PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Gözlerden ruha sızanlar


Hasret
01-22-2009, 16:02
Kalb, âlemlerin kendisinde durulduğu insanın özü, ilâhi tecellilerin âyinesi, maddî ve mânevî huzurun kaynağı, imanın mekanı ve sonsuzluğa açılmış bir penceredir. Maddî kalb maddî uzuvların hayat kaynağı olduğu gibi mânevi kalb de mânevî lâtifelerin, duyguların hayat kaynağı ve idarecisidir. İmanın kalb tahtında saltanatını kurabilmesi, yerleşip ruhun derinliklerine kök salabilmesi ise, onun her türlü şüpheden, mânevî kirlerden temizlenmesine bağlıdır. Evet, insan kalbiyle inanır. Diğer lâtifeler, mânevî duygu ve cihazlar her yönüyle kalbe bağlı, kalbin hayatıyla hayattadırlar. Göz ise kalb ve ruhun bu âleme açılmış bir penceresidir. Şehevî ve nefsânî arzuları tatmin için, fânî güzellikleri seyredip onlardan lezzet alma adına kullanıldığında ise, harama her bakış kalbi ve rûhu yaralayan zehirli bir ok olur. İlâhi neşveyi ifsad eder, Allah'ı zikirden alıkoyar ve günahlara kapı açar. Haramlara karşı gözleri muhafaza etmenin çok mühim faydaları arasında şunları sayabiliriz: Kalbde imanın tadı hissedilir, Mü'minin kalbinde iman nuru artar, ferâseti güçlenir, kalb ve ruh hakiki gücüne ulaşır, irâde kuvvet bulur. Kalbî şecaat artar. Günümüzün mânen kirlenen şu atmosferi altında yaşayan inanmış gönüller, "Mü’minlere söyle gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu hareket onlar için daha temiz (ve daha yararlı) dir. Şüphesiz Allah onların her yaptıklarından haberdardır" mealindeki Ayet-i Celîle'nin açtığı nurlu yolda yürümeye ne kadar muhtaç... Evet, hergün binlerce kalbin katledildiği, yaşanması zor bir dönemdeyiz. Kalblerin bozulmasına ve ruhların yozlaşmasına razı olmayan diriliş erleri, bu âyetin ipine sımsıkı sarılmalı, bu yolda yürümelidirler.
"Kâbe" kâinatta hidâyet kaynağı(1) hayat ve güven durağı (2) inanan gönüllerin kıblegâhı, mukaddes ve mübârek(3) bir mihverdir. Biz onun koruyucusu, o bizim koruyucumuz, emniyetin remzi yüce mihver.
Âlemlerin kendisinde dürüldüğü insanda ise "Kalb" onun özü, ilâhî tecellilerin âyinesi, maddi ve manevî huzurun kaynağı, imanın mekânı ve sonsuzluğa açılmış bir penceredir. O, zat-ı Akdes'in feyiz ve kereminin yeşerip geliştiği bir bahçe ve Arşullah olmaya namzet önemli bir mihverdir. Zira, Nebiler Nebisi, bir kutsî hadisde, O Zât-ı ecelli a'lâ'nın kevn-ü mekâna sığmadığını, fakat bir mü'min kulunun kalbine sığdığını beyan etmişlerdir (4). Binâenaleyh, kalbden maksad, çam kozalağı gibi bir et parçası değildir. O, bir lâtîfe-i Rabbâniyedir ki, insanın mânevi hayatına yaptığı hizmet, maddî kalbin cesede yaptığı hizmet gibidir. Nasıl cismanî hayat onun çalışmasıyla kâimdir; sekteye uğradığı zaman, cesed de sukuta uğrar; öyle de o, lâtife-i Rabbâniye olan mânevi kalb, mânevi hayatın hey'et-i mecmuâsını nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır.
Evet; her kalbin bir kıblesi vardır. (5) Lâkin inanmış kalbin döneceği tek yön, kâinatın kalbi "Kâbe"dir. Tek yön, tek istikâmet, tek kıble. Zira, kalbler ancak O'na dönmekle ve O'na ait mânâlarla hemdem olmakla itminâna erebilir.
Kalbiyle her an cemâlî tecellîlerin merkezileştiği bu mihvere dönen mü'min, o muazzez beyte inen rahmet ve inâyet esintileriyle irtibâta geçtiği an; âdeta cennet bahçelerinde uçuyor gibidir. O an, kalbin, rahmâni tecelliler çeşmesine ağzını dayadığı, kana kana, doyasıya âb-ı kevser yudumladığı andır. İşte bu ân-ı seyyâleyi yakalayan bahtiyar, huzur'dan ayrılınca, "nerede ise ayaklarım yerden kesilecek, semâlara pervaz edecektim" sözüyle bu hâli anlatmaya çalışır.
Görüldüğü gibi, maddî kalb maddî uzuvların hayat kaynağı, mânevi kalb ise mânevi lâtifelerin, duyguların hayat kaynağı, idarecisi ve îmanın mahallidir. İmanın kalb tahtında saltanatını kurabilmesi, yerleşip ruhun derinliklerine kök salabilmesi ise, onun her türlü şüpheden, mânevi kirlerden temizlenmesine bağlıdır. Dolayısıyla îmanın hayatiyetini devam ettirebilmesi için, kalb saffetinin korunması şarttır. Zira işlenen her bir günah ve kalbe giren her bir şüphe vücudda hastalık yapan mikroplar mesâbesindedir. Nasıl ki vücud bu mikroplardan temizlenmedikçe hakiki güç ve kuvvetine kavuşamazsa, kalb de bu şüphe, delalet ve günah mikroplarından tasfiye edilip korunmadıkça, gerçek güç ve irâdesine ulaşamaz. Efendimiz (s.a.s.), ruh dünyamıza ait bu gerçeği yüce beyanlarında şöyle dile getirmiştir:
"Mü'min bir günâh işlediğinde kalbinde bir siyah nokta meydana gelir. Eğer tevbe ve istiğfar ederek günâhını affettirirse kalbi cilâlanır. Şayet günaha devam ederse bu siyahlık artar."http://www.diyemediklerim.com/gozlerden-ruha-sizanlar-t61109/images/smilies/newSmiles/msn_demon.gif
"Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler kalblerinin üzerine pas olmuştur."(7), ferman-ı ilâhisi de bizlere bu gerçeği anlatmaktadır.
"Her günahda küfre giden bir yol vardır", küllî kaidesi de bu hakikatin veciz bir ifâdesidir.
Binâenaleyh, Kâbe-i şerif korunup temizlendiği gibi, O'na dönen kalbler de, kendisine zarar verecek her türlü mânevi hastalıklardan muhafaza edilmeli, temizlenmelidir ki, o çetin günde huzur-u ilâhide yegâne makbul, kurtuluşumuzun remzi "selim bir kalb" ile O'na varalım.
Evet, insan kalbiyle insandır. İnanan kalbiyle inanır. Diğer lâtifeler, mânevi duygu ve cihazlar her yönüyle kalbe bağlı, kalbin hayatıyla hayattardırlar. Ruh ve cesed kalbin rengiyle boyalı, o'nun kimliğini taşırlar. Dolayısıyla, kalbin tefessühü ruhun çürümesi demektir. Efendimiz (s.a.s)'in şu hadis-i şerifleri bu parlak hakikati en güzel şekilde ifâde eder:
"Vücudda bir parça vardır ki o selâmette ise vücud da selâmettedir. O bozulmuşsa, ceset de (mânen) bozulmuş demektir. Dikkat edin o parça "Kalb"dir."
Kalbin selâmeti ise, İslâm’ın beşeriyete takdim ettiği ilâhi ölçülerdedir. Ebediyyet meftûnu insanın, İslâm’dan başka müracaât edip sadrına şifâ aradığı her ölçü, ölçüsüzlükten başka bir şey değildir. Onun kalbî hayatının reçetesi Kur'ân'dır. Zira, kalbî, ruhî ve içtimaî bütün sancılar, hastalıklar, ancak Hak Beyanla izâle edilebilir. Yaşadığımız şu gökkubbenin altında, kalbi zehirleyen bütün bâtıl görüşlerin beynini dağıtacak, şek ve şüphe mikroplarının îman mahalli olan kalbe girmesine mâni olacak, girmişse tasfiye edip temizleyecek ve yeryüzünde bütün şer ocaklarını söndürüp, köklerini kurutacak ikinci bir hak kitap yoktur.
Çünkü, O, "şerefli"(9), "hikmetli"(10) ve "şanı yüce"(11) kitap, Kur'ân, âlemlerin Rabbi sıfatıyla, her şeyin yaratıcısı olan Allah (c.c)’tan, "bir öğüt, göğüslerde olan her çeşit hastalıklara şifâ, inananlara yol gösterici(12), "Hakkı bâtıldan ayırıcı"(13), bir "nur"(l4) ve "rahmet"(15) olarak indirilmiştir.
O, doğru yolu gösteren ve ona götüren tek kılavuzdur."(16)
O, "inananlara müjde"(17), "gönlü hüşyâr olanlara bir uyarıcı (18), inkâr eden kalbi bozuklara ise bir azabdır. "Öğüt alınacak her çeşit misâller" (19), "ibret alınacak en güzel kıssalar"(20), sadece o yüce beyandadır. Kalbe hayat verip ruhu diriltecek, "hakikatlerin en güzel açıklamaları"nı (21)ancak o getirmiştir.
O mukaddes beyanda "yaş ve kuru herşey zikredilmiş (22), hiçbir şey ihmal edilmemiştir.
Bu icmâlî izandan sonra, hakikate misâl olarak, Kur'ân-ı Mecîd'in, kalbin tezkiye ve muhâfazasında bize gösterdiği nurlu yollardan bir tanesini ele alıp tefekküre çalışalım.
Âyet-i celîlede, "Mü'minlere söyle gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu hareket onlar için daha temiz (ve daha yararlı)’dir. Şüphesiz Allah onların her yaptıklarından haberdardır."(23)
Göz, ruh ve kalbden bu âleme açılmış bir pencere, kâinat kitabının bir mütalâacısıdır. Şehevî ve nefsânî arzuları tatmin için, fâni güzellikleri seyredip onlardan lezzet alma adına kullanıldığında ise harama her bakış, kalbi ve rûhu yaralayan zehirli bir ok olur. Kalbe kötü düşüncelerin girmesine sebeb olarak ilâhi neşveyi ifsâd eder. Allah'ı zikirden alıkoyduğu gibi, vesveseyi de davet etmekle, günahlara kapı açar. Nitekim Kâinatın Efendisi (s.a.s)’de "Harama nazar şeytan oklarından zehirli bir oktur"(24) derken bu hakikati dile getirmiş ve kalbin selâmeti adına harama bakmaktan nehyetmiştir.
İşte, ayet-i kerimede, "kalb temizliği" bu hakikate işareten, "gözlerini haramdan çevirsinler ve ırzlarını korusunlar", emrinden sonra zikredilerek, gözün kalb ile olan alâkasına dikkat çekmiştir.
Haramlara karşı gözleri muhafaza etmenin, kalb temizliği açısından faydalarına gelince, şunları söyleyebiliriz:
1) Kalbde, imanın tadı hissedilir. Efendimiz (s.a.s) yukarıda arzettiğimiz hadis-i şerifin devamında "her bakış şeytan oklarından zehirli bir oktur. Kim onu Allah'a olan korkusundan dolayı terkederse imanın tadını kalbinin derinliklerinde hisseder" buyurmuşlardır.
Evet, bir mü'minin Allah için gözünü kapayıp, haramdan muhafaza etmekle bulacağı îmânî lezzet ve neşve, baktığı zamanda alacağı nefsânî haz ve zevkden daha tatlıdır. Fetânet ve hassasiyet sahibi ufku geniş mü'minler, bu hakikati ruhlarında kaç defa hissetmiş ve kalben yaşamışlardır.
2) Kalbde îman nuru artar, ferâset güçlenir.
Bunun sırrı ise "ceza amel cinsindendir" kaidesince; Allah sırf kendi rızası için gözünün nurunu haramdan sakınan mü'mine, kalbindeki iman nurunu artırmakla karşılık verir. Zira Allah (cc), kendisine duyduğu haşyet ve sevgiden dolayı bir şeyi terkeden hak erine ondan daha hayırlısını vermeye kefil olmuştur.
Dolayısıyla, bu büyük mükâfata nâil olan mü'min, haramlardan gözünü muhafaza etmeyen kimselerin göremeyeceği şeyleri görür ve kalben hisseder. İki cihan güneşi, (s.a.s) beyanlarında bunu ifâde ederken, "mü'minin ferâsetinden sakınınız, zira o Allah'ın nuruyla bakar" (25), buyurmuşlardır.
Evet, kalb bir ayna, hevâ-ı nefs de onun üzerinde bir pas gibidir. Kalb aynasının üzerinden her çeşit şehvet pası silinip temizlenince, İnsan, hakikat-ı eşyayı olduğu gibi kavrama imkânına sahip olur. Kalb günahlarla kirletildiği zaman ise, hakikat-ı eşya kalb aynasında temessül edemez ki görünebilsin.
Bir hak dostu da, gözleri haramdan muhafaza etmenin kalbde basîret nurunu artırdığını ifade ederken şu müjdeyi verir:
"Ahlâkiyle sünneti temsil eden, iç dünyasında murâkabe hissini kaybetmeyen, nefsânî arzuları altında kalıp ezilmeyen, harama karşı gözlerini koruyan ve yediği lokmaların helâl olmasına dikkat gösteren kimse, verdiği kararlarda aslâ hataya düşmez"
Hicr suresinde de, Lut kavminin helâk edilişi anlatıldıktan sonra kıssa şu ifâdeyle sona erer:
"Şüphesiz bunda" işaretten anlayanlara (nice) ibretler var."(26).
Burada "işaretten anlayanlar" ifâdesi, bazı müfessirler tarafından, "harama bakmaktan ve fuhuş işlemekten sakınan ferâset sâhibi kimselerdir " diye tefsir edilmiştir.
Öz olarak ifade edersek, bakışlarıyla, kalb aynasını bulandırmayanlar, ferâsetleriyle çok kimsenin bilemeyeceği hakikatleri bilir ve görürler.
3) Kalb ve ruh hakîki gücüne ulaşır. İrâde kuvvet bulur. Kalbî şecaât artar. Allah(c.c) ferâset sahibi kılmakla taltif ettiği bu itaatkâr kuluna, aynı zamanda, günahlara karşı koyabilecek, şeytânî ve nefsânî istekler altında kalıp ezilmeyecek haşyet ve mehâbet dolu bir kalb hâleti ihsan eder. O kalb sâhibinin zâhirî görünüşünde bile bir nûrânîlik, ins ve cin düşmanlarının kalbine korku salan bir haşyet vardır. Şeytan bile bu kalb sâhibiyle karşılaşmaya cesâret edemez. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.s)’in,Hz. Ömer (r.a)’e "Ya Ömer şeytan seni görünce yolunu değiştirir, seninle aynı yolda karşılaşmak istemez" (27) diye müjdelemesi bu hakikatin bir ifâdesidir.
Bu îmanî mehâbet ve haşyete, ruhî disipline sahip olmuş aşk ve vecd insanının vâsıl olduğu makamı, bir İslâm büyüğü, zikrettiğimiz hadis-i şeriften mülhem şöyle dile getirmiştir:
"Şeytân, ruhunu saran nefsânî ve zülmânî arzularına muhalefet eden kimsenin gölgesinden bile korkar."
Elhâsıl; günümüzün, mânen kirletilen şu atmosferi altında, şehvet kaynayan caddesi ve dalâlet kokan sokağında yaşayan inanmış gönüller, kalblerinin selâmeti adına bu âyetin emrine imtisâle, açık saçıklığın basın-yayın yoluyla harem sınırlarına kadar girdiği ve bunun farkına varılamadığı, varılsa bile hafife alındığı bir gaflet asrında, bu âyetin aydınlattığı nurlu yolda yürümeye ne kadar muhtaç...
Hergün binlerce kalbin katledildiği, hele hele bunun mârifetmiş gibi takdim edildiği, yaşanması zor bir dönemde kendini hak dâvaya vakfetmiş, hak erleri Yûsuflar, bu âyetin gölgesi altına sığınmaya ne kadar muhtaç.
Evet; Kalblerinin bozulmasına, ruhlarının yozlaşmasına razı olmayan diriliş erleri; ideal nesiller, bu âyetin açtığı nurlu yolda yürümeye sonsuz derece muhtaç ve muhtacız...