PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Günter Grass: ‘SS’e üyeydim ama hiç ateş etmedim’


Hasret
02-02-2009, 16:05
Günter Grass: ‘SS’e üyeydim ama hiç ateş etmedim’

Günter Grass’ın anılarını anlattığı, yayımlandığında tüm dünyada tartışmalar yaratan ‘Soğanı Soymak’ Türkçede. Grass, hiçbir zaman savaşa karışmadığını söylememişti, ama çok önemli bir detayı değiştirip Almanya tarafında savaşma yolunda klasik süreçlerden geçtiğini açıklamıştı. Derken, Hitler’in seçkin birliği Waffen SS’e gönüllü olarak yazıldığını itiraf etti

Soğanı Soyarken ilk yayımlandığında, edebiyat dünyasını ikiye bölmüştü. 1999 Nobel ödüllü Günter Grass’ın İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru yani on yedi yaşındayken Waffen SS’e kaydolduğunu itiraf etmesi, okuyucuları hem şaşırttı hem kafalarında soru işaretleri yarattı. Gdansk (Danzig) doğumlu, çağdaş Alman edebiyatının en büyük isimlerinden, muhalif Grass neden bunu şimdi söyleme ihtiyacı duymuştu?

Ondan hoşlanmayanlar bu soruyu ‘başka biri ortaya çıkarmadan önce kendi söylemek istedi’ diye yanıtladılar, kimileri yaşlı bir adamın vicdanını temizlemesi olarak gördü, bu sırrın etik önemini daha da ileri noktalara taşıyanlar arasından yazarın Nobel ödülünü geri vermesi gerektiğini yazanlar bile çıktı. Nobel ödüllü Lech Walesa, Grass’ın onursal Polonya vatandaşlığının geri alınmasını istedi, eleştirmenler ne yazacaklarını bilemez halde kalakaldılar. Bir yazarın kendi hayatının en karanlık yönlerini bu kadar güçlü ifadelerle ortaya koyması ve bahsi geçen karanlığın 20. yüzyılın da en büyük karanlığının bir parçası olması işleri bu kadar karıştırmıştı.

Bizde de pek çok entelektüel, yazar, gazeteci konu üzerine yorumlar yaptı. Genel olarak gazetelerde yayımlanan haberler çerçevesinde gelişen bu tartışmalarda kimi yazarın tarafını tuttu, kimi böyle bir sırrın vebalinin büyük olduğundan dem vurdu. Soğanı Soymak, yani bütün bu karmaşayı başlatan kitap nihayet Türkçede. Sıradan bir anı kitabının gerektirdiğinden çok daha büyük bir dikkatle okunması gereken bu kitap, bir otoportre olmasının yanı sıra beraberinde getirdiği soruların da masaya yatırılmasını, en azından zihnin karanlık dehlizlerinde iyice süzülerek gün ışığına taşınmasını hak ediyor. Çünkü bu kitapta yazanlar üzerine konuşmak fazla kolay. Ve fazla kolay olan pek çok şey gibi oldukça riskli.

Kitapta yazarın kendinden hem birinci tekil şahısla, hem üçüncü tekil şahısla bahsettiğini görüyorsunuz. O, hem ‘Almanya’nın Büyük Yazarı’ sıfatını gururla taşıyor, hem de içinde altmş yıldır barındırdığı sır yüzünden kendisinden iğreniyor. Eğer bu kitap, kişinin kendi yorumunu sunmak aracılığıyla kendini temize çekmesiyse -ki çoğu anı kitabı bu handikapı taşır- Grass, bu eylemi çok beceriksizce gerçekleştirmiş, çünkü bu kitapta anlatılanlarda o güzelim, güçlü kelimeleri de dahil olmak üzere okuyucuyu ikna etmeye yönelik tek bir satır dahi yok. Hatta pek çok yerde, örneğin sağ kalışından bahsettiği kısımda, bizzat yazar, okuyucuyu kendisine inanmamaya davet ediyor. Belki de Grass’ın büyük bir yazar olduğunu yeniden ispatlayan detaylardan biri bu, geçmişi anlatırken saklambaç oynaması, her şeyi ortaya dökerken anıların her zaman gerçeğin bulanık yansımaları olduklarını bilmesi ve size de bunu hatırlatması, meydan okuması.

Soğanı Soymak’taki bazı bölümler yazarın dili ve imgeleri ne kadar hayranlık uyandıracak biçimde kullandığını net olarak hatırlatıyorlar: Yetmiş yılın ardından Grass’ın çocukluğunun bittiği ânı net olarak hatırlaması (şehrinde ilk kurşunların atılmaya başladıkları gün. Amcası Franz’ın postaneyi Almanlara karşı korumaya çalışırken gerçekleşen ölümü), Baltık sahillerindeki amberler, babasının BBC dinlediği için tutuklanması, ikinci el mezar taşlarına yeni isimleri kazıyan Günter Grass... Ve yazar baştan beri süregelen ****fora devam ediyor, soğanın kabuklarını soyuyor. Kat kat. Kestiği yerlerde soğan misali, anılar da insanı göz yaşlarına boğuyor.

Bir günah çıkarma
Grass’ın hayatta kalma hikâyesi kesinlikle insanın kafasını en çok karıştıran bölüm. Yine kitabın ilk yayımlandığı dönemde yazarın anlattıklarının ne kadarının gerçek olduğu tartışma konusu olmuştu. Geri kalan anılarıyla ilgili olarak da benzer tartışmalar yapıldı, ama yazar, kız kardeşine anlattığında onun dahi kendisine inanmadığını ve kendisinin de kendisinden şüpheye düştüğünü zaten yazdığına göre Grass’ın normal bir anı kitabında olması gerektiği gibi gerçeğin peşinde koştuğu iddia edilemez. Ne kadarının gerçek olduğunu bilmemiz gerekiyor mu? Louis Armstrong savaştan sonraki o gece Dusseldorf’taki barda çaldı mı? Bir asker, Grass’ın hayatını kurtarmak için kendi hayatını riske atıp, üniformasını değiştirdi mi? Grass gençken Papa Ratzinger’le tanıştı mı? Kitabı ve yazarı nasıl değerlendirdiğinize bağlı olarak bu soruların yanıtları önem kazanabilir ya da anlamsızlaşabilirler.

Soğanı Soyarken’in yayımlanmasının ardından gelen süreçte bu kadar tartışma çıkmasının nedeni de buydu zaten: Grass’ın sadece bir yazar olarak değil, bir ahlak timsali olarak görülmesi; bir yazar olmasının ötesinde pek çokları için erdem adına bir kriter oluşturması. ‘Almanya’nın vicdanı, bilinci’ olarak tanımlanan biri için böylesi bir sırrın ne kadar yıkıcı olduğu tahmin edilebilir. İnsanların; okuyucu, yazar, entelektüel vs. kendilerini ihanete uğramış hissetmelerinin nedeni de buydu galiba; Grass’ın yıllar boyunca herkese günah çıkarmalarını öğütlerken kendi günahını kendine saklaması. Sembolü haline geldiği pek çok şeye de böylece ihanet etmesi. O, hiçbir zaman savaşa karışmadığını söylememişti, ama çok önemli bir detayı değiştirip Almanya tarafında savaşma yolunda klasik süreçlerden geçtiğini açıklamıştı: Jungvolk, Hitler gençliği ve ordu. Oysa bu kitapla savaş sonrasında tamamı savaş suçlusu ilan edilen Hitler’in seçkin birliği Waffen SS’e gönüllü olduğu açıklamış oluyordu. Bundan ne kadar utandığı anlaşılabilir; ve eğer ki Grass, Grass olmasaydı herkes daha anlayışlı davranabilirdi ama siz insanları geçmişle yüzleşmeye yönlendiren bir yazarsanız kendi geçmişinizden kaçmanızın top atışıyla karşılanmasına şaşırmamanız gerekir. Batı gazeteleri de, New Yorker ve Guardian başta olmak üzere, bu soruna değindiler, sırrın kendisine değil ama onu saklamaktaki ikiyüzlülüğe. Ve Grass’ı bu yüzden çarmıha gerdiler. New Yorker çivileri diğer gazetelere kıyasla biraz daha nazikçe çaktı, en sert darbeyiyse Michael Hoffman itirafın aslında alelacele yazılmış bir metin olduğunu ve zamanlamasının Grass’la ilgili Stasi belgelerinin ortaya çıkmasıyla denk düştüğünü söyleyerek vurdu. Ayrıca kitapla ilgili eleştirisinde yazarın bu grubun tasvirini “neredeyse uluslararası bir barış birliği” gibi yaptığını belirtti.

Hayatta kalmanın utancı!
Gençler biraz daha anlayışlı davrandılarsa da yazarın yaşındakiler, arkadaşları hariç, oldukça acımasızdılar. Le Figaro, Grass’a saldıran bir metin yayımladı, Almanya Yahudi Derneği Başkan Yardımcısı Knobloch, Grass’ı kitap satışlarını artırmak için spekülasyon yapmakla suçlayarak biyografisini yayımlamadan hemen önce, eskiden SS üyesi olduğunu açıklayan sağcı yazar Schönhuber’la kıyasladı. Fransa ve Belçika’da Grass’ın Nobel ödülünü iade etmesi gerektiği yazıldı. Time dergisi Grass’ın “SS’e üyeydim ama hiç ateş etmedim” sözünü Bill Clinton’ın “Esrar içtim ama içime çekmedim” demesine benzetti.
Elbette herkes Grass’ın karşısında yer almadı. John Irving, The New York Times’da kefaretle ilgili olduğunun altını çizdiği Teneke Trampet’i bu son itirafın ışığında yeniden okuduğu üç sayfalık enfes bir makaleyle Grass’ı savundu. “Dickens yazar olmayı istememe neden olduysa da nasıl yazar olacağımı Teneke Trampet’ten öğrendim” diyen Irving, böyle bir itirafın büyük cesaret gerektirdiğini hatırlattı. Salman Rushdie de yazarı savunanlardandı. İsviçreli yazar Muschg itirafın geç gelmesini “hayatta kalmanın utancı”na bağladığı bir makale yayımladı ve kitabın itiraf dışında da ne kadar güçlü bir edebi eser olduğuna dikkat çekti. İlerleyen aylarda New York Times’da yayımlanan başka bir makaledeyse kitabı okuyanlarla okumadan yorum yapanların çok rahat ayırt edildiğinin altı çizilerek kitabın henüz basılmadığı Fransa’da yazara tepki çok yüksek olurken kitabın çoğunluk tarafından okunduğu Almanya’da insanların daha anlayışlı davrandıkları belirtildi.
Soğanı Soyarken’in büyük bir yazarın son sözleri olarak okunması gerekiyor. Bu kitap içinde taşıdığı pek çok soru ve bu soruları ifade ediş biçimi nedeniyle herkesin okuması gereken bir ‘son söz’...

Bir silahla pencerede mevzilendim

Makineli tüfek atışında öbür dünyayı boylamak ya da hapse düşmek ve arkasından da Sibirya’da hayatta kalmayı öğrenmek için önüme ilk fırsat, bir başçavuşun verdiği talimatla altı-yedi kişilik bir grubun tek katlı bir evin bodrumundan kaçmaya çalıştığı sırada çıktı. Ev, alınması için savaşılan bir köyün Rus işgali olan tarafındaydı.
Rus hattının arkasına nasıl geçtiğimiz, evden çok kulübeye benzeyen binanın bodrumuna nasıl girdiğimiz meçhul. Oradan çıkıp sokağın karşı tarafına geçecek, hâlâ bizimkiler tarafından savunulan evlerden birine girerek kurtulabilecektik. Kasketini başına yamuk oturtmuş yalı kazığı çavuşun “ya şimdi ya hiç!” dediğini duyuyorum.
Ele geçirmek için savaştığımız, kumlu Lausitz’te bulunan ve yolun iki yanında evlerin sıralandığı bu köyün adı hiç dile getirilmedi ya da ben unuttum. Bodrumun pencerelerinden, arada bir kesilen makineli tüfek sesleri ya da tek atışlar duyuluyordu. Raflarda yiyecek hiçbir şey bulamadık. Yine de tam zamanında oradan kaçmış olan ev sahibinin bisiklet tüccarı olduğu anlaşılıyordu, değerli malını bodrumda istifleyip saklamıştı, tahta askılıklarda, ön tekerleklerinden asılı pek çok bisiklet gördük, hepsi de kullanılır durumdaydı, lastikleri şişirilmişti, biri bizi kullansın der gibiydiler.

Başçavuş bir çırpıda karar veren türünden olmalıydı ki “ya şimdi ya hiç!” der demez seslenmekten çok fısıldayarak “Haydi, herkes birer bisiklet kapsın,” diye ekledi. “Sonra da doğru karşıya...”


Utanarak da olsa mutlaka itiraz etmişimdir: “Başçavuşum, ne yazık ki bisiklete binmesini bilmiyorum.” Bunu kötü bir şaka olarak değerlendirmiş olmalı adam. Hiç kimse gülmedi. Beni utandıran bu beceriksizliğimin derinde yatan nedenlerini sayıp dökecek ve şöyle bir açıklama yaparak kendimi mazur gösterecek zaman yoktu: “İşleri vasat giden bir bakkal dükkânı işleten annemin eli hep dardı, ne yazık ki, bana yeni ya da kullanılmış bisiklet alamadı, ben de yeri gelince hayat kurtaran bisiklete binmeyi zamanında öğrenme fırsatı bulamadım...”


Bisiklete binme yerine erkenden öğrendiğim yüzme bilgilerimle övünmeme fırsat kalmadan başçavuş yine ani bir kararla, “Haydi, makineli tüfeği kapın ve ateş ederek bizi koruyun,” dedi bana, “sonra gelip sizi alırız...”


Verilen emre uyarak tahta askılıklardan bisikletleri alan neferlerden biri ya da öteki korkumu gidermeye çalışmış olabilir. Olsa da ben işitmedim. Eğitimini almadığım bir silahla pencerede mevzilendim. Beceriksiz asker isteseydi de ateş edemezdi, çünkü o beş-altı adam ellerinde bisikletlerle -kız bisikletleri de vardı aralarında- bodrumdan çıkıp sokak kapısından geçer geçmez köy yolunun ortasında makineli tüfekler taradı onları, atışın nereden, yolun bu tarafından mı öbür tarafından mı, yoksa her iki taraftan mı geldiğini bilmiyorum.


Çırpınan, sonra da sarsılan bir yığın görmüş olmalıyım. İçlerinden biri -başçavuş olabilir mi?- düşerken takla attı. Sonra hiçbir şey kıpırdamadı. Ama o yığının altından dışarı uzanan bir ön tekerlek gördüm: Durmadan dönüyordu. Ne var ki bu kıyımın betimlemesi, sonradan zihnimde canlandırdığım bir resim, bir mizansen de olabilir, askerlerin sonunu getiren yaylım ateşinden önce bodrum penceresinin yanındaki yerimden ayrılmıştım, hiçbir şey görmedim, görmek de istemedim.

Bana emanet edilen hafif makineli tüfeği, karabinamı almadan terk ettim bisikletçinin evini ve arka bahçeden çömelerek geçip gıcırtılı küçük bahçe kapısından çıktım. Bahçelerin arkasında ve aralarında, tomurcuklanan çalılıklar gizledi beni, uğruna savaşılan köyün alınması için patlatılan silahların sesleri arasında gizli yollara saparak oradan uzaklaştım. (...)



Çeviren: İlknur Özdemir