor.

Bu sözler üzerine Aziz Mahmut Hüdayi hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir; hacca gittiğini Kabe'yi ziyaret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp getirmeleri için emanet dahi verdiğini iddia etti. Bu sebeple boşanmanın olmadığını söyledi. Fakir, Mehmet Dedeyi şahit gösterdi. Mahkemeye gelen Mehmet Dede ise Kadı’nın bu sözlere bir türlü inanmak istemediğini göstererek; “A kadı efendi! Şeytan, Allah’ın düşmanı olduğu halde, bir anda dünyanın bir uçundan bir ucuna gidip gelir de, bir velinin bir anda Kabe’ye gitmesi niçin kabul edilmez!” dedi. Kadı hayret ederek, mahkemeyi hacıların dönüşüne bıraktı. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar geldi. Mahkeme gününde şahit olarak, fakirin hac vazifesinin yaptığını, hatta verdiği emanetleri getirdiklerini bildirdiler. Kadı, şahitlerin verdiği bu ifade ile davacı hanımın nikahı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma olmadı.

ÜFTADE HAZRETLERİNE GİTMESİ

Ancak bu hadise, Kadı Aziz Mahmud Hüdayi Efendinin günlerce aklından çıkmadı ve çok etkilendi. Nihayet Eskici Mehmed Dedenin yanında gidip; “Beni talebeliğe kabul buyurman için gelmiştim.” Dedi. O da; “Nasibiniz bizden değil, Üftade’dendir. Onun huzuruna giderek müracaatınızı bildirin.” Dedi. Kadı evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını sarığını giyerek hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftade hazretlerinin dergahına gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenari Camii’nin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen bir adım ileri süremedi. Çaresiz, atından indi. Sırmalı kaftanıyla Üftade Dergahına doğru yürüdü. Kadı dergaha vardığında, bahçede yamalı elbiseli bahçeyi çapalan bir zat gördü. Ona hitaben; “Ben Bursa Kadısı Mahmud’um. Şeyh Üftade’yi görmek istiyorum. Çabuk geldiğimi haber ver.” Dedi. Kadının hizmetçi zannettiği Şeyh Üftade hazretleri dinledi dinledi, sonda hafifçe doğrularak:

“Yazıklar olsun ey Kadı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz. Halbuki sen varlık sahibisin. Bu halde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şanın ve mamur bir dünyan var. Bizim gibi kulların Allah’tan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek istemeyip ayakları kayalıklara saplanmadı mı?” buyurdu. Bu sözler ve yaptığı hata Aziz Mahmud Hüdayi’ye çok tesir etti.

ÜFTADE HZ. ÖĞRENCİSİ OLMASI

Gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü halde; “Efendim! Her şeyimi mübarek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım” dedi. Bu samimi ifade üzerine Üftade hazretleri tane tane buyurdu ki: “Ey Bursa kadısı! Kadılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergaha üç ciğer getireceksin!” Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Mahmud Hüdayi derhal kadılığı bırakıp ciğer satmaya başladı. Sırtında sırmalı kaftanı olduğu halde, ciğerleri, Bursa sokaklarında, “Ciğerci, Ciğerciii!” diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; “Bursa kadısı aklını oynattı” diyorlardı. Bu şekilde, nefsini kırıp, ruhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam dergaha geldiğinde hocası ona; “Bugün ne yaptın? Ciğerleri satabildin mi?” diye soruyor, o da, başından geçenleri anlatıyordu.

Üftade hazretleri daha sonra, yeni talebinin nefsini iyici kırmak ve terbiye etmek için onu dergahta hela temizleme işi ve vazifelendirdi. Hüdayi bir gün abdesthaneleri yıkarken kulağına davul-zurna sesleri geldi. Şöyle bir kulak kabarttığında, kendi yerine tayin olunan yeni Kadı’nın geldiğini ve halkın karşılamaya çıktığını öğrendi. Bir anlık dalgınlık ile kendi kendine; ”Yeni kadı geliyor ha!... Biçare Mahmud, sen böyle bir mesleği bıraktın. Şimdi abdesthanede temizlik yapıyorsun” diyerek nefsinin aldatmasına yakalandı. Ancak daha bu düşünceler geçer geçmez derhal toparlandı ve; “Mahmud! Sen şeyhine nefsini ayaklar altına alacağına dair söz verdin” diyerek derhal tövbe etti. Sonra da nefsini tahkir için elindeki süpürgeyi atarak, taşları sakalıyla süpürmeye başlayacağı bir anda, şeyhi Üftade hazretleri kapıda göründü ve;

“Mahmud, evladım! Sakal mübarek şeydir. Onunla böyle bir iş yapılmaz. Maksat sana bu mertebeyi atlatmaktı.” Buyurarak, Hüdayi’yi alıp içeri dergaha götürdü.

Böylece nefsinin istek ve arzularına sırt çevirip istemediği şeyleri yapmakta büyük gayret sarfeden Hüdayi kısa zamanda üstadının en önde ve gözde talebesi oldu. Develer yükü kitabin ona öğretemediğini Üftade hazretlerinin bir bakışı öğretiyor, gönlünden geçen bir sualine bin cevap birden veriyordu. Bir gün Üftade hazretleri talebeleri ile kırlarda sohbet etmişlerdi. Bir ara talebeler etrafa dağılarak her biri birer demet çiçek topladılar. Hüdayi Efendi ise elinde kurumuş ve sapı kırılmış bir çiçek olduğu halde döndü. Herkes hediyelerini şeyleri Üftade hazretlerine takdim etmiş o da kabul ederek memnuniyetini belirtmiş ve dualar etmişti. Hüdayi’de hediyesini verince, Üftade hazretleri:

“Oğlum, arkadaşlarınız demet çiçek getirdiler. Siz bize tek solmuş her çiçeği mi layık gördünüz?” buyurdu. Hazret Hüdayi de; “Efendimize ne getirsem azdır. Fakat koparmak için el uzattığım her çiçek Allah'ı tespih ediyordu. Bu tespihi işiterek el çekip hiç birini koparamadım. Ancak kurumuş ve sapının kırılmış olmasından dolayı bu çiçeği tespihten kesilmiş gördüm. Bu sebeple bunu getirebildim.”Hüdayi’nin bu cevabıyla şeyhinin bir kat daha muhabbet ve teveccühünü kazandı.Çünkü Üftade hazretleri Hüdayi’ ye her zaman;”Evladım her zerrede Hakk’ı göreceksin,her zerreye Hak muamelesi yapacaksın, başka yolu yok , bu böyledir”. derdi. Sevinci ,talebesinin bu mertebeye ulaşmasında geliyordu.



HÜDAYİ HZ. GÖREVLENDİRİLMESİ

Nitekim bir sabah Hüdayi hazretlerinin artık nihayete erdiğini ve halkı irşadı, ,doğru yolu göstermeye başlayacağının işaretini verdi. Hüdayi hazretleri her sabah erkenden kalkarak hocasının abdest suyunu ısıtıp hazır ederdi.O sabah ise uykuya dalmış ve ancak son vakitte uyanabilmişti. Derhal ibriğini aldı. Fakat ısıtmaya vakit yoktu. Çünkü hocasının ayak seslerinin işitiyordu. İbriği göğsüne bastırmış bir halde kalakaldı. Üftade hazretleri eğirerek ;
“Haydi evladım suyu dök “dedi. Hüdayi hazretleri ibriği göğsüne bastırmış halde duruyor ve buz gibi olan suyu hocasının eline dökmeye kıyamıyordu. Üftade hazretleri tekrar; “Haydi evladım! Ne duruyorsun? Geç kalacağız”. Deyince, çekine çekine ve korkarak suyu dökmeye başladı.Ancak hocasının sözü onu bir kat daha şaşırttı. “Evladım Mahmud bu su ne kadar ısınmış böyle . Bunu normal ateş ile ısıtmayıp,gönül ateşi ile ısıtmışsın. Bu hal artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor.”

Böylece Muhammed Üftade hazretleri, Hüdayi’ye icazet, diploma verdi ve onu çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’a, İslamiyeti yaymak, emir ve yasaklarını bildirmek üzere gönderdi. Aziz Mahmud Hüdayi, ailesiyle birlikte Sivrihisar’a giderek hizmete başladı. Ancak burada sadece altı ay kadar kalabildi. Hocasının ayrılığına dayanamayarak tekrar Bursa’ya geldi. Bursa’ya geldiği günlerde, doksan yaşından ziyade olan hocasının hizmetini görmeye başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun olan Muhammed Üftade ; “Oğlum!Padişahlar ardınca yürüsün.” diye dua etti. O sene Üftade hazretleri vefat etti.

Aziz Mahmud Hüdayi manevi bir işaretle Trakya’ya gitti. Bir müddet sonra da Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi vasıtasıyla İstanbul’a geldi. Küçük Ayasofya Camii tekkesinde hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fatih Camii’nde, talebelere ,tefsir,hadis ve fıkıh dersleri verdi. Burada kaldığı müddet içinde, ilim ve devlet adamlarına uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar’da kendi dergahının bulunduğu yeri satın aldı. Buraya dergahını inşa eyledi. Dergahında yüzlerce talebenin yetişmesi için çok uğraştı. Kısa zamanda namı her tarafta duyuldu. Akın akın talebeler dergahına koştular. Hasta kalplerine şifa olan sohbetlerine koştular. Onun feyzi ve bereketine kavuştular. Dergah en fakirinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet mercilerine kadar her tabakadan insanlarla dolup taşıyordu. Devrin padişahları da ona hürmette kusur etmiyorlardı. 3.Murad Han, 3.Mehmed Han, 1.Ahmed Han, 2.Osman Han ve Dördüncü Murad Han’a nasihatlerde bulundu.Murad Han’a saltanat kılıcını kuşattı.

1595 yılında İranlılarla yapılan Tebriz seferine Ferhat Paşa ile beraber katıldı. Zaman zaman padişahları davetlisi olarak saraya gidip,onlarla sohbetlerde bulundu. Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin, çeşitli camilerde vaaz vermesi için sevenleri devamlı taleplerde bulundular.O, Üsküdar İskelesindeki Mihrimah Sultan Camii ile Sultanahmed Camii’nde belli günlerde vaaz vererek, insanlara feyz ve mafiret sundu.

Aziz Mahmud Hüdayi’nin talebesi olmakla şereflenmek için, herkes birbiriyle yarışıyordu. Bunların başında Sadrazam Halil Paşa, Dilaver Paşa, Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi, Şeyhülislam Hocazade Esad Efendi, Okçuzade Mehmed Efendi, İbrahim Efendi,Nevizade Atayi Efendi geliyordu. O zaman Hüdayi Dergahı, İstanbul’un en mühim bir kültür merkezi haline geldi. Pek çok alim yetişti.



KERAMETLERİ

Osmanlı tahtında 20 yıl kadar saltanat süren 3.Murad Han, Hüdayi hazretlerine büyük muhabbet besler ve yapacağı işlerde onunla istişare ederdi. Üçüncü Murad Han'ın yerine geçen Üçüncü Mehmed Han ve ondan tahta çıkan Birinci Ahmed Han da Şeyh Hüdayi hazretlerine büyük bir saygı ile bağlı idiler. Bir gün Sultan Birinci Ahmet Han, rüyasında;”Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Zahiren bakıldığında rüya çok korkunç idi.Sabahleyin, derhal huzura getirilen alimler ve rüya tabircilerinden hiçbiri bu rüyayı,Padişahı tatmin edecek şekilde tabir edemedi. Nihayet Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmud Hüdayi’nin, bu rüyayı tabir edebileceğini arz ettiler. Padişah 1.Ahmed bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tabir edilmesini rica etti. Haberci, mektubu alıp süratle Üsküdar’a geçti. Aziz Mahmud Hüdayi’nin kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını gördü. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu da Padişaha verilmek üzere verdi ve;”Sultanımızın gönderdiği mektubun cevabıdır.”buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektubu sultana götürdü ve gördüklerini anlattı. Sultan Birinci Ahmet Hanın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan cevabı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, gönderilen bu mektubu heyecanla okudu. Deniyordu ki:”Allah insan vücudunda arkayı, cansız mahluklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Padişahımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rüyadan İslam’ın temsilcisi olan padişahımızın, küffara karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Padişah bu tabiri pek beğendi ve ;”İşte gördüğüm rüyanın tabiri budur.”dedi. Derhal Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine bin altın gönderdi.

Diğer taraftan Aziz Mahmud Hüdayinin hanımı hamile olup doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak çocuğun ihtiyaçlarını alamamışlardı. Çünkü Hüdayi hazretleri kapısına gelen, kendisine el açan fakir ve ihtiyaç sahiplerine hiç düşünmeden nesi olsa verirdi. Bu sebeple çoğu kez evde yakacak mum bile bulamazlardı. Bu sebeple hanımı;”Bursa kadılığını bıraktın, medrese hocalığını terkettin...Elindeki malını mülkünü, ona buna vererek harcadın.... Dünyaya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok!..” diye yakınıyordu. Tam bu sırada kapı çalındı. Hüdayi hazretleri kapıya doğru giderken hanımına da; “Hatun Allah istediğin dünyalığı gönderdi.” Buyurdu. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Hanın hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim etti. Ertesi gün de Padişah kendisi gelerek elini öptü ve talebesi olmakla şereflendi.


SULTAN AHMET CAMİ'NİN YAPIMI

Sultan Ahmed Han, büyük bir cami yaptırmak istiyordu. Kararını verdi ve yerini tespit ettirdi. Temel atma merasimi için hocası Aziz Mahmud Hüdayi ve diğer alimleri davet etti. Koyunlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri vurdu. Padişah, yoruluncaya kadar temel kazdı. Böyle bir başlangıçtan yıllar sonra, cami yapıldı ve açılışını yapmak ve Cuma hutbesini okumak üzere Aziz Mahmud Hüdayi davet edildi. Ancak o gün beklenmedik bir şey oldu. Önce bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Sonra fırtına ile beraber denizde dalgalar büyüdü, yükseldi ve şiddetlendi. Bu şartlar altında Üsküdar’dan Sarayburnu’na geçmek imkansızlaşmıştı. Ne var ki Şeyh hazretleri Hünkara söz vermişti. Bu sebeple Üsküdar iskelesine ve bir kayık kiralayarak içine atladı. O binince sadık talebeleri durur mu? Hemen onlar da bindiler. Böylece şeyh hazretleri yanında birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnu’na doğru açıldı. Allahü tealanın izniyle Mahmud Hüdayi hazretlerinin himmeti bereketiyle, kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Bu şekilde herkes korkudan denize çıkmazken, Aziz Mahmud Hüdayi kayığıyla selametle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdayi yolu”dendi ki, fırtınadan uzak, selametle gidilen bir deniz yolu olduğu kabul edilir. Bu sırada Ahmed Han da , telaş ve üzüntü içerisinde Hüdayi hazretlerini bekliyordu. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri tam köşkün yanına gelince, Müthiş bir gümbürtü koptu. Kulakları sağır edecek bir biçimde patlayan gürültünün ardından düşen yıldırım, Kas-ı Hümayunun bir yanını çökertti. Bina allak bullak olmuş; ne padişah dışarı çıkabiliyor, ne de bir kimse içeri girip onu kurtarabiliyordu. Ancak Hüdayi hazretleri telaşlanmadılar. Kimsenin de telaşlanmasına fırsat vermediler. Hemen Kasr-ı Hümayunun çöken tarafına asasını dayayıp binanın yıkılmasına engel oldu. Sonra Padişahı ve yanındakileri tek tek köşkten indirdiler. Bu sırada dayanak direkleride getirilmiş ve çöken yana konulmuştu. Köşkteki son kişinin de inmesini müteakip gerekli tedbirlerin alındığını gören Hüdayi hazretleri, bastonunu dayadığı yerden çektiler. O anda inanılmaz bir olay oldu.Küçük bir bastonun çektiği yüke direkler dayanamayıp çatır çatır kırıldı ve bina çöktü. Bu olayı gören herkes Hüdayi hazretlerine daha fazla gönülden bağlandı. Artık yağan yağmur ve kopan fırtına kimsenin umurunda değildi. Büyük bir alayla Sultanahmed camii’ne gelindi. Sonra cami büyük mürşidin eli ve duası ile ibadete açıldı. Sultan Ahmed Han, birgün bazı devlet erkanıyla gezmeye çıkmışlardı. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip kızartarak Padişaha ikram ettiler. Sultan Ahmed Han besmele çekerek elini ete uzattığı an, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri beliriverdi. Padişaha;”Sultanım! Sakın yemeyiniz o et zehirlidir.” Buyurdu. Etten bir miktar kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhal öldüğü görüldü.

Zamanın padişahı Ahmed Han; vezirlerinden birini azletmiş, mührünü de Üsküdar tarafında oturan bir başka vezire göndermişti. Yolda mührünü götüren haberci, bir deniz kazasına tutulduğu için mührü denize düşürdü. Mührün denize düştüğünü öğrenen padişah, Aziz Mahmud Hüdayi’ye gidip durumu anlatınca, o da pöstekisinin altına elini uzatıp, suları damlamakta olan mührü Padişaha teslim etti.

Sultan Ahmed Han, Peygamber efendimizin mübarek Kadem-i şerifinin izi bulunduğu bir taşı Mısır’da Kayıtbay Türbesinden İstanbul’a getirtmiş ve Eyyub Camiin’e koydurmuştu. Sultanahmed Camii tamamlanınca da Nakş-ı Kadem oradan alınarak buraya nakledildi. Nakil işinin yapıldığı günün gecesinde Sultan Ahmed şöyle bir rüya gördü:

Bütün Padişahların toplandığı yüce bir divanda Peygamber efendimiz kadılık yapmaktadır. Kayıtbay Türbesini ziyarete vesile olan “Kadem-i şerif” resmini kendi Camiine nakleden Sultan Ahmed’den davacıdır. Peygamber efendimiz davacıyı dinledikten sonra, Kadem-i şerifin alındığı yere geri verilmesi istikametinde karar verir. Suçlu mevkiinde oturan Ahmed Han, kan ter içerisinde uyanır ve derhal şeyhi Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine giderek rüyasını anlatır. Hüdayi hazretleri, rüyayı; “Emanetin derhal yerine gönderilmesi.” Şeklinde yorumlar ve Kadem-i şerif taşı Kayıtbay Türbesine iade edilir.

Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri bir gün Ahmed Han’ı ziyarete gitmişti.Padişah;”Efendim! Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve pek çok günahkar mümine şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye sual eyledi. Aziz Mahmud Hüdayi hemen cevap vermedi. Bir müddet murakabe halinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur.”buyurdu. Sonra Padişah; “Efendim! Acaba zat-ı alinizin bizlere bir vaadiniz ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmud Hüdayi ellerini kaldırarak:”Ya Rabbi! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar. Ömürlerinin sonlarına kadar fakirlik görmesinler. İmanlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler.” diye dua eyledi.

Nitekim Ahmed Han da öleceğini bilip haber verdi. Şanı yüce padişah 1617 senesinde hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mabeynci Mustafa, Sultanın vefatından bir gün önce huzurunda iken, Ahmed Hanın odada sahibini göremediği kimselere dört defa;”Ve aleyküm selam.” Dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, Sultan Ahmed Han; “Şu anda yanıma hazret-i Ebu Bekr-i Sıdık, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali geldiler.Bana;”Sen dünya ve ahiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resulullah efendimizin yanında olacaksın.” Buyurdular.”cevabını verdi. Hakikaten ertesi gün vefat etti. Cenazesinin yıkanması için hocası Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri davet edildi. Ancak o;” Sultanımı çok severdim.Şimdi dayanamam. İhtiyarlığım sebebiyle beni mazur görün .”buyurdu ve talebelerinden Şaban Dede’yi gönderdi.

Zengin bir kimse, Mahmud Hüdayi’nin üstünlüğünü görmek, anlamak için huzuruna gitti. Hiç kimseye göstermeden, Mahmud Hüdayi’nin seccadesinin yanına elindeki altın dolu keseyi bıraktı. Ayrılmak için izin isteyince, Mahmud Hüdayi;” Bırakmış olduğunuz altınlar ile, hem dünya hem de ahiret mamur edilebilir. Altın, veliye de deliye de lazımdır. Onun için bu altınları, hayır yoluna sarfetmek üzere kabulünde bir mahzur görmüyor, red etmeyi uygun bulmuyorum .” deyince, o zengin;”Efendim kalbimde gizlediğim şeyleri aynen ifade ettiniz.” Dedi ve Aziz Mahmud Hüdayi’ye muhabbeti ve hürmeti artmış bir şekilde huzurdan ayrıldı.

Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, 1628 (H.1038) senesinde hakiki aleme göçtü. Vefatından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helalleşti, vasiyetini yaptı. Son nefeste de Kelime-i Şehadet getirerek ruhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar’daki dergahındadır. Aşıkları, onu ziyaret etmekte, feyz ve bereketlerinden istifade etmektedirler.



KİTAPLARI

Aziz Mahmud Hüdayi, insanların Ehl-i sünnet itikadında bulunmaları ve ibadetlerini doğru yapmaları için pek çok eser yazmıştır. Bu eserlerden bazıları şunlardır.

1- Nefais-ül Mecalis,2-Tecelliyat,3-Divan-ı İlahiyat,4-Habbet-ül Muhabbe,5-Necat-ül Garik,6-Tarikatname7-Tezakir-i Hüdayi,8-Ahval-ün Nebiyy-il-Muhtar Aleyhi Salevatullah-il-Melik-i-Cebbar,9)Cami-ul-Fedail ve Kami-ur-Rezail,10-Feth-ul-Bab ve Ref-ul-Hicab,11)El-Feth-ül-İlahi,12)Haşiyet-ül-Kühistani fi Şerh-il-Fıkh-ı Keydani,13)Hayat-ül Ervah ve Necat-ül-Eşbah,14)Tarikat-ı Muhammediyye,15)Vakıat,16)Şerhun Alel- Kasidet-il Vitriyye fi Mehdi Hayr-il-Beriyye,17)Mensur Mevlid-i Nebi…


DAHA BÜYÜK KERAMET Mİ OLUR?

Aziz Mahmud Hüdayi bir gün, Sultan Ahmed Hanla sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemk istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Padişah hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu döktü.Sultan Ahmed Hanın annesi de kafes kafes arkasın havluyu hazırlamıştı. Valide Sultan kalbinden ; “Aziz Mahmud Hüdayi’nin bir kerametini görseydim.” Diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmud Hüdayi, Valide Sultan’ın gönlünden geçenleri anlayarak ;”Hayret! Bazıları bizim kerametimizi görmek isterler, Halife-i ruy-i zemin-in elimize su döküp, muhterem validelerinin havlu hazırlamasından daha büyük keramet mi olur?” buyurdu.

SULTANLAR HUZURUNDA YÜRÜSÜN!

Bir gün Sultan Ahmed Han, mürşidini ziyaret için Üsküdar’a gelmişti. Çaşıdan geçerken, Hüdayi hazretlerinin alış-veriş ettiğini gördü. Genç Hünkar bu esnada attaydı. Derhal atından indi, hocasının elini öptü ve atına binmesi için rica etti. Bir müddet Hüdayi hazretleri at sırtında önde ve Padişah da yaya olarak ardınca yürüdüler. Kısa bir süre sonra Mahmud Hüdayi dünyayı titreten koca bir padişahın, arkasında yaya yürümesine razı olmadı ve; “Sultanım! Sırf hocam Muhammed Üftade hazretlerinin duası ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o;”Padişahlar huzurunda yürüsün.” Diye dua etmişti.” Buyurarak atından indi. Ata tekrar Sultan Ahmed Hanı bindirdi.

Fırtına_
02-19-2009, 11:12
ULAŞIM



İlçemiz her türlü ulaşımı sağlayabilecek kara, deniz ve demiryolu ağının birleştiği noktada yer almaktadır.

KARAYOLU

Avrupa - Asya kara yolu bağlantısını teşkil eden Boğaziçi köprüsü ile otoyol ve İstanbul-Ankara E5 karayolu Üsküdar’da bulunmaktadır. İlçemizle komşu ilçeler arasında düzenli karayolları, caddeler vardır. Kadıköy, Beykoz, Ümraniye’ye İETT otobüsleri, dolmuşlar işler. Şile’ye şehirler arası otobüsler düzenli seferler yapar.

Harem otobüs terminalinden Anadolu yönündeki il ve ilçelere gidilir. Avrupa ile Asya’yı birleştiren İstanbul Boğaziçi Köprüsünün Anadolu yakasındaki ayağı ilçemizin Beylerbeyi semtindedir. Böylece ilçemiz Avrupa – Asya Karayolunun geçiş yeri üzerinde bulunmaktadır.

Ayrıca Harem- Sirkeci arabalı vapuru vasıtası ile Eminönü ilçesi ile bağlantı sağlanmaktadır.




DEMİRYOLU

İlçemizden demiryolu ile yolculuk etmek isteyenler Haydarpaşa garından yararlanırlar. İlçemizin semtleri arasında demiryolu yoktur.





DENİZYOLU

Gerek denizcilik işletmesinin gerek Büyükşehir belediyesi ile özel işletmelerin boğaz hatları feribot ve yolcu gemileri ve deniz otobüsleri ile yolcu taşımacılığı mevcuttur. Üsküdar iskelesinden ve ilçemiz kıyılarındaki iskelelerden Eminönü, Kabataş, Beşiktaş’a düzenli olarak Şehir Hatları vapurları ve dolmuş motorları çalışır. Dolmuş motorlarını gece geç saatlere kadar bulabilirsiniz.

İlçemiz kıyılarındaki iskeleler şunlardır : Harem, Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Kandilli, Küçüksu.


HAVA YOLU

İlçemizde havaalanı yoktur. Havayolu ile yolculuk etmek isteyenler Avrupa yakasında Yeşilköy veya Anadolu yakasında Sabiha Gökçen Hava alanları’ndan uçağa binerler.



ŞEHİR İÇİ ULAŞIM

İlçemizde İETT yönetiminde Belediye Otobüsleri, Halk Otobüsleri, minibüs, dolmuş ve taksiler şehir içi ulaşımı sağlanır.





ÖNEMLİ CADDELER



Paşalimanı Caddesi

Üsküdar iskelesi ile Kuzguncuk arasındaki caddeye Paşalimanı caddesi denir. Beykoz yönüne giden araçlar sahil yolu olarak bu yolu kullanır. Bu cadde üzerinde eski tekel deposu bulunur. Tekel deposu onarım gördükten sonra müze olarak kullanılmaktadır.



Selmani Pak Caddesi

Bu cadde İskele Meydanından başlar, Bülbülderesi’ni izleyerek Bağlarbaşı Caddesine kavuşur. Bağlarbaşı ile Kısıklı arasında Kısıklı Caddesi adını alır. Kısıklı ve Ümraniye’ye giden araçlar bu caddeden geçer.



Hakimiyeti Milliye Caddesi

İskele Meydanından başlar. Çift taraflı olarak Ahmediye’ye kadar ilerler. Buradan sola ayrılan yol Toptaşı Caddesi, sağa ayrılan yol Halk Caddesi adını alır. Sağdaki yolun adı Doğancılar’dan sonda Tunusbağı Caddesidir. Tunusbağı Caddesi Karacaahmet Mezarlığına varınca Tıbbiye Caddesi adını alır. Üsküdar Kadıköy arasında işleyen araçlar bu yolu izler. Haydarpaya Lisesi, Haydarpaşa Numune Hastanesi, Marmara Üniversitesi, Siyami Hersek Kalp Hastanesi, Tıbbiye Caddesi üzerindedir.

Fırtına_
02-19-2009, 11:12
BOĞAZ MANZARALI HARABE!..
Sevgili Okurlar,

Size İstanbul’da öyle bir yerden bahsedeceğim ki, bu bölgede nereye baksanız tarih fışkırıyor. Hangi yöne gözünüz kaysa ayrı bir tarihi güzellikle karşılaşıyorsunuz. Sadece tarih mi, yoo hayır tabii ki değil, tarihin yanında, hala koruduğu doğal güzelliği ve gerçekten eşsiz Boğaziçi manzarası ile işte buram buram tarih ve deniz kokan SULTANTEPE...


SULTANTEPE


Sultantepe’de öyle çok tarihi obje var ki hangisinden başlayacağımı inanın ilk başta bilemedim. Ancak sanırım “Sultantepe” isminin kendisi ile başlamak en doğrusu diye düşünüyorum.

Üsküdar İskelesinin üst yanındaki yüksekliklerde kurulmuş olan semte Sultantepe denir. Buraya eskiden Hacı Hesna Hatun Mahallesi derlerdi. Hacı Hesna Hatun, Mihrimah Sultan’ın dadısıydı. Saraydaki görevinden ayrılırken padişaha : “Beni her yanı görebileceğim yüksek bir yere götür” demesi üzerine bu isteği kabul edilmiş o da Sultantepe’nin bulunduğu yeri seçmiştir. Güzel havası, manzarası ve yanındaki Nuri Demirağ Korusu ile Sultantepe zaman içinde birçok tarihe beşiklik etmiştir.

Not : Yukarıdaki yazıyı üyemiz sevgili Oktay İnci göndermiştir.



HAYDARPAŞA

Üçüncü Selim’in vezirlerinden Haydar Paşa bu semtte bir köşk yaptırmış. Haydar Paşanın arazisi üzerine 1845’de Haydar Paşa Askeri Hastanesi önce Haydar Paşa Kışlası olarak kurulmuş, daha sonda hastane olarak kullanılmış. Bu semte Dördüncü Murat zamanında Haydarpaşa Bağı, Haydarpaşa Semti derlermiş. Bu nedenle semt adının nereden geldiği kesinlikle bilinmemektedir. Marmara Üniversitesi, Haydarpaşa Endüstri Meslek Lisesi, Haydarpaşa Askeri Hastanesi, Haydarpaşa Nümune Hastanesi bu semttedir.

KANDİLLİ

Vaniköy’den sondaki iskeledir. Burada Dördüncü Murat Revan Seferine hazırlanırken bir saray yaptırdı. Sarayın yapıldığı yare Kandilli Bahçe denirdi. Saray eskiyence Birinci Mehmet bu sarayı yeniledi. Bu saraya ve çevresindeki semte Nevabad adı verildi. Nevabad Sarayının Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından onarılması 1718 yılına rastlar. Dördüncü Murat 1632’de Revan Seferinden dönünce burada bir şehzadesi dünyaya gelmiş. Yedi gün yedi gece kandiller yaktırıp şenlikler yaptırmış. Kandilli adı buradan gelmiş. Kandilli’de bir deniz Fenerinin bunmasından ötürü Kandilli adının verildiği de söylenir. Kandilli Rasathanesi, Kandilli Kız Lisesi bu semttedir.



KARACAAHMET

Üsküdar - Kadıköy yolu üzerinde selvi korusu halinde geniş bir alanda yayılmış olan mezarlığa ve çevresindeki semte Karacaahmet denir. On dördüncü yüzyılda İran sarayından Anadolu’ya gelmiş olan Karacaahmet’in türbesi Nuhkuyusu Caddesi başında, sol köşededir.



KISIKLI

Çamlıca tepesine çıkan yolun başındaki semte denir. Türkçede kayalar arasından sızan kaynak suyuna kısıklı denir. Burada sertlik derecesi 2 olan Kısıklı Suyunun kaynağı ve çeşmesi vardır. Semt adını Kısıklı Suyu’ndan almıştır. Kısıklı çeşmesinin üstünde Kısıklı Camii bulunur. Üsküdar’dan Kısıklı’ya gelen yol, buradan Ümraniye’ye, Büyük Çamlıca’ya ve Küçük Çamlıca’ya giden kollara ayrılır.



KUZGUNCUK

Üsküdar’la Beylerbeyi arasındadır. Bu semte Kuzgun Baba denilen bir dervişin adını taşıması için Kuzguncuk denmiştir. Burada Kuzgun Baba’nın ve Nakkaş Baba’nın türbeleri vardır. Osmanlı Devrende Serasker Fethi Paşa ve Serasker Hüseyin Avni Paşa bu semtte oturmuş birer yalı yaptırmışlardır. Kuzguncuk’la Paşalimanı arasında Boğaziçi’ne bakan sırtlar üzerinde büyük bir koruluk vardır. Kuzguncuk’un çileği ünlüdür.



KÜÇÜKSU

Kandilliden sonraki koyda, Küçüksu Deresinin iki yakasında bulunun semte bu ad verilir. Küçüksu ile Göksu arasında çayır eskiden beri gezi yeridir. Burada Küçüksu Çeşmesi ve Göksu deresi bulunur.




SALACAK

Şemsipaşa ile Harem arasında, Kızkulesi’nin karşısında bulunan kıyıya Salacak denir. “Sala” köy demektir. Buna göre Salacak köycük anlamına gelir . Salacak adının doğuşuna ilişkin bir öykü de vardır : Söylentiye göre Fatih Sultan Mehmet yanındakilere sormuş : “Askerleri nereden salayım?”. Onlar da Salacak’ı gösterip : “ Şu yokuştan salın…” demişler. Semtin adı o zamandan beri Salacak olmuş. Fatih, Salacak’ta Akşemseddin adına bir cami ve çeşme yaptırdı. Ayşe Sultan, Atik Valide Sultan, Hanzade Sultan köşkleri bu kıyıları süslerdi.



SELİMİYE

Harem’in üst yanındaki semte Selimiye denir. Selimiye Kışlası, Selimiye Cami, Üçüncü Selim Çeşmesi bu semttedir. Semtin adı Selimiye adını taşıyan tarihi yapıtlardan gelmektedir. Burada eskiden Kavak Sarayı ve Bağdat Sarayı adları verilen büyük bir saray vardı.



ŞEMSİPAŞA

Üsküdar İskelesi ile Salacak arasındadır. Şemsi Paşa, Yavuz Sultan Selim’in hizmetinde bulunmuş, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Şam, Rumeli ve Anadolu Beylerbeyliği yapmış, İkinci Selim Zamanında vezirlik, Üçüncü Murat zamanında musahiplik etmiş olan Şemsi Paşa Mimar Sinan’a yaptırdığı cami ve medrese ile bu semtte kendi adını yaşatmaktadır. Şemsipaşa Caminin yanında Balaban adı verilen semtte eskiden küçük iskeleler varmış. Sarıtaş denilen İskelede Valide Sarayı ile Ayazma Bahçesi bulunuyormuş.



ÜSKÜDAR

Bizans devrinde Skutari denilen asker kışlaları şehrin bu yakasında yer aldığı için semt Skutarion diye anılıyordu. Bu, zamanla Üsküdar'a dönüştü. Üsküdar önceleri Kadıköy’e bağlı küçük bir köy iken günümüzde kalabalık nüfusu ve hareketli ticaret merkezlerinin olduğu bir yerleşim merkezi halini almıştır. Geçmişten günümüze kadar önemli ulaşım yerleşim yeri olmuştur. Üsküdar’ın en eski semtleri Ayazma, Toygar Hazma, Selami Ali, Sultantepe, İcadiye mahalleleridir. Semt olarak Üsküdar denince İskele yöresi ve Üsküdar çarşısı akla gelir.



VANİKÖY

Çengelköy’le Kandilli arasındadır. Burada eskiden bir koru varmış. Dördüncü Mehmet zamanında vezir olan Köprülü Fazıl Ahmet Paşa tarafından Van’dan getirilmiş olan ordu şeyhi Vani Mehmet Efendiye bu semtteki koru armağan olarak verilmiş. Vani Mehmet Efendi buradaki mescidi genişletir on yedi yalıyı mescit vakfı haline getirmiş, bir de sebil yaptırmış. Semt adını bu Vani Mehmet Efendiden almıştır. Vaniköy’ün arkasında 136 metre yüksekliğindeki Topdağı Tepesinden 1908’de toplar kaldırılarak yerine Kandilli Rasathanesi kuruldu.



ALTUNİZADE

Bağlarbaşı ile Kısıklı arasındadır. Semt adını Askeri Şura Üyesi Altunizade İsmail Paşadan alır. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Altunizade İsmail Paşa burada bir cami ile bir hamam yaptırmış, caminin çevresinde oluşan semte Altunizade denmiştir. Boğaziçi Köprüsünden gelen Çevreyolu ve Üsküdar - Ümraniye yolu Altunizade’den geçer.




AYAZMA

Kızkulesi’nin karşısında, Salacak İskelesinin üst yanına düşer. Rumların kutsal saydıkları kaynak yada pınarlara ayazma denir. Burada da eskiden bir ayazma varmış, semte bunun için Ayazma denmiş, Ayazma Camii ile Şemsipaşa arasında denize kadar inen alanda Fatih zamanında Üsküdar Sarayı denilen bir saray yapılmış, sonradan bu sarayın yanması üzerene Mimar Sinan tarafından yenilenmiştir. Çok görkemli olan Üsküdar Sarayının bugün ancak kalıntılına rastlayabiliyoruz. Bu semti Üçüncü Mustafa tarafından 1760 yılında yaptırılan Ayazma Camii süsler.



BAĞLARBAŞI

Çamlıca ile şimdiki Bağlarbaşı’nın bulunduğu yerin arası eskiden bağlık, bahçelikmiş. Bağlar buradan başladığı için semtin adı Bağlarbaşı olmuş. Bağlarbaşı ilçemizin gelişmiş bir semtidir. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi buradadır. Üsküdar, Kadıköy ve Ümraniye’den gelen yolların kavşağında bulunması canlılığı artırmaktadır.



BEYLERBEYİ

Kuzguncuk’la Çengelköy arasındadır. Semt adını Üçüncü Murat’ın beylerbeyi olan Mir Alem Mehmet Paşadan alır. Ayrıca Recep Paşa ve Yemişçi Hasan Paşa bu semtte beylerbeyi olarak oturmuştur. Boğaziçi Köprüsü, Beylerbeyi Sarayı, Beylerbeyi Camii semtin önemli yapıtlarıdır.



ÇENGELKÖY

Beylerbeyli ile Vaniköy arasındadır. Semtin adı üzerinde çeşitli söylendiler vardır. Eskiden gemi çapaları bu köyde yapıldığı için ismi bu olayla anılıyor. Başka bir kaynak da şöyle diyor : Kaptan-ı Derya Çengeloğlu Tahir Paşa burada bir cami kurdurmuş Caminin çevresinde oluşan köye Çengelköy adı verilmiş. Bu yöredeki Hünkar Köşküne Çengelköy Kasrı denirmiş. Çengelköy’ün yoğurdu, hıyarı, ayvası, kavak inciri denilen patlıcan inciri ünlüdür.



DOĞANCILAR

Eskiden doğancılar vardı. Avda kullanılmak üzere doğan, şahin, atmaca, çakır gibi av kuşlarının yuvalarını korumak, yavrularını büyütüp padişah için saraydaki doğancıbaşıya getirmekle görevliydiler. Doğancıların bu semtte oturması nedeniyle semtin adına Doğancılar denmiştir. Ayrıca İkinci Selim ve Üçüncü Murat’ın vezirlerinden av ve doğan merakından ötürü doğancı olarak tanınan Ahmet Paşa bu semtte bir hamamla kendine bir türbe yaptırmış. Bir söylentiye göre bu nedenle semtin adına Doğancılar denmiş, Bu semtte eskiden Hacı Paşa, Ahmet Mehmet Paşa , Nazif Paşazade, Cinci Hoca, Arslan Ağa Köşkleri varmış. İlçemizin Kaymakamlık Binası ile Doğancılar Parkı bu semttedir.




DUDULLU

Dudullu eskiden Üsküdar’a bağlı bir köymüş ve isminin nereden geldiğinin bilinmesinde fayda var. Üsküdar’a 18 Km. uzaklıktadır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alacağı zaman Duduoğlu Aşiretinin yardımı dokunmuş. Fatih de Duduoğlu Aşiretine Dudullu köyünün bunulduğu yeri tımar olarak vermiş, Daha sonrada aşiret gitmiş, Anadolu’dan gelen halk yerleşmiş. Yukarıdudullu’da İkinci Mahmut’un kızı Adile Sultan’ın 1886’da yaptırdığı bir çeşme vardır. Bu çeşmenin suyu köyün yakınındaki Göztepe’den getirtilmiştir.



HAREM

Haydarpaşa ile Salacak arasındadır. Üçüncü Murat zamanında Selimiye Kışlasının bulunduğu yerde Harem-i Hümayun Kasrı denilen bir saray vardı. Padişah ailesinden olan hanımlar buradaki iskeleden kayıklarla İstanbul’a gider gelirlerdi. Buradaki iskeleye Harem İskelesi, semte de Harm denirdi. Harem’deki araba vapuru iskelesi ve otobüs terminalleri büyük ulaşım kolaylığı sağlamaktadır.



BÜLBÜLDERE

Bu semtte eskiden bağlar, bahçeler varmış, gül dallarında bülbüller ötermiş. Bu yüzden bu semte Bülbüldere denmiş.



ÇAMLICA

Büyük ve Küçük Çamlıca tepelerinde eskiden çam koruları bulunduğu için bu tepelere Çamlıca adı verilmiş. Bugün o eski çamlardan pek azına rastlanmaktadır. Büyük Çamlıca üzerindeki çamlar yakın yıllarda dikilerek yetiştirilmiştir. Eskinden iki Çamlıca’dan biri Eski Çamlıca, öteki Yeni Çamlıca adını taşırdı. Sultan Murat’ın Çamlıcası denilen yer, Küçük Çamlıca’dır. Yeni Çamlıca denilen Küçük Çamlıca, Dördüncü Mehmet zamanında bakım görerek gezi yeri durumuna getirildi. Dördüncü Mehmet Küçük Çamlıca’da 1650 yılında bir cami ve bir köşk yaptırdı. O zamanlar Büyük Çamlıca bir dağ tepesi sayılıyor, burada bir bir tekke ile padişahın Bağ-ı Cihan adlı bir bahçesi bulunuyordu. Çamlıca’da daha çok bahçeli köşkler yer alır. Semt olarak Çamlıca denince Çamlıca tepelerinin etekleri akla gelir . Günümüzde yerleşme alanları Çamlıca’nın tepelerine doğru tırmanma eğilimi göstermektedir.
__________________

by_AL_BAY
02-22-2009, 08:53
bir şarkıdır üsküdar osman öztunç-- üsküdar yanıyor..:yeah:

Alagöz
12-06-2020, 13:47
Çok güzel bir semt