PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : İstanbul Müzeleri 1


Fırtına_
02-19-2009, 10:47
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne Bağlı Müzeler

İstanbul Arkeoloji Müzeleri (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056882.jpgİstanbul Eminönü ilçesinde, Gülhane Parkı girişinin sağından Topkapı Sarayı Müzesi’ne çıkan Osman Hamdi Bey Yokuşu’nun bitiminde yer alan Arkeoloji Müzeleri, Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk’ten meydana gelmiştir. Bu nedenle de birkaç müzeyi kapsadığından ismi “İstanbul Arkeoloji Müzeleri” olmuştur.

Türkiye’deki ilk müzecilik çalışmaları Sultan Abdülmecit zamanında Tophane Müşiri Ahmet Fethi Paşa (1801–1858) tarafından başlatılmıştır. Topkapı Sarayı dış avlusunda bulunan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun cephane ve silah ambarı olarak kullanılan Aya İrini (Hagia Eirene) Kilisesi’nde Mecma-i Esliha-i Atika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ile Mecma-i Asar-ı Atika (Eski Eserler Koleksiyonu) ismi altında kurulmuştur. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm valiliklerine genelgeler gönderilerek bölgelerindeki eserlerin buraya gönderilmesi istenmiştir.

Bu yıllarda yabancı hafirlerin Anadolu’da kazı yaptıkları ören yerlerinde buldukları önemli arkeolojik eserlerin yurt dışına kaçırılmalarını önlemek amacı ile bazı çalışmalara başlanmıştır. İstanbul’dan gönderilen genelgelere olumlu yanıtlar alınmış ve bazı eserler İstanbul’a gönderilmeye başlanmıştır. Bununla beraber, eserlerin yurt dışına kaçırılması da önlenememiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056924.jpgAya İrini Kilisesi’nde toplanan bu eserler ilk defa müze ismi ile Ali Paşa’nın (1815–1871) sadrazamlığı, Saffet Paşa’nın (1814–1883) Maarif Nazırlığı sırasında Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) ismi altında açılmıştır. Bundan kısa bir süre sonra müze kapatılmış, Ahmet Vefik Paşa’nın 1872’de Maarif Nazırı olmasından sonra da Müze-i Hümayun yeniden kurulmuş ve yönetimi Dr.Philipp Anton Dethier’e bırakılmıştır. Dethier’in müdürlüğü sırasında H.Scliemann Troia’da bulduğu eserler Yunanistan’a kaçırılmış, Dethier bu eserlerin geri alınması için çaba sarfetmiştir. Atina’da açılan dava kazanılmış olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun maddi yönden sıkıntı içerisinde olmasından ötürü belirli bir ücret karşılığı davadan vaz geçilmiştir.

İlk Asar-ı Atika Nizamnamesi 1874 yılında yayınlanmış, bu yönetmeliğe göre bulunan eski eserlerin yalnızca üçte birinin yurt dışına götürülmesi öngörülmüştür. Bu arada Dethier’in Kıbrıs’tan 88 sandıklık eski eserleri yurda getirmesi ve Anadolu’dan gelen eserlerin artması sonucunda yeni bir binaya gereksinim duyulmuştur. Ancak maddi imkânsızlıklardan ötürü, yeni bir müze yapımı yerine Çinili Köşk’ün müzeye dönüştürülmesi uygun görülmüştür. Çinili Köşk’te yapılan düzenlemeler, eserlerin taşınması uzun zaman almış ve müzenin açılışı 1880 yılında yapılmıştır. Müzedeki eserlerin katalogu da bu sırada hazırlanmıştır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056925.jpgDethier’in ölümünden sonra 1881’de Sadrazam Ethem Paşa’nın oğlu Ressam Osman Hamdi Bey Müze-i Hümayun müdürlüğüne atanmıştır. Onun atanması ile de Türk Müzeciliği yeni bir boyut kazanmıştır. Osman Hamdi Bey eski eserlerin koleksiyonlarını bilimsel yönden yaptırmış, teşhir ve tanzimi yenilemiştir. G.Mendel’e müze katalogunu hazırlatmış, müzedeki eserlerin daha da zenginleşmesi için 1883–1895 yıllarında Nemrut Dağı’nda, Myrna’da, Kyme’de, Aiolia Nekropollerinde, Lagina Hekate mabedinde kazılar yaptırmış, burada ortaya çıkan eserleri müzeye getirmiştir. Bunun ardından Sayda’da 1887–1888 yıllarında Krallar Nekropolünde yaptığı kazılarda dünyaca ünlü İskender Lahdi denilen lahit başta olmak üzere, Ağlayan Kadınlar, Satrap, Likya ve Sayda Kralı Tabnit’in lahitlerini bularak gemi ile müzeye getirmiştir. Çinili Köşk bu kadar çok eserin sergilenmesi için yetersiz kalmıştır. Bu nedenle yeni bir müze binasına gereksinim duyulmuştur. Osman Hamdi Bey saraydan aldığı izinle Çinili Köşk’ün karşısına o dönemin ünlü mimarlarından Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi hocalarından Mimar Aleixandre Vallaury’e yeni bir müze binası yaptırmıştır.

Yeni müze Lahitler Müzesi veya Asar-ı Atika Müzesi olarak 13 Haziran 1891’de açılmıştır. Aynı zamanda yeni yapılan bu müze XIX. yüzyılın sonunda dünyada müze binası olarak tasarlanan ilk on müze arasında olup, Türkiye’nin ilk arkeoloji müzesidir. Bundan sonra yeni yapılan müzede başta Sayda Lahitleri olmak üzere diğer eserlerin teşhir ve tanzimi yapılmıştır.

Müze koleksiyonlarını Balkanlardan Afrika’ya, Anadolu ve Mezopotamya’dan Arabistan Yarımadası’na ve Afganistan’a kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki çeşitli kültürlere ait eserler oluşturmaktadır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056932.jpgCumhuriyet döneminde İstanbul Arkeoloji Müzeleri ismini alan müzenin yapımından yüz yıla yakın bir süre geçmesinden ötürü teşhir ve tanzim eskimiş, eserler sayıca artmış ve bir depo niteliğine bürünmüştür. Bunun üzerine eskiyen bina restore edilmiş, yeni bir sergileme yapılmış ve müzenin Topkapı Sarayı avlusuna bakan arka cephesine, ona bitişik olarak dört katlı yeni bir ek bina yapılmıştır. Bunun için çalışmalara 1988 yılında başlanmış ve yeni düzenleme 1991’de tamamlanmıştır. Müzenin kuruluşunun 100.yılı olan 13 Haziran 1991’de ek binalarla birlikte yeniden ziyarete açılmıştır.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde eserler Arkeoloji, Eski Şark Eserleri ve Çinili Köşk’te ayrı ayrı sergilenmiştir. Müzenin arkeoloji bölümündeki en önemli eserler arasında Sayda Kral Nekropolünden getirilen İskender Lahti, Ağlayan Kadınlar Lahti ve Satrap Lahti başta olmak üzere Arkaik Dönem’den başlayarak Roma dönemi sonuna kadar gelen çeşitli heykeller, Kyme, Milet ve Ilgın’da bulunmuş Ana Tanrıça Kybele heykelleri, adak stelleri bulunmaktadır. Ayrıca Halikarnasos Maoseleum’una ait kabartmalar, Bergama Zeus Sunağı’na ait heykel parçaları, Kuvvet Tanrısı Bes, İskender başı, Aphrodisias, Ephesos ve Miletos’ta bulunan heykeller; küçük ölçüdeki çanak çömlekler, pişmiş toprak figürinler; hazine bölümünde değerli süs eşyaları, takılar ve sikkeler bulunmaktadır. Ayrıca yeni yapılan müze ek binasında da Anadolu’nun Çevre Kültürleri Bölümü’nde Kıbrıs, Filistin, Suriye, Beyrut, Sayda, Sebasteia, Magito gibi önemli kültür merkezlerinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler sergilenmektedir. Müzenin Anadolu ve Truva Kültürleri Bölümü’nde Trakya’dan Troia’ya, Frigya’ya ve Gordion’a kadar uzanan alanda ortaya çıkan eserler sergilenmiştir.


Eski Şark Eserleri Müzesi

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056891.jpgİstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin girişinin sol tarafında bulunan yapı, 1883 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi Âlisi (Güzel Sanatlar Akademisi) olarak Osman Hamdi Bey tarafından Mimar Alexandre Vallaury’e yaptırılmıştır. Uzun süre okul olarak kullanılmış, Sanayi-i Nefise’nin 1917’de Cağaloğlu’ndaki yapısına taşınması ile bina Müze-i Hümayun’a verilmiştir. O zamanki müze müdürü Halil Ethem Bey Eski Önasya eserlerini, Klasik, Helenistik, Yunan, Roma ve Bizans eserlerinden ayırarak bu müzenin temelini atmıştır. Alman uzman Eckhard Unger 1917–1919 ve 1932–1935 yıllarında Eski Şark Eserleri Müzesini düzenlemiş ve bu konuda da yayınlar yapmıştır. Eski Şark Eserleri Müzesi 1963–1973 yıllarında restore edilerek yeniden düzenlenmiştir. Bundan sonra yeniden onarılan ve yeniden düzenlenen müze 8 Eylül 2000 tarihinde ziyarete açılmıştır.

Müzede Mezopotamya, Mısır ve Anadolu kültürleri ile İslam öncesi Arap Yarımadası’na ait eserler sergilenmektedir. Bunların başında eski ve yeni Sümer çağlarına ait eserler, Mısır firavun mezarlarına ait buluntular, Asur, Babil, Hatti, Hitit ve Urartu eserleri sergilenmektedir. Ayrıca bu bölümde 70.000 levhadan oluşan çivi yazılı tablet koleksiyonları bulunmaktadır. Bu eserlerin büyük bir kısmı da XIX. yüzyıldan başlayarak I.Dünya Savaşı’na kadar geçen süre içerisinde yapılan arkeoloji kazılarından ortaya çıkarılmıştır. Eserlerin bir bölümü de Osmanlı İmparatorluğu’nun valileri ve paşaları tarafından toplanarak gönderilmiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056934.gifMüze 1974 yılında yeniden ziyarete açılmıştır. İki katlı bir yapı olan müzenin üst kat sergi salonlarında Mezopotamya, Mısır ve Arap eserleri sergilenmektedir. Müzenin alt katı tablet arşivi, büro ve müze depolarına ayrılmıştır.

Müzenin 1 no.lu salonunda İslam öncesi Arap eserleri bulunmaktadır. Bunların çoğunluğunu Güney Arabistan’dan gelen eserler meydana getirmiştir. Burada çeşitli kitabeler, kabartma levhalar, mezar taşları ve adak heykelleri sergilenmektedir.

Müzenin 2 no.lu salonunda Mısır koleksiyonları bulunmaktadır. Bunların başında özel koleksiyonlardan gelenler ile kazı buluntuları yer almaktadır. Sfenksler, steller, sunaklar, lahitler, mezar ve mabet buluntuları bunların arasındadır. Mısır XII.-XIII. sülaleye ait lahitler, cenaze alayını gösteren renkli papirüs, Tanrı Horus heykeli, Ölüler Diyarı Tanrısı Osiris’in heykeli, Teb şehri nekropolünde bulunmuş mezar steli, arslan başlı Ateş Tanrıçası, Sekhmet’in heykeli bu bölümdeki önemli eserler arasındadır.

Müzenin 3–6 no.lu salonlarında Mezopotamya eserleri bulunmaktadır. Bunların büyük bölümünü Dicle ve Fırat nehirleri arasında, I.Dünya Savaşı’ndan önce yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler oluşturmaktadır. Bunların başında Halaf, Nineve, Eski Sümer Çağı, Yeni Sümer Çağı, Akad, Eski ve Orta Babil Çağı eserleri, Orta Asur Çağı, Yeni Asur Çağı eserleri ile Babil Çağı eserleri gelmektedir. Ayrıca bu bölümde Mezopotamya mühürleri de sergilenmektedir. Bu bölümde Yeni Asur Devletinde vezirlik etmiş olan Bel-Harran-Beli-Ussur’un steli, Asur Banipal’in kabartması, İştar kapısına giden merasim yolu üzerindeki çini kabartmalar, Eski Akad Kralı Naramsin’in steli, Sümerlerin boğa başı, Lagaş Kralı Ur-Nanşe’nin adak kabartması bulunmaktadır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056936.jpgMüzenin 4 no.lu salonu tamamen Urartu eserlerine ayrılmıştır. Bunlardan küçük bir grup Toprakkale kazılarında ortaya çıkarılmış, çoğunluğu da satın alma yolu ile müzeye kazandırılmıştır. Büyük çoğunluğunu keramikler, çanak-çömlek parçaları, kemerler, takılar, adak levhaları ve mühürler oluşturmaktadır.

Müzenin 7–9 no.lu salonlarında Anadolu’dan ele geçen tarih öncesi çağlara ait eserler bulunmaktadır. Zincirli ile Hattuşaş (Boğazköy) kazılarında ele geçen eserler bu bölümün başta gelen kültür varlıklarıdır. Zincirli şehir kapısı ortostatı, Yerkapı sfenksi, Teşup steli, Zincirli bazalt kapı arslanı, Maraş sfenksi, Zincirli sfenksli sütun altı da diğer eserler arasındadır.

İlk Tunç Çağı’na, Hatti kültürüne, Orta Tunç Çağı’na, Koloni Devri yerleşmelerine, Eski Hitit, Hitit ve Geç Hitit kralları dönemine ait eserler çoğunluktadır. Bunların arasında Kadeş Antlaşması bu bölümün en önemli eseridir.

Müzenin Çivi Yazılı Belgeler Arşivinde Mezopotamya’nın on, Anadolu’nun da iki eski yerleşme yerinden gelmiş tabletler, 12’si büyük, 8’i küçük olmak üzere dünyanın en zengin koleksiyonlarından birini oluşturmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu Osman Hamdi Bey’in eski eserleri koruma amacı ile çıkarttığı Nizamname uyarınca yapılan kazılarda ele geçmiş, diğerleri de çeşitli tarihlerde satın alınmıştır. Bu tabletler tarih, hukuk, tıp, edebiyat, ekonomi ve dini konuları içermektedir. Ayrıca matematik, astronomi, sihir gibi konuların yanı sıra çeşitli mektuplar da bu arşivde yer almaktadır. Yaklaşık olarak 74.000 adet olan bu tabletler depolarda ve teşhirde bulunmaktadır. Müzede bu tabletlerin pek az bir bölümü sergilenebilmektedir.


Çinili Köşk Müzesi

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056899.jpgİstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin avlusunda bulunan Çinili Köşk, Topkapı Sarayı yapı topluluğunun bir bölümü olarak Fatih Sultan Mehmet tarafından 1472’de sur içerisinde, Sarayburnu’ndaki koruluk içerisinde yaptırılmıştır.

Çinili Köşk Osmanlı sivil mimarisinin Selçuklu etkisinde yapılmış İstanbul’daki tek örneğidir. Kaynaklarda yeterince isminden söz edilmeyen bu köşkün mimarı bilinmemektedir. Fatih Sultan Mehmet (1451–1481) dönemi tarihçilerinden Tursun Bey, Çinili Köşk’ü sırçadan yapılmış bir yer olarak nitelendirmiştir. Sultan IV. Murad (1623–1640) zamanında köşk içerisinde yeni düzenlemeler yapılmış ve bu arada ayna taşından bir tavus kuşu kabartmasının bulunduğu bir çeşme de buraya eklenmiştir. Çeşmenin iki tarafındaki kitabelerde de buradan Sırça Saray olarak söz edilmiştir.

Köşk 1737 yılında kısmen yanmış ve bu nedenle de onarım sonrasında, özellikle cephe mimarisi değişmiştir. XIX. yüzyılda Aya İrini’deki müzenin yetersiz kalmasından ötürü eserler buraya taşınmıştır. 1910 yılında restore edilmiş, II. Dünya Savaşı sırasında kapatılmış, 1942’de de yeniden onarılırken 1880 yılında ön kısmına eklenen merdivenler kaldırılmıştır. Daha sonra bu onarımlar 1948–1953 yıllarında da devam etmiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056900.jpgÇinili Köşk iki katlı taş bir yapıdır. Yapımında beyaz köfeki taşlar kullanılmış, yan ve arka cephelerinde de kırmızı tuğladan dolgulara yer verilmiştir. Köşkün Haliç’e bakan çıkmalı arka cephesinde tuğla dolguların alt katında kilim deseni biçiminde bezemeler olduğu biliniyorsa da bu kısım özelliğini yitirmiştir. Köşkün ön cephesinin ortasında bulunan çinilerle kaplı büyük bir eyvandan içeriye girilmektedir. Bu girişin yanlarında derinliği fazla olmayan kemerli nişler bulunmaktadır. Köşkün asıl katında orta mekâna açılan dört eyvanlı bir şema görülmektedir. Üzerleri kubbe ve tonozlarla örtülmüştür.

Çinili Köşk’ün en başta gelen özelliği dış cephesi ile büyük eyvanının iç yüzeyini ve içerdeki odaların bir bölümünü kaplayan çinilerdir. Mozaik tekniğinde yapılmış olan bu çiniler firuze renkli zemin üzerine kufi yazılar ve geometrik desenlerden meydana gelmiştir.

Çinili Köşk 1737 yangınından sonra bir süre saray ağalarına tahsis edilmiş, 1953 yılında İstanbul’un 500. Fetih yılı dolayısı ile Fatih Sultan Mehmet’e ait giysiler, silahlar ve fermanlar burada sergilenmiştir. Başlangıçta Fatih Müzesi olan köşk, daha sonra Türk-İslam ve Osmanlı çini keramiklerinin sergilendiği bir bölüme dönüşmüştür. Bu müze 1981 yılında Topkapı Sarayı’ndan alınarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlanmış, 1990 yılında yenilenen sergileme ile İstanbul’un fethinin 539. yılında, 28 Mayıs 1992’de ziyarete açılmıştır.

Müzede Türk çağına ait çini ve keramiklerin ilk örnekleri, Selçuklu çini ve keramikleri, XIV. yüzyıla tarihlenen ve İznik çini atölyelerinde yapılan XIV.-XVI. yüzyıl çinileri, XIV.-XVI. yüzyıl Milet keramikleri, Milet işi mavi-beyaz kandiller, İznik’te yapılan Haliç işi keramikler burada sergilenmektedir. Ayrıca XVI. yüzyıl ortalarına doğru İznikli çini ustalarının kobalt mavisi ve firuzenin yanı sıra adaçayı yeşilinden zeytin yeşiline kadar değişen yeşilin çeşitli tonlarından oluşmuş mor ve eflatun ile birlikte kullanılan sert hamurlu Şam işi keramikler de burada bulunmaktadır. Bunların yanı sıra XVI.-XIX. yüzyıla kadar üretilmiş çeşitli keramikler, çiniler, Kütahya çinileri ve Çanakkale keramikleri de müzede bulunmaktadır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056904.jpgMüzedeki eserlerin başında figürlü çini parçaları, yıldız çiniler, haç şeklinde çiniler, tabaklar, kâseler, mavi-beyaz tabaklar, mavi-beyaz bordür çinileri, firuzeli mavi-beyaz tabaklar, tepelikler, çok renkli kâseler, bardaklar, sürahiler, XIII. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen Anadolu Selçuklu mihrabı, Haseki Hürrem Sultan Medresesi’ne ait pencere alınlığı, Kütahya işi gülaptanlar, ibrikler, kapaklı kâseler gelmektedir.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri yeniden düzenlenerek açılmasından sonra 17 Avrupa Ülkesinden 46 müze arasında Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülünü kazanmıştır.


Osman Hamdi Bey Yokuşu Sokak
Gülhane-Eminönü/İstanbul

Tel : (0212) 520 77 40–41–42
Faks : (0212) 527 43 00
e-posta : arkeolojimuzeleri@ttnet.net.tr


Ayasofya Müzesi (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056910.jpgSultanahmet’te Sultan Ahmet Camii’nin karşısında yer alan Ayasofya, 916 yıl kilise, 481 yıl cami ve 1935’ten bu yana müze olarak tarihi işlevini sürdüren, mimarlık tarihinin en önemli eseridir.

Bizans tarihçilerinden Theophanes, Nikephoros ve Gramerci Leon Ayasofya`nın İmparator I. Constantinius (324-337) zamanında yapımına başlandığını, 360 yılında, II. Constantinius’un imparatorluğu döneminde tamamlandığını yazmışlardır. İlk ismi Megali Eklesia (Büyük kilise) olan yapı, V. yüzyıldan sonra Hagia Sophia (kutsal bilgelik) ismini almıştır. Bu ilk Ayasofya bazilika plânlı, ahşap çatılı, beş nefli bir yapı olup, çıkan bir isyan sonucu tamamen yanmış ve günümüze hiçbir kalıntısı gelememiştir. İmparator II. Theodosius, Ayasofya’yı Mimar Rufinos’a ikinci defa yaptırarak 415 yılında ibadete açmıştır. İkinci Ayasofya’nın da ilk Ayasofya gibi, bazilika plân düzeninde, taş duvarlı, ahşap çatı ile örtülü bir yapı olduğu bilinmektedir. Bu Ayasofya ile ilgili 1936 yılında Prof. A.M. Schneider tarafından yapılan kazılar sırasında bazı kalıntılar ortaya çıkmıştır. Bunlar mabete giriş basamakları, cephe taşları, sütunlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri, bezemeleri ve frizleridir. Günümüzde bunlar Ayasofya’nın bahçesinde ve girişin hemen altında görülebilmektedir. Ancak, bu Ayasofya’nın da yazgısı diğerlerinden farklı olmamış, 532 yılında Hippodrom’da çıkan Nika İsyanı sırasında tamamen yanmıştır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056911.jpgİmparator Iustinianus II (527-565) bu Ayasofya’lardan daha büyük, daha görkemli bir kilise yaptırmak istemiş, çağın ünlü mimarlarından Miletos`lu İsidoros ve Trallesli Anthemios`a günümüze ulaşan Ayasofya`yı yaptırmıştır. Mabedin yapımı için İmparator bütün eyaletlerine emirnâme göndererek bulundukları yerdeki mimari anıtlara ait parçaların, sütunların, başlıkların, mermerlerin ve renkli taşların Ayasofya`da kullanılmak üzere İstanbul`a gönderilmesini istemiştir. Ayasofya’nın yapımına 532 yılında başlanmış, bezemeler dışında çalışmalar beş yılda tamamlanmış ve 537’de ibadete açılmıştır.

Günümüzde bütün görkemiyle ayakta duran Ayasofya’da Erken Bizans mimarisinin ana hatlarının yanı sıra Roma mimari geleneğini ve Doğu sanatlarının izleri açıkça görülmektedir. Mimari yönden incelendiğinde Ayasofya’nın merkezi kubbe ile örtülü, büyük bir orta mekânı, iki yan nefi, dışarı taşkın apsidi, iç ve dış narteksi olduğu görülmektedir. Kubbeli bazilika olarak nitelenen bu yapıya, atriumun doğusundaki üç kapıdan dış narteksine girilmektedir. Üzeri uzun ve dar bir manastır tonozu ile örtülü dış narteksten de beş kapının aracılığıyla iç nartekse geçilir. Duvarları renkli mermer levhalar, mozaiklerle bezeli bu mekânın kuzey ve güneyinde de iki büyük kapı dikkati çekmektedir. Bunlardan kuzeydekinden üst galeriye çıkan rampalara, güneydeki horologion kapısından da avluya çıkılmaktadır. Bezemeleri ile son derece zengin olan iç narteksten dokuz kapının aracılığı ile Ayasofya’nın ana mekânına girilir. Bunlardan ortadaki bronz çerçeveli kapı İmparator kapısıdır. Mermer söveli kapının kanatları son derece kalın meşe ağacından yapılmış olup, üzeri tunç levhalarla kaplanmıştır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056915.jpgAyasofya’nın ibadet mekânı olan naos, dört büyük paye ve bunların arasında yer alan sütunlarla iki yan nefe ayrılmıştır. Uzunlamasına klasik Bizans bazilika plânını açıkça ortaya koyan bu mekân 73.50x69.50 metre ölçüsünde olup, St.Pierre, Seville ve Milano katedrallerinden sonra dünyada ölçü olarak üçüncü sırada bulunmaktadır. Ana mekânı dört büyük payenin taşıdığı pandantifler üzerinde, kasnak üzerine oturan kubbe 55.60 metre yüksekliğindedir. Çeşitli onarımlar nedeniyle tam bir daire özelliğini yitiren kubbe, elips şeklindedir. Güney-kuzey çapı 31.87 metre, doğu-batı çapı 30.87 metre ölçüsündedir. Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre de bu kubbenin ortasından Ruhu Mukaddes’i canlandıran ve içerisinde Hz.İsa’nın vücudunu temsil eden Mukaddes Hamurun bulunduğu gümüş bir güvercin asılıydı. Yapımından 22 yıl sonra bir deprem sonucu kubbenin doğu yönü tamamen yıkılmış, onarımını Mimar İsidoros’un aynı ismi taşıyan yeğeni üstlenmiştir. Bu defa kubbe ilkinden 7 metre daha yükseltilmiş ve yanlara açılmasını önleyecek payandalar yapılmıştır. Böylece yeni kubbenin çapı doğu-batı yönünde biraz daha küçültülmüştür. İmparator Iustinianus Patrik Eulhyhus ile birlikte 24 Aralık 562’de Ayasofya’yı bir kez daha açmıştır. Ancak, Ayasofya’ya yine de sağlam bir kubbe oluşturulamamıştır. İmparator Basileius I zamanında (867 - 886) Ayasofya yeniden onarılmış, kubbedeki çatlaklar kapatılmıştır. İmparator II.Basileius (1025-1028) zamanında 869 depreminde batı yarım kubbesi yıkılma tehlikesi ile karşılaşmış Trinidat isimli bir mimar altı yılda Ayasofya’yı yeniden onarmıştır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056917.jpgAyasofya mimarisinin yanı sıra mozaikleri ile de tanınmıştır. Ayasofya’nın mermerlerle kaplı duvarları dışında kalan tüm yüzeyleri, kemerleri, tonozları, yarım kubbeleri ve üst örtüleri birbirinden güzel mozaiklerle bezenmiştir. Bizans tarihinde İkonaklazm olarak nitelendirilen tasvir kırıcı akımdan ötürü Ayasofya’nın ilk figürlü mozaikleri tahrip edilmiş, yerine altın yaldızlı bitkisel motifli mozaikler yapılmıştır. İkonaklazm hareketinden sonra yapılan figürlü mozaiklerle anıt daha görkemli bir görünüm kazanmıştır. Bu figürlü mozaikler IX ve XII.yüzyıllarda yapılmış olup, İmparator Kapısı üzerinde, güney girişinde (Vestibul), absid yarım kubbesinde, kuzey Tympanon duvarlarında, güney galeride ve kuzey galeride görülmektedir. Kubbedeki Pantokrator İsa kompozisyonu ise Osmanlı döneminde yapılmış olan Kazasker Mustafa İzzet Efendi hattının altında kalmıştır. Ayrıca üst galeride papaz odaları denilen yerde de ikinci kalitede mozaikler bulunmaktadır.

İstanbul’un Latin istilâsı sırasında Ayasofya büyük zarara uğramış, buradaki bir çok kilise eşyası ya tahrip edilmiş veya Avrupa’ya götürülmüştür.

İstanbul’un fethinden sonra kentin en eski yapılarından olan Ayasofya’nın, harap ve perişan bir halde olduğunu tarihi kaynaklar belirtmiştir. Camiye çevrilen Ayasofya’nın batıdaki küçük kubbesinin üzerine ahşap bir minare yapılmış, daha sonra da Fatih Sultan Mehmet zamanında güneybatıdaki tuğla minare, Sultan Beyazıt II döneminde buna kuzeydoğudaki ince minare eklenmiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056918.jpgFatih Sultan Mehmet yapının kuzeyine bir de medrese yaptırmıştır. P.G.İnciciyan bu medresenin yapım tarihini 1453 olarak göstermektedir. Fatih Sultan Mahmet’in vakfıyesinde de değindiği medrese dış narteksin avluya açılan yan kapısıyla, Sultan III.Murat’ın minaresinden başlayarak Soğuk Çeşme Sokağı’na kadar uzanıyordu. G.Gurlit’in plânından anlaşıldığına göre 50x47x35 metre ölçüsünde dikdörtgen plânlı medresenin uzun tarafında on yedişerden 34 diğer yanında da 12 hücre bulunuyordu. Bu medrese Fatih Sultan Mehmet’in külliyesinin yapımından sonra kendi haline bırakılmış, sonraki yıllarda da yıkılmıştır. Ayasofya Müzesi’nce 1982 yılında yapılan kazılarda medresenin temelleri ortaya çıkarılmıştır.

Ayasofya’nın Osmanlı döneminde ibadet mekânı içerisine mihrap, minber, vaaz kürsüleri ve hünkâr mahfili eklenmiştir. Ayrıca Teknecizâde İbrahim Efendi’nin yazıları buraya konulmuşsa da bunlar günümüze gelememiştir. Onun yazılarının yerine Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yazıları konulmuştur. Bunlardan Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Nur Suresi’nden alınma ayeti kubbede bulunmaktadır. Ayrıca Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin büyük ölçüdeki yuvarlak levhaları da payandaların üzerinde bulunmaktadır.

Sultan Selim II (1566 - 1574)’in hükümdarlığının son yıllarında Ayasofya’nın duvarları dışa doğru açılmaya başlamış ve yapı, bütünüyle yıkılma tehlikesiyle karşılaşmış. Tarihçi Selanikli Mustafa Efendi, yapının bir buçuk zira (75 - 90 santim) yana meylettiğini kaydetmiştir. Bunun üzerine padişah, yanına devlet büyüklerini, Mimar Sinan başta olmak üzere hassa mimarlarını alarak Ayasofya’ya gelmiş, durumu yerinde görerek gerekli önlemleri aldırmıştır. Öte yandan Peçevi İbrahim Efendi de Sultan II Selim’in kubbeyi sağlamlaştırdığını, bazı koruyucu payeler ile iki minare yapılmasını emrettiğini belirtmiştir. Sultan II Selim’in emriyle Mimar Sinan, yapıya bitişik evleri kaldırtmış, caminin iki yanında otuz beşer arşınlık (24 metre) boşluk bırakarak yollar açmış, tahta minareyi yıkmış, kuzeybatı ile güneybatıya aynı zamanda payanda görevini üstlenecek iki minare daha eklemiştir. Ayrıca Ayasofya’nın kuzeyine, yıkılan evlerden kalan yerlere yine dayanak olmak üzere iki payanda daha yaptırmıştır. Sultan II. Selim’in Mimar Sinan’a başlattığı bu onarım oldukça uzun sürmüş, çalışmalar Sultan II. Murat’ın (1574 - 1595) saltanatının ilk yıllarında tamamlanmıştır. Sultan I. Mahmut, 1739-1740 yıllarında Osmanlı sanatının en güzel eserlerinden olan şadırvan, sıbyan mektebi, aşhane-imaret, kütüphane ve yeni bir hünkar mahfili ile mihrap yaptırmıştır. Ayasofya beş Osmanlı Padişahının aynı yerde gömülü oluşuyla da ayrı bir önem taşımaktadır. Bunlar Sultan II. Selim, Sultan III. Murad, Sultan III. Mehmed, Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim’in türbeleridir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056941.jpgAyasofya’nın Osmanlı döneminde geçirdiği en önemli onarım, Abdülmecid’in isteğiyle gerçekleştirilmiş. Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi’nin varis bırakmadan ölmesi ve vasiyeti üzerine 40 bin kese altına yaklaşan servetiyle (1846) Ayasofya’nın onarılması kararlaştırılmıştır. Onarımı yapmak üzere, İsviçre asıllı İtalyan Mimar Gaspare Fossati ile kardeşşi Guiseppe Fossati görevlendirilmiştir (1847 - 1849). G.I. Fossati’nin çalışmaları 1849 yılına kadar sürmüş, yapının iç ve dış sıvaları değiştirilmiş, mozaikleri meydana çıkarılarak temizlenmiş, sonra da üzerleri yeniden ince bir sıva ile örtülmüştür. Kubbeyi dıştan destekleyen kemerler de bu dönemde yapılmış, ayrıca çift demir çemberlerle kubbe takviye edilmiş, üst galeride dik durumlarını yitirmiş on üç sütun düzeltilmiş ve bazı kapılar yenilenmiştir. Ayasofya’nın müze oluşundan sonra onarımlar sürekli yapılmış, yapının üst örtü kurşunları, türbeleri, şadırvanı, muvakkithanesi, kütüphanesi, mihrabı ve hünkâr mahfili yenilenmiştir.
İstanbul'un yaşlı anıt yapılarından olan Ayasofya'nın cami veya müze işlevinden hangisinin daha etkin olabileceği zaman zaman tartışılmış, güncel basında her iki yöne ağırlık kazandıracak yayınlar yapılmıştır. Bu tartışmalar sürüp giderken akıl ve bilimin ışığı altında konunun boyutları, felsefede geçen neden ve niçin sorularının yanıtlanmaması olayı daha karmaşık bir duruma getirmiştir. Konuya dayanak olarak yalnızca Fatih Sultan Mehmet'in vakfıyesi ele alınmış, gerçeğe dayanmayan iddialar da ortaya atılmıştır. Düzenlendiği çağın koşulları içerisinde Vakıfların ve Vakfıyelerin büyük rolü ve önemi olmuştur. Bunların her biri ayrı ayrı insancıl görüşleri içermekte, toplum yararına uygun hükümler ortaya koymaktadır. Ne var ki çağın gelişen koşullarında bazı vakfiyeler güncelliğini ve uygulamasını yitirmiştir. Bu bakımdan bir konuda karar verirken öncelikle vakfiye hükümlerini ortaya koymak ve bunların arkasına sığınmak da çağdaş bir görüşten çok uzaktır. Bu arada bazı çevreler Ayasofya'nın müzeye dönüşmesine neden olan Bakanlar Kurulu kararnamesinin gerçek dışı olduğudur. Bu konuda araştırma yapan Erdem Yücel'in "Belgelerin Işığı Altında Ayasofya'nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler" isimli makalesinde (Türk Dünyası Araştırmaları S.78) konuyu belgeleriyle açıklamış ve ortaya koymuştur:

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00056920.jpg"Ayasofya Bakanlar Kurulunun 24 Kasım 1934 günlü kararı ile müzeye dönüştürülmüştür. Bu kararnamenin aslı, bugün Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nde olup, bir örneği de Ayasofya Müzesindedir. Bu kararnameyi Reisicumhur Kemal Atatürk, Başvekil İsmet İnönü, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Maarif Vekili Abidin Özmen, İktisat Vekili Celal Bayar ve diğer bakanlar imzalamıştır.

Ayasofya İstanbul Vali Muavini, Evkaf Müdürü ve İstanbul Müzeler Genel Müdürü arasında yapılan bir protokol ile müze yönetimine devredilmiştir. Ayasofya Müzesinin kısa sürede ziyarete açılabilmesi için yoğun bir çalışma başlamış ve 1 Şubat 1935'te ziyarete açılmış ve ilk gün 463 yerli, 370 yabancı olmak üzere toplam 738 kişi gezmiştir.

Fatih Sultan Mehmet fetihten hemen sonra ibadet amacıyla Ayasofya'yı camiye çevirmiştir. Osmanlılarda uyulan bir teamüle göre ele geçirilen kentin en büyük dini yapısı camiye çevrilirdi. İstanbul'da da aynısı uygulanmıştır. Ayasofya'nın hemen yanı başındaki Hagia Eirene camiye dönüştürülmemiştir. Ayrıca İstanbul'u ziyaret eden yabancı devletlerin önde gelen kişileri ile yerli ve yabancı turistlerin ilk anda görmek istedikleri yer Ayasofya'dır.

Fatih Sultan Mehmet'in köhneleşmiş Bizans'ı yıkarak Ayasofya'yı camiye çevirdiği bilinen bir gerçektir. Öte yanda Atatürk'te çökmüş bir imparatorluktan yeni bir Cumhuriyet kurmuştur. Türklerin bu iki büyük dahisinden biri İstanbul'u fethetmiş, diğeri de günün koşullarını dikkate alarak Ayasofya'yı müzeye çevirmiştir. Ayrıca evrensel boyutlarda Dünya Kültür Mirasında Ayasofya'nın kendine özgü bir yeri bulunmaktadır. Bu bakımdan Ayasofya Cami mi? Yoksa müze mi? Tartışması günümüzde çağdışı bir düşünceden öteye gitmemektedir".

Bu nedenle Ayasofya sitemizde istanbul Müzeleri bölümünde yer almıştır.
Sultanahmet Meydanı, Eminönü

Tel : (0212) 522 17 50
Faks : (0212) 512 54 74
E-posta: ayasofyamuzesi@hotmail.com


Aya Eireni (St. Irene) (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057085.jpgİstanbul Eminönü ilçesinde, Topkapı Sarayı dış avlusunda Sur-ı Sultani içerisinde bulunan Aya Eireni (Aya İrini) Kilisesi, Ayasofya Müzesi’nin yönetimindedir. Başta İstanbul Kültür ve Sanat Festivali olmak üzere çeşitli etkinliklere açık olup, müzeden alınan izinle gezilebilmektedir.

Ayasofya’dan sonra Bizans’ın ikinci büyük kilisesi olan Aya İrini değişik zamanlarda yapılan onarımlarla günümüze iyi bir durumda gelebilmiştir. Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, kilisenin bulunduğu yerde Roma dönemine ait Arthemis, Aphrodite mabetleri bulunuyordu. Kilisenin yapımı oldukça eski tarihlere inmektedir. I.Constantinius döneminde, IV. Yüzyılın başında Roma mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak yapılmıştır. Bizanslılar bu kilise için İlahi Selamet sözcüğünü kullanmışlardır.

Ayasofya ile aynı avlu duvarı içerisinde bulunan Aya İrini 532 yılında Nika Ayaklanması sırasında yanındaki Sempson Zenon (düşkünler evi) ile birlikte yanmıştır. İmparator I.Iustinianus (527–565) Ayasofya ile birlikte Aya İrini’yi de yeniden yaptırmıştır. Yapımına 532 yılında başlanmışsa da bitim tarihi kesinlik kazanamamıştır. Sanat tarihçiler İmparatoriçe Theodora’nin ölümünden (548) önce bitirilmiş olduğu konusunda birleşmişlerdir. Iustinianus’un son yıllarında Ayasofya’nın atriumu ile birlikte Aya İrini atriumu da yanındaki iki manastır ve Sempson Zenon ile birlikte yanmıştır. III. Lon (717–741), V.Constantinius (741–775), IV. Leon (775–780) zamanındaki depremler kiliseye büyük zarar vermiş, bunu IX. Yüzyıldaki deprem izlemiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057091.jpgİstanbul’un fethinden sonra Sur-ı Sultani içerisinde kalan Aya İrini III. Ahmet’e (1703–1730) kadar iç cebehane (cephanelik) olarak kullanılmış, daha sonra Harbiye Nezaretinin silah ambarı olmuştur. Ahmet Fethi Paşa tarafından Osmanlı’nın ilk müzesi burada açılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerinden gönderilen eserler burada Mecma-i Esliha-i Atika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ve Mecmia-i Asakir-i Atika (Eski Eserler Koleksiyonu) ismi altında iki bölümlü bir müze olmuştur.

Aya İrini’nin ilk yapısı ahşap çatılı, üç nefli bir bazilika planında idi. Günümüze ulaşan ve 738 depreminden sonra yapılan kilisenin zemini bazilika, üst örtüsü ise kapalı Yunan haçı planındadır. I.Iustinianus devrinin tüm mimari özelliklerini yansıtan bugünkü yapı üç nefli, 100.00x32.00 m. ölçüsündedir. Ana mekânın ortasını 15.00 m. çapında ve 35.00 m. yüksekliğinde dört büyük payenin taşıdığı bir kubbe örtmektedir. İçeriden küre, dışarıdan da yüksek kasnaklı kubbenin çevresinde 20 pencere bulunmaktadır. Ancak bunlardan 14’ü kubbenin yıkılmasını önlemek amacı ile tuğlayla örülmüştür. Ana kubbenin atrium yönünde, elips görünümünde dıştan basık ve yayvan ikinci bir kubbe daha vardır. Bunun dışında kalan üst örtü beşik tonozludur.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057092.jpgİbadet mekânının iki yanında sütunların taşıdığı galeri bulunmaktadır. Bu sütunların başlıkları üzerinde İmparator Basileus ve eşi Theodora’nin monogramları bulunmaktadır. Apsis dıştan üç cepheli olup, her cephesine birer pencere yerleştirilmiştir. İçten yarım yuvarlak olan apsisin duvarları arasına bir metre genişliğinde kemerli bir dehliz yerleştirilmiştir. Apsisin merdiven basamağı şeklindeki kademeleri bu dehliz üzerine oturtulmuştur. Bunun iki yanına da pareglesion denilen hücreler yerleştirilmiştir.

I.Iustinianus zamanında yapılan kilisenin zengin bir bezemesi vardı. Ancak bunlardan günümüze yalnızca apsis yarım kubbesindeki altın yaldızlı haç mozaiği gelebilmiştir. Bunun da nedeni Bizans’ta 726–842 yıllarında hâkim olan İkonaklazm (tasvir kırıcılık) akımıdır. Apsis yarım kubbesindeki mozaikte dört kademeli bir kürsü ve bunun üzerinde de geniş kollu bir haç görülmektedir. Buradaki haç Hz. İsa’yı, kademeli kürsü de Onun çarmıha gerildiği Golgoto Tepesi’ni tanımlamaktadır. Ayrıca Mezmurlar kitabından alınan iki satırlık bir yazı da bu kompozisyonu tamamlamaktadır.

Aya İrini müze olarak kullanıldığı zaman bu mozaiğe dokunulmamış, üzeri yalnızca bir bayrakla örtülmüştür. Aya İrini’de bu mozaikten başka mozaik olup olmadığı kesinlik kazanamamakla beraber Dr.Firfield’in burada yaptığı araştırmalarda kubbe ve pandantiflerde İkonaklazm döneminden önceye tarihlenen mozaik izleri bulunmuştur. Ana mekânda yapılan araştırmalarda ise iki parça halinde döşeme mozaikleri bulunmuştur.

Aya İrini Kültür Bakanlığı’nca 1983 yılında açılan Anadolu Medeniyetleri Sergisi’ne ev sahipliği yapmıştır.

Topkapı Sarayı I.Avlusu Sultanahmet
Eminönü/İstanbul


Kariye (Khora Kilisesi) Müzesi (Fatih)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057123.jpgİstanbul Fatih ilçesinde, Edirnekapı’nın kuzeyinden Haliç’e inen yamaçta bulunan Kariye Müzesi, Khora (Hora) Manastırı’nın kilisesidir. Hz. İsa’ya adanmış olan bu kilisenin yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Kilisenin IV. Yüzyılda yapılmış olup olmadığı konusu da kesin değildir. Bizans kaynaklarında VI. Yüzyılın ilk yarısında Ayios Thedoros isimli bir kişi tarafından yapıldığı yazılıdır. Bizans kaynaklarına göre bu kişi İmparator I.Iustinianus’un eşi Theodora’nın dayısı olan bir komutandır. Sasanilere karşı savaşmış ve sonra Antakya’ya yerleşmiştir. Iustinianus onu bir dini toplantıya katılmak üzere İstanbul’a çağırmıştır. Edirnekapı’da yaşayan bu kişiden ötürü manastırın yapımına başlanmış ancak, 557 yılı depreminde manastır yıkılmıştır. Bunun üzerine imparator manastırı eskisinden daha büyük olarak yaptırmıştır. Manastır kilisesinin üç şapelinden birini Meryem’e adamıştır.

Kilisenin ilk yapımı bazilika planında idi ve mozaiklerle bezenmişti. Yanında hamam ve körler için de bir sığınma evi bulunuyordu. Günümüze gelen kilise kare planlı, üzeri kasnaklı kubbelidir. Kesme taş ve tuğla hatıllı olarak yapılan yapının dışarıya taşkın üç apsidi bulunmaktadır. Bunlardan ortadaki apsid yuvarlak olup, iki yanlardaki dışarıya çıkıntı yapmıştır. Kilisenin önünde iç ve dış narteks bulunmaktadır. Bu bölümler kubbe ve tonozlarla örtülüdür. Naos kısmının içerisi mermer kaplıdır. Bu nedenle de buradaki mozaiklerden çok azı günümüze gelebilmiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057124.jpgVIII. yüzyılda bu manastırın var olduğu bilinmektedir. Patrik Germenos 740 yılında ölünce buraya gömülmüştür. Aynı şekilde V. Constantinius’a karşı 742 yılında ayaklanan Baktangios idam edildikten sonra onun da cesedi buraya gömülmüştür.

Khora Manastır ve Kilisesi’nin yeniden ün kazanması XI. Yüzyılın sonlarında İmparator I.Aleksios Komnenos (1081–1118) dönemine rastlamaktadır. O yıllarda çok harap bir durumda olan manastırı Aleksios’un kayınvalidesi Maria Dukaina restore ettirmiş ve kilisesini de farklı bir mimari üsluba göre yaptırmıştır. Kilise Hz. İsa’ya adanmıştır. Kısa bir süre sonra Aleksios’un küçük oğlu İsaakios Komnenos kiliseyi yeni baştan ve daha büyük ölçüde yaptırmış, kendisi için de bir mezar yeri hazırlamıştır. Sonraki yıllarda Meriç kıyısında Ferecik’te Kosmosoteria Manastırı’nı yaptırınca buradaki mezar yerini de oraya taşımıştır. Günümüzde kilisenin narteks bölümünün sağında bu mezar yerinin olduğu duvarda Hz. İsa’yı tasvir eden büyük bir mozaik pano bulunmaktadır. Bu panonun altında da İsaakios Komnenos’un mozaik bir panosu bulunmaktadır.

İstanbul’un Latin istilası sırasında (1204–1261) manastır ve kilisenin ne durumda olduğu bilinmemektedir. 1261 yılından sonra Bizans yeniden kurulduktan sonra saray ileri gelenlerinden Theodoros Metohites Kariye manastır ve kilisesini 1316–1321 yıllarında genişletmiş, içerisini mozaik ve freskolarla bezemiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057125.jpgThedoros Metohites XIV. yüzyılın ilk yarısında bu yapının güney tarafına bitişik olarak tek nefli bir şapel eklemiştir. Parekklesion denilen bu ince uzun mekânın altında da aynı planda bir mahzen bulunmaktadır. Bir mezar şapeli olduğu sanılan bu ek binanın orta bölümüne yüksek kasnaklı, kasnağında pencereler olan bir kubbe oturtulmuştur. Bu şapel kilisenin batı cephesinin önünü kaplayan dış hol ile batı-güney köşesinde birleşmektedir.

Kariye’deki mozaik ve freskolar Avrupa’daki Rönesans akımına paralel olarak Bizans resim sanatında yeni bir anlayışın başladığını göstermektedir. Giriş kapısı üzerinde Hz. İsa’ya kilisenin bir modelini sunan Thedoros Metohites tasvir edilmiştir. Kilise içerisindeki mozaiklerde İsa’nın ve Meryem’in hayatı ile ilgili İncil’den alınmış sahneler resmedilmiştir. Bu resimlerde resme derinlik sağlayan arka planlar ve mimari yapılara, motiflere önem verilmiştir. Buradaki sahnelerde canlılık ve günlük hayattan alınma gerçekçilik açıkça görülmektedir. Figürlerin yüz ifadeleri, hareketleri özenle işlenmiştir. İç nartekste sağ tarafta bütün duvarı boydan boya kaplayan Halke İsa’sı panosu, Meryem ve İsa’nın önünde yere diz çökmüş bir figürün XII. Yüzyılda kiliseyi yeniden yaptıran İsaakios Komnenos’a ait olduğu anlaşılmaktadır.

Kilisenin ana mekânında çok az mozaik bulunmaktadır. Yalnızca kapının iç tarafında, kemerin üzerinde Hz.Meryem’in son uykusu ve ruhunun Hz. İsa tarafından göğe çıkarılışı (Koimesis) sahnesi tasvir edilmiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/02/00057126.jpgİstanbul’un fethinden sonra bir süre boş kalan bu yapı, Sultan II. Beyazıt (1482–1512) döneminde Sadrazam Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrilmiştir. Bu arada yanına yuvarlak gövdeli tek şerefeli bir minare eklenmiştir. Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa Camisi’ni yaptırdıktan sonra düzenlediği vakfiyesinde de Kenise Cami olarak bu yapıdan da söz etmiştir.

Caminin 1876–1877 yıllarında onarıldığı kaynaklardan öğrenilmektedir. Bu dönemde İstanbullu Rum mimar P.Kuppas burada restorasyon çalışması yapmış, içerisindeki mozaiklerden bazılarını temizlemiştir. Mozaiklerinden ötürü İstanbul’a gelen yabancı gezginler Kariye’yi mutlak görmüş, bunların arasında Alman İmparatoru II. Wilhelm de bulunmaktadır. Amerikan Bizans Enstitüsü 1948’den sonra içerisindeki mozaik ve freskoların temizlik ve onarımını yapmış, Th. Whittemore başkanlığında başlayan çalışmaları onun ölümünden sonra P.A. Underwood tarafından sürdürülmüştür. Son onarımları da J.W.Hawkins 1959 yılında yapmıştır. Kariye bundan sonra 1948 yılında cami işlevi sona erdirilerek müzeye dönüştürülmüştür. Günümüzde Ayasofya Müzesi’ne bağlı ayrı bir birimdir.


Edirnekapı, Fatih

Tel : (0212) 631 92 41
Faks : (0212) 512 54 74
E-posta: ayasofyamuzesi@hotmail.com


Fethiye (Pammakaristos Manastırı) Müzesi (Fatih)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057350.jpgİstanbul ili Fatih ilçesinde, Çarşamba’dan Haliç’e inen yamaçta bulunan Fethiye Cami ve Müzesi Teotokos Tis Pammakaristos Manastırı’nın kilisesidir. Bu kilisenin bulunduğu yerde günümüze gelemeyen bir kitabeden İoannes Komnenos ile karısı Anna Dukaina’nın yaptırdığı bir kilise olduğu öğrenilmektedir. Ancak bu iddia kitabe günümüze gelemediğinden ötürü kesinlik kazanamamıştır.

Günümüze gelen kilise XIII. yüzyılın sonlarında Bizans sarayının önde gelen kişilerinden Mihail Glabas Tarkaniotes tarafından yaptırılmıştır.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in Ortodoksların başına patrik olarak atadığı Gennadios Skolarios Havarium Kilisesine yerleşmiş, 1455’te o sıralarda kadınlar manastırı olan Pammakaristos Manastırı’na Fatih Sultan Mehmet’in izni ile taşınmıştır. Bu manastırın kilisesi Ahmet Paşa tarafından mescide çevrilmiştir. Pammakaristos Manastır ve Kilisesi bir yüzyılı aşkın süre içerisinde patriklik merkezi olarak görev yapmış ve Fatih Sultan Mehmet de burayı ziyaret etmiştir.

Sultan III. Murat döneminde (1574–1595) Fethiye’nin çevresi Türk mahalleleri ile kaplanınca bu yapı Fethiye Camisi ismi ile 1590 yılında camiye dönüştürülmüştür. Patriklik makamı da Ayios Georgios Kilisesi’ne taşınmıştır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057353.jpgKilise camiye dönüştürüldükten sonra apsis kısmı yıkılmış, buraya kıble yönüne uygun bir mihrap yerleştirilmiş üzeri de bir kubbe ile örtülmüştür. Yanındaki ek binada bulunan sütunlar kaldırılmış, kubbeler ve tonozlar büyük kemerler ile desteklenmiştir. Sadrazam Sinan Paşa da batı tarafına bir medrese eklemiştir. Bu medrese avluyu U biçiminde kuşatmıştır.

XX. yüzyılın başlarında medresenin üzerine Mimar Kemalettin Bey’in çizdiği projeye göre bir ilkokul yapılmıştır. Bu arada avlu duvarları kaldırılarak külliyenin bütünlüğü yok edilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Y.Mimar Süreyya Yücel tarafından 1936–1938 yıllarında Fethiye Camisi restore edilmiştir. Bu arada Amerikan Bizans Enstitüsü mozaik araştırmaları ve mozaik restorasyonu yapmış, yan bölümündeki bugün müze olarak kullanılan kısımdaki mozaikler ortaya çıkarılmıştır. Cami 1960 yılında bir onarım daha geçirmiş, uzun süre kapalı kalan cami ibadete açılmıştır.

Fethiye Camisi kesme taş ve tuğla dizilerinden oluşan bir duvar işçiliği göstermektedir. Güney cephesindeki kapının üzerinde bulunan kitabeden anlaşıldığına göre 1845 yılında onarılmış, bu dönemde barok üslupta minare eski minarenin yerine yapılmıştır. Yapı dikdörtgen planlı olup, ibadet mekânının çevresini tonoz ve kubbeli bir galeri çevirmektedir. İbadet mekânı mihrap önünde iki kalın paye, ortada ikişer, yan kenarlarda da dörder paye ile üç nefe ayrılmıştır. Bunlardan mihrap önü ile onun önündeki bölüm kubbe ile geriye kalan mekânlar da çapraz tonozlarla örtülmüştür. Mihrap nişi alışılagelenin dışında sivri bir üçgen şeklinde dışarıya çıkıntılıdır.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057357.jpgYapının dış cephesi son dönem Bizans mimari üslubunu yansıtan biçimde olup, tüm cephe sağır nişler ve pencerelerle üç kuşak halinde hareketli bir görünümdedir. Buradaki sağır nişler alt katta olup, hepsi yuvarlak kemerlidir. Bunun üzerindeki pencere dizisi silmeler içerisine alınmış üçüz pencere şeklindedir. Bazı yerlerde simetriden kaçılmış, üçüz pencerenin yanına yuvarlak kemerli ayrı bir pencere yerleştirilmiştir. Pencereler arasındaki boşluklara da sağır nişler oturtulmuştur. Dış cephenin bitimi yer yer yuvarlak kemere dönüşen iki sıra halindeki diş kesimi bir silme ile sonuçlanmıştır.

Fethiye Camisi’nin sağ tarafına 1315 yılında kapalı Yunan haçı planında küçük bir ek kilise Parekklesion eklenmiştir. Bizans İmparatoru Mikhael Glabas 1315 yılında ölünce karısı Maria Dukena kocasının anısına kuzey kilisenin sağ tarafına bu ek yapıyı yaptırmıştır. Bu kilise bir narteks, galeri ve naos bölümünden meydana gelmiştir. Gerçekte mezar şapeli olan bu ek kilisede Maria ve Michael Ducas’ın mezarları bulunmaktadır.

Günümüzde Ayasofya Müzesine bağlı müze niteliğindeki narteks ve galeriden oluşan bu bölüm 2.30 m. çapında bir kubbe ile örtülüdür. Cephe görünümü son Bizans devri mimarisini yansıtmaktadır. Parekklesion’un kubbe ve duvarları XIV. yüzyıla tarihlenen mozaikler ile süslüdür. Apsiste Hz. İsa, Hz. Meryem ve Yuhannes’ten oluşan Deisis kompozisyonu, kubbede de ortada İsa, iç dilimlerde Tevrat peygamberleri, tonozlar, azizler ve bir de vaftiz sahnesi görülmektedir.

Fethiye Camisi’nin bu bölümü 1990’lı yıllarda onarım nedeni ile kapatılmış ve 2006 yılında yeniden ziyarete açılmıştır.


Büyük Saray Mozaikleri Müzesi (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057436.jpgİstanbul ili Eminönü ilçesinde, Sultanahmet Camisi'nin güneyinde, caminin külliyesi olan arasta içerisinde yer almaktadır. Bu müze günümüzde Ayasofya Müzesi yönetimindedir.

İstanbul’da Bizans İmparatorluğu döneminde Bukaleon, Hormistas, Mangan, Dafne ve Tekfur sarayları yaptırılmıştır. Bunların arasında Hipodromdan Marmara’ya doğru uzanan 100.000 m2’lik alanı Büyük Saray kaplamıştır. Büyük Saray çeşitli yapılar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan küçük bir şehir görünümünde idi. Bu saraya İmparatorun Evi, Saray, Mukaddes Saray, Bukaleon, Hipodrom Sarayı, Eski Saray ve Büyük Saray gibi isimler verilmiştir.

Sarayın çevresinde Ayasofya, Aya İrini, Hipodrom, Sergios Bakkhos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar bulunuyordu. Kuzeydoğudan güneybatıya doğru eğimli bir arazide kurulan bu saray kompleksi geniş teraslar ve duvarlarla desteklenmiş, saray da meydana getirilen bu alanın üzerinde kurulmuştur. Böylesine geniş bir alana yayılan sarayın doğusunda Magnaura ile Khalke bölümleri, güneybatısında muhafız alayı kışlaları ve diğer yan kuruluşlar yer alıyordu. Sarayın batısında İmparatorun kabul salonu ile günlük yaşantısını sürdürdüğü bölümler vardı.

İmparator I.Constantinius’un (306–337) başlattığı bu yapı topluluğu, onu izleyen imparatorların yaptırdığı ilavelerle daha da genişletilmiştir. I.Iustinianus (527-565), II.Iustinos (565-578), V.Constantinos (741-775), Teophilos (829-842), I.Basileios (867-886) ve VI. Leon’un (886-912) sarayın genişletilmesinde büyük katkıları olmuştur. Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zevk Siopos Hamamları, güneybatı ve güneydoğusunda deniz, kuzeyinde Ayasofya, Senato Binası ile Augusteion Meydanı bulunuyordu.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057437.jpgSarayın görkemli girişini I.Constantinius yaptırmıştır. Buradaki Khalke bölümünün altın yaldızlı kapısı ile Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, ilginç bir kubbesi vardı. Daphe diye isimlendirilen oktogonal planlı yapının ortasında I.Constantinius’un salonu bulunuyordu. İmparatorun yabancı devlet elçilerini kabul ettiği Magnaura da yine bu dönemde yapılmıştır. II.Theodosius zamanında (408-450) saray alanındaki çalışmalar Marmara kıyılarına kadar yayılmıştı. Bu arada 409 yılında saray yakınlarında özel yapıların yapılması da yasaklanmıştı. Nika İhtilali sırasında, 532’de yakılan bu sarayı İmparator Iustinianus yeniden yaptırmıştır. Bu sırada Khalke kapısının içerisinde bulunan çeşitli heykeller, imparator tasvirleri ve mozaikler de bu bölümü çok daha zenginleştirmiştir.

Iustinianus’un saray topluluğuna eklediği en önemli yapılardan birisi de Çatladıkapı’daki Hormistas veya Bukaleon Sarayı diye isimlendirilen bölümlerdir. Pek az kalıntının günümüze ulaşan bu bölümün de imparatorun tahta çıkmadan önce tahta çıkmadan önce yaşadığı mekânlar olduğu sanılmaktadır. Sarayın bu bölümleri XX. yüzyılın başında buradan geçirilen Sirkeci demiryolunun yapımı sırasında yıkılmış ve büyük bir kısmı da çevredeki yeni yapılanmaların altında kalmıştır. Günümüzde sahil yolu üzerinde mermer söveli pencereleri ile bu sarayın mahzeni ve görkemli kapısı görülebilmektedir.

Saray II.Iustinianus zamanında batıya doğru genişletilmiş ve buradaki yapılara son derece görkemli bir taht salonu eklenmiştir. Oktogonal görünüşlü, küçük kubbeli bu taht salonu bir bakıma İtalya’daki St.Vitale ile Sergios Bacus’a benziyordu. İçerisi tümü ile mozaiklerle kaplanmıştı. Buradan Hipodroma geçişi sağlayan Triklinos denilen geçit de yine bu dönemde yapılmıştır. Bunun ardından V.Constantinius Hıristiyanlığın kutsal eşyalarının korunduğu Meryem Kilisesini, I.Basileus da Yunan haçı planlı Hagios Demetrius Kilisesini, hapishaneyi ve Taykanisterion denilen oyun sahnesini yaptırmıştır. VII. Constantinius Porphyrogennetos döneminde (913–959) eski sarayın tümünü yeni baştan restore ettirmiştir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057423.jpgBizans imparatorlarının IV.-IX. Yüzyıllar arasında yaşadıkları Büyük Saray X. yüzyıldan sonra önemini yitirmiştir. Komnenos sülalesinin imparatorları Ahırkapı ile Sarayburnu arasındaki Manganlar Sarayına ve Ayvansaray’daki Blakerna Sarayına önem vermişlerdir. Bu dönemde Büyük Saray yalnızca resmi toplantılara ayrılmıştır.

İstanbul’un Latin İstilası sırasında (1204–1261) kentin birçok yapıları gibi Büyük Saray’da yağmalanmış ve kısmen yıkılmıştır. İstanbul’u Latinlerden geri alan VII. Mikhael Palaiologos (1259–1282) Blakerna Sarayının onarımı tamamlanıncaya kadar Büyük Sarayda yaşamıştır. Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarında Büyük Saray kendi haline bırakılmış, gereksinim duyuldukça yapı malzemeleri sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır.

İstanbul’un fethinden 30 yıl kadar önce buraya gelen Floransalı Buendelmonde Büyük Sarayın tamamen terk edildiğini ve bir taş yığını görünümünde olduğunu belirtmiştir.

İstanbul’un fethinden sonra Büyük Saray’ın bulunduğu alan, şehrin yeniden yapılması ile ele alınmıştır. Bunun sonucu olarak da sarayın kalıntıları çevrede yeni kurulan mahalleler arasında kalmıştır. XVII. yüzyılda Sultanahmet Camisi’nin arastası bu sarayın kalıntılarının üzerine yapılmıştır. Sultanahmet’deki 1865–1852 yıllarında çıkan yangınlar arasta ile birlikte Büyük Saray kalıntılarının daha da harap olmasına neden olmuştur.

İngiltere’nin Edinburg’taki St.Adrews Üniversitesi adına Dr.D.Russel’in mali ve ilmi yardımları ile 1933-1938 yıllarında Prof.Dr. J.H.Baxter’in burada yapmış olduğu kazılarda Büyük Saraya ait mozaiklerin büyük çoğunluğu ortaya çıkmıştır. Alman mimarlarından G.Martiny kazı alanının planını çıkarmış ve bu çalışmaları yaparken de mozaiklerle karşılaşmıştır. Mozaiklerin ortaya çıkışı ile birlikte alan genişletilmiş ve bunun yanı sıra da mimari elemanlar, çanak çömlek parçaları da bulunmuştur. Çalışmalar 3.500 m2’lik sütunlu bir avluyu ortaya çıkarmıştır. Çevresi 6 m2’lik sütunlu geçitlerle çevrili olan bu avlunun güneydoğu kesiminde 25 m. uzunluğunda, 16.50 m. genişliğinde bir yapı ile bağlantılı olduğu da görülmüştür.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057433.jpgII. Dünya Savaşı nedeniyle kazı çalışmaları yarıda kalmış, ortaya çıkan mozaiklerin üzeri ince beton bir tabaka ile kapatılmıştır. Prof.Dr.D.Talbot Rice 1951-1954 yıllarında Büyük Saray mozaikleri üzerindeki çalışmaları yeniden başlatmış, mozaikler temizlenmiş ve yeni parçalar da bulunmuştur. Bu arada revaklı avlunun güneybatı, kuzeybatı bölümlerinde döşeme parçaları bulunmuştur. Ayrıca bugün müze olarak açılan kuzeydoğu bölümünde de 170 m.lik oldukça sağlam, iyi durumda bir mozaik döşeme ile karşılaşılmıştır. Burada bulunan mozaik döşemenin Bizans İmparatorluk atölyesinin eseri olduğu anlaşılmaktadır. Bu atölyelerde imparatorluğun dört bir yanından gelen sanatçılar çalıştırılmıştır.

Büyük Saray Mozaikleri 3 Aralık 1953’te İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı bir bölüm olarak ziyarete açılmıştır. Açılan bu müze 26 Eylül 1979’da Ayasofya Müzesi yönetimine bırakılmıştır. Bundan sonra Büyük Saray taban ve mozaiklerinin etüt ve konservasyonu için Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Avusturya Bilimler Akademisi arasında 4 Mayıs 1982 tarihinde bir protokol yapılmıştır. Konservasyon çalışmalarını Prof. Dr.Hermann Veters ile Prof. Dr.Werner Jopst üstlenmiştir. Avusturya Bilimler Akademisi’nin çalışmalarına Ayasofya Müzesi ile İstanbul Merkez Restorasyon Laboratuarı elemanları da katılmıştır.

Büyük Saraydan günümüze ulaşabilen mozaikler çok geniş bir mekân izlenimini verdiği gibi, çok renkli canlı bir resim galerisini andırmaktadır. Mozaiklerde kireç taşı, mermer küpler, cam, terakota ve bazen de değerli taşlar kullanılmıştır. Bu mozaiklerde renkli taşların son derece maharetle yerleştirilmesindeki mükemmellik bir ressamın tual üzerindeki çalışmalarına benzemektedir. Bu mozaiklerde Hıristiyan sanatının sevdiği sembollere yer verildiği gibi benzeri konular da görülmektedir. Çoğunluğunu çeşitli av sahnelerinin, hayvan mücadelelerinin ve köy yaşantısının gözler önüne serildiği bu mozaiklerde sanatçıların ustalığı açıkça görülmektedir.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/03/00057431.jpgBeyaz renkli zeminlere balık pulu üslubunda ağaç ve kuşlar canlı renklerle resmedilmiştir. Hayvan mücadeleleri ise şiddet hareketleri ile resmedilmiştir. Bütün bu mozaikler zengin bordürlerle sınırlandırılmıştır. Buradaki başlıca sahneler arasında kertenkeleyi yiyen grifon, fil-aslan mücadelesi, tayını emziren kısrak, kaz güden çocuk çobanlar, keçi sağan adam, eşeğine yem veren çocuk, testi taşıtan genç kız, tarlada çalışan çiftçiler, ipe tırmanan maymun, vücuduna yılan dolanmış geyik, ellerindeki mızraklar ile kaplana saldıran avcılar, dere kenarında balık avlayan balıkçı, pazara giden köylüler, dansözler, koşan adamlar ve elma yiyen ayılar gelmektedir. Ayrıca ağaçlar, develer, haçlar, Ana Tanrıça, kentharos, dut ağaçları, keçiler, ceylanlar, ilkbahar ve kış figürleri de bu mozaiklerde yer almıştır.

Büyük Saray Mozaiklerinin tarihlendirilmesi konusunda çelişkili fikirler ileri sürülmüştür. J.H.Baxter figürlerin elbiseleri ile saç biçimlerine bakarak MS. V. yüzyılın ilk yarısında yapıldıklarını ileri sürmüştür. D.T.Rice mozaikleri 450–460 yılları arasına tarihlendirmiştir. Bunun ardından MS. VI. yüzyıl ve VII. Yüzyıl başlarından sonraya tarihlendirenler de olmuştur. Prof. Dr.Semavi Eyice ise 450–500 tarihleri üzerinde durmuştur.

Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’nin restorasyonu yapılırken, arastanın ortasındaki koridorun iki yanında bulunan müze bölümü 1987 yılında demir konstrüksiyonlu bir çatı ile örtülmüş ve iç mekânda mozaikler çevresinde gezinti yerleri yapılmıştır. Müze içerisine cadde üzerindeki bahçeden geçilerek girilmekte, arastanın altından dolaşılarak arastada dükkânları birbirinden ayıran geçide çıkılmaktadır. Bu yapılanma Y.Mimar Alpaslan Koyunlu tarafından yapılmıştır.

Müzenin 25 Ağustos 1987 yılında açılışından sonra mozaik restorasyon ve konservasyon çalışmaları 1997 tarihine kadar devam etmiştir.

Sultanahmet, Eminönü /İstanbul
Faks : (0212) 512 54 74


Topkapı Sarayı Müzesi (Eminönü)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058239.jpgİstanbul ili Eminönü ilçesi, Sultanahmet’te bulunan Topkapı Sarayı Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi ve aynı zamanda Osmanlı hanedanının yaşamını geçirmek için Fatih Sultan Mehmet tarafından 1460–1478 yıllarında yaptırılmış ve çeşitli dönemlerde eklenen yapılarla geniş bir alana yayılmıştır. Aynı zamanda devlet yönetiminde görevlendirilecek çeşitli devlet adamlarının yetiştirildiği, eğitildiği bir merkezdir.

Topkapı Sarayı yerleşme düzeni olarak iyi korunmuş bir kent görünümündedir. Çevresi kısmen surlarla çevrilidir. Sarayın sürekli olarak genişlemesinden ötürü çeşitli mimari üsluplar buraya yansımıştır. Saray tümü ile belirli bir mimari plan düzenine göre değil, küçük pavyonlar halinde köşkler ve dairelerden oluşmuştur.

Saray dış teşkilat ile bölümleri oluşturan Birun denilen bir bölüm ile iç örgütlenmeyi oluşturan Enderun’dan meydana gelmiştir. Bu bölümler birbirleri ile üç ana avlunun çevresinde yapılanmıştır.

Sarayın Alay Meydanı denilen en dıştaki avlusuna kitabesinden h.883 (1478) tarihinde yapıldığı öğrenilen ve Bab-ı Hümayun (Saltanat Kapısı) adı verilen kapıdan girilmektedir. Birûn’u oluşturan bu avluda Aya İrini yanındaki Sempson Zenon denilen düşkünler evi, hastane, fırın, Ambar-i Amire, Saray Darphanesi ve sanatkâr atölyeleri bulunmaktadır. I.Avlu Babüs-Selam denilen kapı ile Divan Meydanı veya Adalet Meydanı denilen ikinci avluya bağlanmaktadır. Osmanlı padişahlarının tahta geçtiği Cülüs törenleri ile cenaze törenleri de yine bu avluda yapılırdı. Babüs-Selam’dan Babüs-Sade’ye Vezir Yolunun sağından, Divan binası XIX. yüzyılda yapılmış Adalet Kasrı bulunuyordu. Divan binasının bitişiğinde de hazine binası yer alıyordu. Avlunun Marmara Denizi’ne bakan kuzeydoğudaki revaklarının arkasında saray mutfakları ile hizmet binaları bulunuyordu. Sarayın Haliç’e yönelik kısmında ise Has Ahırlar ile Arabacılar Dairesi bulunuyor idi.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058240.jpgBabüs-Selam denilen orta kapı ve Divan Meydanından itibaren asıl saray başlamaktadır. Sultan dışında herkesin atlarından inip yaya olarak içeri girdikleri orta kapıdan sonra ikinci avluya geçilmektedir. Yaklaşık 110x170 m. ölçüsündeki iç avluda revaklar, kubbe altı ve iç hazine bulunmaktadır. Enderun Osmanlı padişahı ve yanındaki Akhadımlar ile İçoğlanlarının yaşadığı, eğitim gördüğü sarayın önemli bir bölümüdür. Enderun avlusunun karşısında Arz Odası, avlunun Marmara ve Boğaz’a yönelik köşesinde de Fatih Sultan Mehmet’in kendisi için yaptırdığı Fatih Köşkü, bunun karşısında Has Oda ve sultanların özel daireleri olan bölümler, Mukaddes Emanetler Dairesi bulunmaktadır. Ayrıca Enderun’da İçoğlan koğuşları, cami ve günümüze ulaşamayan bir de hamam vardı.

Has Oda’nın Haliç’e yönelik Divan yeri denilen iki sıra sütunlu, kubbeli geniş bir revakı Sofa-i Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılırdı. Bu terasta XVII. yüzyılın ilk yarısında Sultan IV. Murat ve Sultan İbrahim dönemlerinde yapılmış Sünnet Odası, İftariye Kameriyesi, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sofa Köşkü ve Baş Lala Kulesi gibi köşkler yapılmıştır. Buradan Asma Çiçek Bahçesi denilen sarayın dördüncü bölümü olan alt bahçeye inilmektedir.


Bâb-üs Saade (Orta Kapı)

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058279.jpgSarayın en önemli kapısı olan Bab-üs Saade Divan meydanı ile Enderûn okulunun ve padişah dairelerinin yer aldığı III. Avluya geçişi sağlamaktadır. Bu kapı Birun ile Enderûn’un orta noktasında olduğundan culüs, bayram gibi törenlerde padişahın bu kapının önünde oturması nedeniyle sarayda birinci derece önemli bir yeridir.

Değişik dönemlerde bu kapı çeşitli adlar almıştır. Bunların en yaygın olarak kullanılanları Arz Kapısı, Akağalar Kapısı ve Bâb-üs Saade’dir. Enderûn ve Birun kavramlarını ve varlığını belirleyecek şekilde yeşil ve beyaz sütunlu bir revak ortasında, dışa doğru çıkıntı yapan bir kubbe ile kapı belirgin hale getirilmiştir. Önünde saray törenlerinin yapıldığı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde sürdüğü bilinmektedir. Bu kapı kubbesi ve saçaklarıyla avluya doğru bir çıkma yapmış ve karşılıklı üçer sütunun üzerine oturtulmuştur. Bu mimari görüntü XVIII.yüzyın ikinci yarısında Sultan III. Mustafa döneminde yapılmıştır. Kapının üzerindeki 1774 tarihli talik hatla yazılmış manzum onarım kitabesi bunu açıklamaktadır. II. Mahmud’un hattıyla Besmele ve tuğrası vardır. Büyük bir olasılıkla kapı çevresinin bezemesi XIX.yüzyılda II. Mahmud zamanında (1808-1839) yenilenmiştir.

Bu revak ve kapının önünde padişahların cülus törenleri ve bayram törenleri yapılırdı. Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümâyûn burada törenle teslim edilirdi. Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir.


Sünnet Odası

Sünnet Odası tek odalı olup, arkasında da küçük bir müştemilatı bulunmaktadır. Sultan İbrahim döneminde (1840–1648) yapıldığı sanılan bu köşkün daha erken bir tarihlerde yapıldığı da iddia edilmiştir. Köşkün içi ve dışı çinilerle kaplanmıştır. Bu çinilerin büyük çoğunluğu XVII. yüzyıla tarihlenmişse de içlerinde XV.-XVI. yüzyıllara ait olanlar da görülmektedir. Duvarları süsleyen mavi-beyaz çinilerin yanı sıra pencere içlerine karşılıklı çeşmeler de yerleştirilmiştir.

Osmanlı padişahları namazların sünnetini çoğunlukla burada, farzlarını da Hırka-i Saadet’te kıldıklarından bu isim buraya verilmiştir.


İftariye Kameriyesi

Sünnet Odası ile Bağdat Köşkü arasında İftariye Kameriyesi bulunmaktadır. Bu kameriye Sultan İbrahim zamanında, 1640 yılında Sünnet Odası ile çevresinde yapılan değişiklikler sırasında dışarıya taşkın dört konsol üzerine oturtulmuştur. Üzeri tamamen maden kaplı olup, oluklu bakırdan dört ince sütunun taşıdığı ince uzun, ortaya doğru şişkin bir çatı ile örtülüdür. İçten ayna tonozlu olan bu çatının üzerine de oldukça gösterişli Allah yazılı bir alem yerleştirilmiştir. Kubbe içerisinde ise altın varakla yazılmış on altı mısralık bir kitabeye yer verilmiştir. Bu kameriye bayramlarda değerli kumaşlarla döşenir ve bayram namazından sonra saray erkânının bayramlaşması burada yapılırdı. Bunun dışındaki günlerde de sultan önünde havuzu olan bu kameriyede oturarak dinlenirdi.


Bağdat Köşkü

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058243.jpgTopkapı Sarayı’ndaki köşklerin en önemlilerinin başında gelen Bağdat Köşkü Sultan IV. Murat (1623–1640) tarafından h.1049 (1639) yılında yaptırılmıştır. Köşk sekizgen planlı olup, kenarları birer atlamak sureti ile dışarıya çıkıntılar meydana getirir. Köşkün etrafını 22 sütunun taşıdığı bir revak çevirmektedir. Ahşap çatılı köşkün cephesi dıştan alt kat pencerelerinin bitimine kadar renkli mermerlerle kaplanmıştır. Bunun üzerindeki duvarlar çatıya kadar çini kaplıdır. Dışarıya doğru iki balkonu olup, bunlardan biri Haliç’e diğeri de Boğaz’a bakmaktadır.

Köşkün üstü kubbe, yan çıkıntılar da aynalı tonozludur. Kubbe ve tonozların içerisi yapıldığı dönemin ender örneklerinden malakâri tezyinat ile bezenmiştir. Duvarlarında içten iki sıra pencere bulunmaktadır. Bu pencerelerin üzerleri renkli camlıdır. Burada duvarlara iki üç gözlü küçük hücreler yerleştirilmiştir. İçerisindeki kapılar, dolap kapakları, raflar ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir. Ayrıca iç kısımda yekpare hayvan dekorlu çiniler bulunmaktadır. Çiniden yekpare bir kitabe içerisini çepeçevre dolaşmaktadır. Bu kitabeyi Tophaneli Enderuni Mehmet Çelebi yazmıştır.

Revan Köşkü

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/08/04/00058244.jpgHavuzlu Taşlık üzerinde bulunan Revan Köşkü Sultan IV. Murat tarafından h.1045 (1635) yılında yaptırılmıştır. Bağdat Köşkü’nün küçük bir örneği olan bu köşk sekizgen planlı ve tek bir odadan meydana gelmiştir. Çevresi revaklı olup, üzeri kubbe ile örtülmüştür. Bu köşk Hırka-i Saadet Avlusunun revakı önüne yapıldığından ötürü buradaki sekizgen plan rahat biçimde uygulanamamıştır. Bu nedenle de kenarlar üzerinde yer alması gereken çıkıntılardan biri burada kullanılmamıştır. Bunun yerine içeride bir bakır üzerine altın yaldızlı ocak yapılmıştır. Köşkün pencereleri altlı üstlü iki sıra halinde olup, alttakiler dıştan demir parmaklıklı, içtekiler sedef ve bağ kakmalı kapaklarla örtülüdür. Üst sıra pencerelerde beyaz camların aralarına kırmızı, mavi, yeşil camlar yerleştirilmiştir. Duvarlar renkli mermer levhalarla, bunların üzeri kubbe eteğine kadar mavi-beyaz çinilerle kaplanmıştır. Köşk içerisinde bulunan bronz mangal Fransa Kralı XV. Lui tarafından Sultan I.Mahmut’a gönderilmiştir. Bu mangal devrin ünlü bronz ustalarından Duplesiss’in eseridir.

Bu köşkün ismi kaynaklarda Sarık odası olarak da geçmektedir. Topkapı Sarayı’ndaki kaynaklardan öğrenildiğine göre burada padişah sarıkları korunmakta idi.