PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Allah ve Tabiat gerçeği


DİGİMAX
12-13-2007, 17:29
Allah gerçeği

İslâm dininde ve O'na en sadık yaşayış yolu olan tasavvufta Allah'ın zatını, özünü bilemeyeceğimiz; duyu organlarımızın ve aklımızın buna yeterli olmadığı gerçeği kabul edilir ve "Allah'ın zatı üzerinde fazla düşünmeyiniz" hadisi rivayet edilir. Allah, Mevlâna'nın deyişiyle, hiç aklımıza gelmeyecek şey, hiç düşünemeyeceğimiz şey yok mu; işte odur. Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. İnsan, Allah ile diğer varlıkların tam ortasında, daha doğru deyişle, Allah'ın yarattığı bütün diğer varlıkların üzerindedir. Dolayısıyla insan hem maddî hem de manevî yönden Allah'ı rahatça bilebilir. Ancak bu bilme, bir ünsiyet kurma halinde düşünülürse, hiç kimse Allah'ın zatıyla ünsiyet kuramaz; ancak onun yarattığı varlıklar ve olaylarla ünsiyet kurabilir (Ali el-Havvas). Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir.
Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.

Bu dünyadaki insan Allah'tan ayrılmış, araya kat kat perdeler girmiştir. Ama bu ayrılık insan açısındandır ve psikolojik bir ayrılıktır. Yoksa, Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir. Yunus, bu gerçeği şöyle ifade ediyor:

"Sen hod bize bizden yakın görünmezsin hicâb nedir?
Çün aybı yok göklü yüzün, üzerinde nikâb nedir?" (58)

"İstemegil Hakk'ı ırak, gönüldedir Hakk'a durak
Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır." (66)

"Yunus sen diler isen, dostu görem der isen
Aynadır görenlere ol gönüller içinde." (122)
Allah'a inanmayan insanlar için evrendeki her şey, bütün varlıklar ve olaylar, zaman ve mekân, hattâ insanın kendi nefsi bile birer perde, birer engeldir. Bu perde ve engelleri bizi Allah'a ulaştıran yollar haline getirmemiz için inanmamız gerekir. Aslında Hallâc-ı Mansur'un deyişiyle "Hakk gizli değildir; perde arkasında kalan sadece mahluklardır, halkdır". Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor:

"Yunus'tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan
Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?" (55)

İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, kendi gerçeklerini insana açıp gösterdikçe insanlar kendilerini o sanırlar. Bu hataya mutasavvıfların çoğu düşmüştür. Bu dünya bir sebepler silsilesi halinde yaratılmıştır. Yoksa canlı varlıkların ve özellikle insanların, biraz sonra ne olacağını bilmedikleri, bir sürü "bilinmezlerle" dolu bir dünyada kendi hür iradelerine göre yaşamaları mümkün değildir.
Zaten Allah'ın saçma bir evren yaratması da düşünülemez. Evrende her şey, akıllı insanların birçok anlam çıkaracakları bir mantıkî dünya ve sebepler zinciri halinde her an yaratılmaktadır.

Biz sadece sebepleri görüyoruz; sebepleri yaratan Allah'ı göremiyoruz. İnsan sebeplerden hareket ederek Allah'a gitmelidir. Yoksa sebepleri büsbütün görmezlikten gelirsek bâtılın kucağına düşeriz. Büsbütün sebeplerin içinde bağlı kalırsak, sebepleri yaratan Allah'ı göremeyiz (Bunân b. Muhammed el-Hammal). Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah'ın zatı ve manevî yönleri devamlı gizli kalmakta, eserleri ve maddî yönleri de devamlı açılıp genişlemektedir. O. "göklerin ve yerlerin nuru" (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir.
İnsanlar duyu organlarıyla varlıkları ve olayları görürler, maddî varlıklarını buradan çıkardıkları sebep-sonuç bağlantısına göre idare ederler.Ancak bir de sebeplerin gerisi, varlıkların ve olayların anlamı, ruhu vardır ki, bunun bilgisi insana açıkça verilmemiştir.Ruh, Allah'ın emrindedir (Kurân-ı Kerim 18/85). İnanan, çevresine basiretle ve akılla bakan insanlar anlamlara ulaşabilirler. Allah da "Artık üzerinden perdeyi kaldırdık, şimdi gözün keskindir" (Kurân-ı Kerim 50/22) buyurmaktadır.

Başlangıçta;

Yunus bu göz onu görmez, görenler hod haber vermez
Bu menzile akıl ermez, bu koduğun serap nedir?" (58)

diyen Yunus, daha sonraları da şöyle demektedir:
"Baksam seni görür gözüm, söylerisem sensin sözüm,
Seni gözetmekten dahi, yiğrek şikârım yokdurur." (62)

"Her kancaru bakar isem O'ldur gözüme görünen
Ne havsala ola bende yahut ona lâyık basır." (63)

"Bu benim gönlüm alan, doludur cümle âlem
Kancaru bakar isem onsuz yer görimezem." (93)

Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir ruh, bir nur halinde bulunmaktadır. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. "O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Hattâ bu evren, bu zaman ve mekân onun gücünün ve eserlerinin küçük bir damlasıdır. Şöyle diyor Yunus Emre:

Ne dünya, ne âhıret, ne Kaf u ne Kef
Bunlar katre, derya melekûtun var." (61)

"Bir halayık aydur bana, sakla onu can içinde
Bir zerresi yüzbin cihan, ayıt nice sırreyleyem?" (103)

Her şeyde kendini hem gösteren hem de gizleyen Allah'a ulaşma yolunda, şekiller önemli bir engelleyicidir.

Bütün mutasavvıflar gibi, Yunus da şekilleri, renkleri, kokuları tek tek parçaları aşmak, mânâ bütününe ulaşmak ister.

Varlığın sırrını çözen Yunus, varlıktan kurtulur, hattâ Cennet ve Cehennem'i bile, öte dünyada bedenin ödüllendirilme ve cezalandırılma yeri gibi, nefsanî şeyler olarak görür ve bunlardan kurtulduğunu ilân eder(6).

Sensin benim cânım cânı, sensiz kararım yokdurur
Uçmak'ta sen olmazısan vallah nazarım yokdurur." (62)

"Sekiz Uçmağın hûrisi eğer bezenip geleler
Senin sevginden özgeyi gönlüm hiç kabul etmeye."(40)

Gerçeğin içinde var olan Allah'tır. Gerçek, içinde Allah olduğu için gerçektir. Tabiat, bizi Allah'a kavuşturan yollardan birini gösterir. Tabiatta madde ile ruh içiçedir ve Allah'ın takdir ettiği bir süre iyice kaynaşmıştır. Bu birliği anlayarak Allah'a ulaşmak, daha emin, daha sağlam temeller üzerinde olur. Bu şekilde ilim, Allah'ı daha iyi tanımak için bir vasıtadır. Zaten ilmin üstünlüğü de buradadır (Süfyan es-Servî). Allah'ı evrenden ayrı göremeyiz; evrendeki her şey Allah'ın özelliklerinin bir parçasıdır. İnsanın Allah'a imanının ilk şartı, tabiat kanunları ve yaratılış içindeki Allah'ın tecellilerini bilmek, bunları bütünleştiren Allah'ın azametini tanımak, ona sığınmaktır.

İnsan gerçeğe ulaşmak için tabiat varlıklarını basamak yapacaktır. Bu tabiat içinde görülen her şey Allah'ın kuvvet ve iradesinin bir parçasıdır. Kaldı ki -Batılı panteist filosofların zannettikleri gibi- Allah, tabiat determinizmi içinde hapsedilmiş de değildir. Bu evrendeki tabiat kanunları onun yaratabileceği mümkün oluşların sadece bir kısmıdır. O, evrene her an hakim ve olayları istediği gibi yönlendirmekte hürdür. Allah hürdür ve sonsuz hayat kaynağıdır.

Âyete'l-Kürsi'de Yüce Allah kendisini şöyle anlatıyor: "Allah'tan başka Tanrı yok, ancak o dâima yaşayan, dâima duran, tutan hayyu kayyum o. Ne gaflet basar onu ne uyku. Göklerdeki ve yerdeki hep onun (...) Onların önünde ne var, arkalarında ne var, hepsini bilir; onlar ise onun dilediği kadarından başka ilm-i ilâhisinden hiçbir şey kavrayamazlar (...)" (Kur'ân-ı Kerim 2/255).


İslâma göre evrendeki varlıklar olmuş bitmiş değil, her an olmakta olan bir imkânlar dizisidir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; zaman ve mekân her an yaşamakta ve Allah'ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Fert insan için de, zamanın geçmiş ve gelecek boyutlarına sıkışmadan, anlamı olan şu içinde yaşadığımız zamanı (an, dem) değerlendirmek önemlidir. Olup bitmiş donuk bir şey yoktur, her şey müthiş bir dinamizm içindedir. Bu dinamizm de statik bir bilgi ile değil, dinamik bir bilgi ve oluşa aktif olarak katılmakla anlaşılabilir. Her şey her an olmaktadır, bu nedenle statik kalan hiçbir şey yoktur. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29).

İnsanın da bu oluşa doğru, iyi ve güzel hareketler yapan bir kul olarak, her an katılması gerekir. Bu nedenle İslâm tasavvufu kendi üzerine dönük bir düşünce olarak kalmamış, önce düşünce oluşa yönelip "niyet" olmuş, daha sonra da niyetler fiile, hareket ve davranışa dönüşmüştür.

Allah, statik bir varlık değildir; O, her hareketin en içinde, onu yönlendiren ve yayan güçtür. Öyleyse bir kenara çekilip sürekli tabiat ve olayları seyirde kalamayız. Bu nedenle mutasavvıfların çoğu tasavvufta bir kademe olan "varlıkta, Allah'ı seyretmek" safhasını geçmiş, Allah'ın yaratmakta olduğu "oluş" içinde, "isteyerek" ve onun koyduğu hudutları aşmadan, doğru hareket ve davranışlar göstermeye çalışmışlardır. Allah'ın her an, tabiatın her yanından ortaya çıkan ve apaçık olan bu muazzam tecellisi karşısında halvete ve uzlete çekilmek sürekli olamaz. Allah'ın tecellisi, en iyi olarak oluşa katılmakla anlaşılır.
Allah mutlak güzel ve mutlak iyidir. Zaten hakikatte yalnız güzellik ve iyilik vardır; çirkinlik, kötülük, eksiklik hep bizim kusurlu algılama ve değerlendirmelerimizin sonucudur. Allah'ın yaratışı tam mükemmeldir, hiçbir çatlağı yoktur (Kur'ân-ı Kerim 67/3). "Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık ta kendindendir." (Kur'ân-ı Kerim 4/79). Yunus sûresinde de (27. âyet), kötülükleri insanın kendisinin kazandığı belirtiliyor. O halde, tabiatta kötü olan bir şey yoktur; onların kötü, pis ve haram olmaları insanların yanlış kullanımı ve değerlendirmelerinden dolayıdır. Tasavvuf, insanları, eşyaya ve tabiata Allah'ın gözüyle bakmaya çağırır. O zaman görüş hatalarımız düzelir; herşeyi dosdoğru görmeye başlarız. İnsan, karmaşıklığı ve kötülüğü kendi yaratır. Tasavvuf, güzel görme eğitimidir. Çünkü görülen her şeyde Allah vardır ve kusur, günah insanın bakışından doğmaktadır

Çevreye bakıldığında Allah'ı görebilmek insana büyük bir huzur verir. İnsanda Allah'a karşı bir aşk başlar. Her varlığın en küçük zerresinden en büyük davranış ve hayallerine kadar her şeyde Allah görülmeye başlanınca, insan iç tecrübeye, kendi içine, kendi özüne döner. Kendisini de Allah'ın yönlendirdiğini, her şeyin temelinde onun olduğunu hisseder ve bazen onunla bütünleşmiş gibi olur. Yunus'ta bu keşfi en açık şekilde görüyoruz.

"Bir ben vardır bende benden içeri" diyerek içindeki, inanmış gönlündeki Allah'ın varlığını keşfeden Yunus, birdenbire zaptedilmez bir güce ulaşır ve bizce, Divân'ın en güçlü dizelerini söylemeye başlar.

"Evvel benim, âhır benim, canlara can olan benim
Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benim.


Bir karara tuttum karar, sırrımı benim kim duyar
Gözsüz beni kanda görür, gönülde gizlenen benim.

Dahi acep aşıklara ikrar u din, iman oldum
Halkın gönlünde küfr ile, İslâm ile iman benim.

Yunus değil bunu diyen, kendiliğidir söyleyen
Kâfir olur inanmayan, evvel-âhır-heman benim."

Yunus'un yükselişi artık zamanlar ve mekânlar üstündedir. "Ey yarenler, ey kardeşler, sorun bana kanda idim?" diye başlayan şiirinde, henüz hiçbir şey yaratılmadan önceki zamana gider. Oradan bütün zamanı seyreder, kendi geliş zamanını dahi görür. Endişe şerrinden uzak, o ulu makamda Allah'ın hükmedişini görür ve bu kaynaşma veya erimiş halde bulunmayı şöyle ifade eder:

"Ben bu sûretten ileri adım Yunus değil iken
Ben olidim, ol benidim, bu aşkı sunandayıdım." (95)

Yunus'un çoşkulu anlarında berrak olarak anlattığı Allah, bütün insanların varmayı özledikleri ve zaten "isteyerek-istemeyerek" (Kur'ânı Kerim 13/15) gitmekte oldukları ana kaynaktır. Bu ana kaynağı keşfeden, dayanılmaz bir aşka düşer. Artık bütün benliğini O kaplamıştır ve O'nun dışında hiç ama hiçbir şeyin değeri kalmaz.

İki cihanı da Allah'la dolu gören Yunus Emre, başlangıçtan sona her şeyin Allah olduğunu, varlık perdesini yırtan herkesin Hakk'ı görebileceğini, ancak bu perdeyi yırtamayanların Allah'ın en küçük zerrelerden en büyük varlıklara kadar sonsuz "âyetine" rağmen onu göremeyeceğini belirtiyor.

Tabiat gerçeği

Tasavvufun evren ve tabiat anlayışında genel olarak, yaratılmış olan herşeyin insan için yaratıldığı inancı hâkimdir. Ancak insanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir tabiat oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed'in gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. Yani insandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi de Hz. Muhammed'dir.

Allah'ın bu evrendeki varlıkları ve oluşu, kendi dışında birşey olarak yaratıp tabiî akışına bıraktığı, veya kendi iradesi dışında var olan bu evrene yön vermeye çalışan bir güç olduğu şeklindeki görüşler doğru değildir. Bu evrendeki madde ve mânâ, Allah'ın yaratıcı kudretinin ortaya çıkışıdır. O, bütün oluşu plânlamış, gerçekleştirmiş ve "levh-i mahfuz"una kaydetmiştir. Dolayısıyla bütün zamana ve mekâna hâkimdir ve geçmişte ne olduğunu, gelecekte ne olacağını en iyi şekilde bilmektedir. Şu anda

mikrokozmostan makrokozmosa kadar her türlü oluş da aslında onun taptaze yaratışıdır; bu yaratışın içinde de kendisi vardır, dışı da kendisidir. Dolayısıyla evrende olup bitenler mekânik tekrarlar değil, her an yenilenip değişen bir yaratıştır. Evren bir varlık yığını değil, devamlı oluşan, devamlı değişen bir olaylar yapısıdır.