PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Paşa


*fanii*
12-07-2007, 03:26
Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Paşa;

--------------------------------------------------------------------------------

Mustafa Kemal Paşa’nın hayatına dair anlattığımız önceki üç konu başlığı da aslında Mustafa Kemal’in zaferden sonrasını yapılandıracak bir hazırlığı gibidir. Çünkü Mustafa Kemal çocukluğundan, askerlik yaptığı döneme kadar, Samsun’a çıkışından, İzmir’e ayak basana kadar geçen süre içinde yapmak istediği bir tek şey vardır o da Türk Milleti’ni muasır devletler seviyesine çıkartmaktır. Bu nedenle yıllarca incelediği yönetim şekilleri içinden yalnızca Cumhuriyet’i buna uygun görür. Milli Mücadelenin başında bile Cumhuriyet’in faziletine inanır ve şöyle der, “Bir milletin bağımsızlığı yalnız kendi arzu ve iradesiyle, yalnız kendi gücü ve gayretiyle kurtarılabilir.” Bu nedenle de saltanatın kaldırılması gerekmektedir.

Ateşkesin yapıldığı tarihlerde ki Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal’e göre aslında saltanatı kaldırmaya en uygun meclistir. Ancak Başkomutanlık yasasının çıkmasında ayak direnenler bazı dini vecibeleri öne sürecekleri apaçık görülmektedir. Yani saltanatın kaldırılmamasını isteyenlerin tek dayanağı hilafet makamı olacaktır. Yine de bazı çelişkilerin olması, İstanbul’da halife ünvanını taşıyan padişahın asıl halife olup olmaması ise ayrı bir muammadır. Mustafa Kemal emin adımlarla saltanatın kaldırılacağı fikrindedir. Bu nedenle fırsat kollamak için beklemeyi yeğler.

Samsun’a çıkmadan önce Anadolu’ya uygun geçiş için beklerken Mustafa Kemal’e bu fırsatı tanıyan İngilizler, saltanatın kaldırılması içinde istemeden yardım edeceklerdir. 28 Ekim günü müttefikler Lozan’da toplanacak barış konferansı için hem Ankara’ya, hem de İstanbul’a çağrı yapar. Mustafa Kemal’in aradığı fırsat bu sayede gecikmez. Çünkü Türk Milleti’nin gerçek temsilcisi olan T.B.M.M. başından sonuna büyük özverilerle kurtuluş için çabaladıktan sonra, zaferin kazanılmasını istemeyen İstanbul hükümetlerine göz yuman saltanatla aynı şartlarla masaya oturacaktır. Üstelik müttefiklerin Türk tarafını ikiye bölme çalışmalarına bir katkı olacaktır.

Mustafa Kemal bu durumu kullanmak ister bu nedenle meclise 80 milletvekilinin imzası olan bir önerge verir. Ancak muhalifler karara tepki gösterir ve komisyona havale etmek isterler. Önerge saltanatı, hilafetten ayırıp saltanata son verirken, halifeliğin devamını öngörmektedir. Mustafa Kemal’in asıl amacı Türk Milleti’nin ilerlemesini engelleyen kurumları tamamen ortadan kaldırmaktır. Ancak hilafetin kaldırılması için uygun zamanı bekleyecektir. Meclis ise aynı fikirde değildir. Tartışmaların çıkmaza sürüklenmesi kanunun komisyona havalesini kolaylaştırır. Aslında Mustafa Kemal içinde, bu durum fırsattır ve Mustafa Kemal konuyu komisyonda çözecektir.

1 Kasım 1922 tarihinde başlayan görüşmeler komisyonda da çıkmaza girer. Vekiller saltanatı bırakıp hilafeti tartışmaya başlamışlardır. Bu noktada Mustafa Kemal komisyon başkanından söz ister ve önündeki sıranın üzerine çıkarak şöyle devam eder;
“Efendim egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye, görüşmeyle müzakere ile verilmez. Egemenlik ve saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milletinin egemenlik ve sultanlığına el koymuşlardı, bu tasallutlarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu saldırganlarınhadlerin bildirerek, egemenlik ve saltanatını başkaldırarak kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir olduy bittidir. Sözkonusu olan; millete saltanatını bırakacakmıyız, bırakmayacakmıyız meselesi değildir. Mesele, zaten olup bitmiş bir gerçeği açığa vurmaktan ibarettir. Bu behemmehal olacaktır. Burada tartışanlar, meclis ve herkes meseleyi tabi görürse fikrimce uygundur. Aksi takdirde gerçek yine usulü dairesinde belirtilecektir. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir. ”

Bu sözler üzerine toplantı salonu ölüm sessizliğine bürünür. Bu ölüm sessizliğini ise Ankara mebuslarından Hoca Mustafa Efendi’nin şu sözleri bozar;

“Affedersiniz efendim! Biz sorunu başka bir görüş açısından düşünüyorduk; açıklamamız bizi aydınlatmış oldu.”

Mustafa Kemal bu konuşmayla Kemaist devrimin gerici zihniyet karşısında ki ilk hamlesini yapmış olur ve “şah”. Geriye tek hamle kalır.

1 Kasım 1922 tarihi Osmanlı’nın 623 yıllık ömrü sonucu verdiği son nefes olur. 1299 yılında küçük bir beylik olarak kurulup, kısa zamanda üç kıtaya hükmeden bir imparatorluk olan Osmanoğulları adaletle hükmettikleri azınlıkların iç isyanları sonucu önce Arap, sonra da batı emperyalizminin pençesine düşer. Sömüremediklerinin cevabını sömürülerek almıştır. Ama yine de şanına yakışır bir şekilde ölmüştür. Japon samuraylarının yenilgiden duyduğu utanç sonucu kendilerini öldürmeleri gibi, Osmanlı’da kendisini oluşturan Türk Milleti’nin elinde son nefesini vermiştir.

Saltanatın kaldırılmasından sonra üzerinde yalnızca halifelik kalan Vahdettin, halifelik makamını bırakmamak için durumu ağırdan alıyordu. Ancak bütün ülke gitmesini bekliyordu. Yeni Şark Gazetesi 7 Kasım 1922 günlü sayısında şöyle yazacaktır;

“ Eski sultan neyi bekliyor? Yerinden ayrılmakla, Türkiye’ye değilse bile şanlı Osmanlı hanedanına yapabileceği tek hizmeti ne zaman yerine getirecek?”

Bunun yanı sıra Ali Kemal, İstanbul’u terk etmemiştir. Bir grup milliyetçi tarafından yakalanan Ali Kemal, İzmit’e götürülmüştür. Vali konağında olduğu halk tarafından duyulunca binayı basmışlar ve Ali Kemal’i linç ederek öldürmüşlerdir. Bu durum Ankara Hükümetini üzer.

Vaktinin geldiğini anlayan eski sultan aynı duruma maruz kalmamak için ülkeyi terk etme kararı alır. 17 Kasım sabahı Yıldız sarayı’nın bahçesinde duran bir ambulans Vahdettin’i Dolmabahçenin rıhtımına getirmiştir. Buradan Amiralin botuna binen Vahdettin, Malaya zırhlısına geçmiştir. Çok geçmeden de zırhlı Malta’ya hareket etmiştir.

Mustafa Kemal bu olayı şöyle değerlendirmiştir.

“Egemenliği atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir yöntem sonucu olarak büyük bir makam ve gösterişli bir şan kazanabilmiş bir alçağın onuru çok yüksek olan soylu bir milleti nasıl utanç dolu bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşıldı(...) Uluslararası ilişkilerde korkulardan yararlanmak sistemini tercih etmek çağını kapamak, uygar dünyanın içten gelen bir dileği olmalıdır.”

Eski sultanın halifeliği de bırakarak ülketi terk etmesi üzerine T.B.M.M., sultan Abdülaziz’in oğlu Abdülmecid Efendiyi halife seçer.

Lloyd Corc izlediği Türk düşmanı politikanın iflas etmesi yüzünden, muhalefet tarafından eleştirilmeye başlamıştır. En sonunda İşçi Partisi Lideri Poincare tarafından Anadolu macerasının gereksizliğinin vurgulanıp Lloyd Corc’dan konu hakkında tam bir açıklama istemesi üzerine kürsüye gelen Lloyd Corc şöyle demiştir.

“İnsanlık tarihi ancak yüzyılda bir dahi yetiştirmektedir. Ne yapalım ki bulunduğumuz yüzyılda bu dahi Türk Milletinde çıkmıştır.”

Bu Lloyd Corc’un başbakan olarak son sözleridir. Bundan sonra istifa ederek siyasetten çekilmiştir.

Saltanatın kaldırılması, İngiltere’de hükümetin değişmesi ve Yunanistan’da trajediye varan olayların yaşanmasından sonra barış konferansı için gerekli hazırlıklar başlamıştır. Mustafa Kemal ateşkes antlaşmasında iyi bir görüntü çizen İsmet Paşa’yı heyetin başına getirmiştir. Bu konferansla halkına verdiği tam bağımsızlık sözünü gerçekleştirecektir. Yalnız İngiltere konferans için diğer devletlerle bir ittifak oluşturmuştur. Böylelikle savaşta yenemediği Türkleri masada tek bırakarak yenme kararı almıştır. Ancak düşünülmeyen tek konu bu sefer Türkler masaya kazanan taraf olarak oturacaklardır.

20 Kasım 1922 günü konferans başlamıştır. İngiltere, Türkiye, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın yanı sıra, Japonya, Yugoslavya, Romanya, Rusya, Bulgaristan ülkeleri de yer alır. Haftalarca süren tartışmaların neticesinde toplantı bir karara bağlanmadan dağılır. Özellikle İngiltere’nin sert çıkışlarına aynı sertlikle cevap veren Türkiye arasındaki uyuşmazlıklar toplantının iki cepheye bölünmesini sağlamıştır. Ancak Türkiye’nin ısrarcı olduğu tek bir konu vardır ki, bu da herşeyiyle tam bağımsızlığı temin etmek.

Bu sırada Ankara’da muhalefet gititkçe artıyordu. Öyle ki Mustafa Kemal’in seçilmemesi için bazı teklifler dahi sunuluyordu. Bu sırada Gazi Mustafa Kemal Paşa Ocak 1923 yılında yurt gezisine çıktı, amacı kuracağı yeni partinin temellerini atmaktı.

Halk partisinin kurulma döneminde Gazi Paşa İzmir’de evlendi. Evlenmesinden bir kaç gün sonra annesi Zübeyde hanım vefat etti. O sırada yurt gezisinde olan Mustafa Kemal cenaze töreninden sonra İzmir’e mezarını ziyarete gitti.

Lozan’dan geri dönen Türk heyetine karşı büyük bir muhalefet başladı. Ancak heyetin tekrar gönderilip, gönderilmemesi meselesi yine de bir karara bağlanamadı. Saha sonrada heyet tekrar görevlendirildi.

23 Nisan Lozan’da ikinci konferans tekrar toplandı. Bu sefer daha ılımlı geçen toplantı sonucunda Musul ve Boğazlar meselesini sonraya bırakan bir antlaşma metni 24 Temmuz 1923 günü imzalanmış oldu.

Saltanatın kaldırılması, barışın sağlanması ve meclisin yeniden seçilmesinin ardından Mustafa Kemal yeni rejim çalışmalarına başladı. Ancak rejim değişikliği için suni bir kaos yaratmak gerekiyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal bütün bakanların istifa etmesini ve parti grubundaki kimsenin bakan olmamasını sağladı. Meclis bütün görüşmelere rağmen bakanlar kurulunu tekrar oluşturamaz hale geldi. Hükümetin kurulamaması bazı vekillerde ve paşalarda telaş yarattı. Özellikle muhalif grubunda bulunanlar Cumhuriyetin ilanından çekiniyorlardı.

28 Ekim 1923 günü Çankaya’da verilen yemeğe Fethi Bey, İsmet Paşa ve bazı generaller davetliydi. Yemek sırasında Mustafa Kemal yıllardır sakladığı sırrı açığa çıkarmanın zamanı geldiği kanaatindeydi ve yemek esnasında şöyle dedi;
“Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.”

29 Ekim 1923 sabahı meclis kanunun çözümü için Mustafa Kemal Paşa’yı meclise davet etti. Mustafa Kemal Halk Fırkası grubundan 1 saat izin istedi. Daha sonra toplantıya katılarak kürsüye çıktı. Bakanlar Kurulunun seçilmesi ile ilgili çıkmazlar hakkında konuştuktan sonra kürsünden indi ve hazırladığı teklifi okuması için katiplere uzattı. Anlaşmada haberi olmayan muhalifler bakanların isimleri yerine anayasa değişikliği hakkında ki teklifi dinlediler. Anayasanın birinci maddesine şu sözler ilave edilmişti;

“Türk devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir.”

Değişiklikler için gerekli komisyonlarda bazı toplantılar düzenlendi. Akşam saat 18:00 civarında gerekli görüşmeler mecliste açıldı. O sırada meclis başkanlığında bulunan meclis başkan vekili İsmet Paşa yasanın değişiklik tasarısını oya koydu. Önerge hiç tereddütsüz kabul edilince Yeni Türkiye devletinin yeni ismi kondu;

Türkiye CUMHURİYETİ...

Yeni cumhuriyetin önünde tek bir engel vardı o da hilafet makamıydı. Özellikle muhaliflerin desteğini alan Abdülmecid yetkisini genişletmek peşindeydi. Nitekim kurucu meclis üyelerinden Şükrü Hoca “Halife devlet demektir. Hiç bir meclis halifelerin vazifesine son veremez.” gibi beyanlar yayınlamaya başladılar. Ancak bu siyasetin yerini bulabilmesi için Mustafa Kemal’in devre dışı kalması planlanmıştır. Zaten Afyonkarahisar mebusu Şükrü Hoca beyanlarından oluşan projeyi Mustafa Kemal’in Ankara’da olmadığı bir dönemde dağıtmıştır.

Bu arada üç mebus, milletvekili seçimlerinde Mustafa Kemal’i dışarda bırakmak için bir öneri yayınlamışlardı. Önergeye göre milletvekili olmanın şartları arasında Türkiye’nin o zamanki sınırları içinde doğmuş olmak veya bir seçim yerinde beş yıl ikamet etmiş olmak. Bu durumda Mustafa Kemal’in vatandaşlık hakları alınmış olmaktadır. Ancak kürsüye gelen Mustafa Kemal “ vatana yaptığı hizmetlerden ötürü beş yıl boyunca bir yerde ikamet etmediğini ve doğduğu toprakların düşman tarafından işgal edilmiş olmasından dolayı kusuru olmadığını ve bu kişilerin gayelerinin kesinlikle kendisini uzaklaştırmak olduğunu” anlattıktan sonra önerge reddedildi.

Bunun üzerine Mustafa Kemal hilafetin kaldırılması kararını yürürlüğe koyma zamanın geldiğini anlamıştı. Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi elli adet imza ile 3 Mart günü hilafetin kaldırılması ile ilgili önergeyi meclise sundu. Bunun yanısıra Mustafa Kemal eğitim ve öğretimin birleştirilmesini istiyordu. Aynı gün yapılan görüşmelerde konu komisyona havale edilmeden kabul edildi. Böylelikle hilafet ilelebet kalkmış oldu.

Tabi ki hilafetin kalkmasıyla muhalifler çalışmalarını hızlandırdılar. Ancak bu insanlar geleceği göremeyecek kadar bilinçsizdiler. Çünkü hilafetin kaldırlması sürecinde Mustafa Kemal’in asıl yaptığı inkilap eğitim ve öğretim birliği kanunuydu ve bu kanun üzerine yetişecek yeni nesil şunun farkına varacaktı ki; “hilafet kanunla değil, ilim ve gerçekliklerle bağdaşmamasından ötürü oluşan nazariyetle kaldırılmıştır. Bundan ötürü geriye kanunlarla dönülmeyecektir.” İşte böyle bir nesli yetiştirecek inkilapların evlatlarını durdurmanın siyasal bir yolu olmayacaktır. Nitekim de olmamıştır. Ancak yine de muhalifler Kurtuluş Savaşının komutanlarıyla beraber muhalif bir parti kurma hazırlığına girmişlerdir.

Kurulan yeni partinin adı terakkiperver Cumhuriyet Partisi idi ki bu ilerici Cumhuriyetçi anlamına geliyordu. Bu parti için şimdiye kadar çok şey yazıldı. Ancak şunu açıkca belirtmek gerekir ki; Adı “ilerici” ve “Cumhuriyet” gibi ifadelerle donatılmış bu parti bin dokuz yüz ellilerin yada bin dokuz yüz seksen ikideki partilerin hatta iki bin üçdeki partilerin ilkidir. Hepsinin oluişumundaki en belirgib özellik ise takiye yapmalarıdır. Behemehal bu sözde ilerici Cumhuriyetçi parti kuruluş tüzüğüne “parti dini öğelere saygılıdır” tarzında bir cümleyi ekleyerek adındaki takiyyeyi ortaya çıkarmıştır. Tıpkı adında “Adalet, vatan, kalkınma, demokrat” kelimesini koyup partisi tarafından “demokrasi örtüsünü adaletsizce, karanlık işler yapıp vatanı satacak kadar kalkınmadan bihaber partilerin günümüzde de olması gibi...

Bu ortak partilerin ortak oldukları diğer husus ise ne zaman bu tür partiler iktidarın mukedderatında söz almaya başlasalar, memeleket dahilinde gericiler ve ayrımcılar ayaklanmaya başlıyorlar. Nitekim o süreçte de aynı senaryolar yürürlüğe girmiştir. Doğu da şeyh Sait adında gerici bir terörist tam bu durum zuhurunda örgütlenmeye başlamıştır. Şimdi bazıları çıkıp “her ne kadar bu ayaklanmanın muhalif partiyle ne alakası var” desede Terakkiperver fırkasının özellikle de güneydoğu bölgesinde porpagandalar yaptırması isyanın başlıca kaynağıdır. 17 Şubat 1924 tarihinde başlayan isyana karşı hükümet 4 Mart 1924 tarihinde İsmet Paşa’nın başbakan olarak yeniden gelmesinin ertesi günü “Dirlik ve Düzeni” sağlama kanunuyla gerekli önlemleri almaya başladı. Daha sonra da bölge de kısmen sıkı yönetim ilan edildi. Böylelikle isyancılar tek çare olarak dağlara kaçmayı uygun buldular. Çok geçmeden de yakalanıp yargılandılar. Terakkiperver fırkası da kapatıldı.

Bütün gelişen olayların göstereceği tek bir gerçeklik var ise o da dinin halen toplumdaki bazı kesimler tarafından sömürülebilir etkisinin olmasıdır.

Doğu bölgesinde ki isyanın tam olarak bastırılmasının ardından Gazi, sosyal devrimleri yürürlüğe koymanın zamanının geldiği fikrindeydi. Yeni Türk devleti rejimi benimsemek yolunda ilk adımlarını atmışken, inkilaplar birer birer yürürlüğe giriyorken, yeni devletin hak ettiği yerini alması çalışmaları, yalnız siyasal alanda değil, sosyal alanda da yapılmalıydı. Yeni Türk devleti, bünyesindeki bütün ayırımları, birleştirme aşamasındaki engelleri yalnızca kanun ve yasalarla çözemezdi. Kanunlar belki bir yol çizebilirler ama o yolda yürümek için sosyal olarak da değişim gerekir. Milli eğitim bunun ilk adımıydı ve tüm akılların tek bir çatıda birleşmesi sosyal olarak cumhuriyet rejiminin geleceğe yaptığı bir yatırımdı. Şimdi yapılması gerekenler ise, gelecekte yeni Türk devletinin yükselmesi için çalışacak ve milli eğitim bilincini her anlamda işleyecek bu nesil için sağlam ve kuvvetli inkilaplar yapmak olacaktı.

Gazi her anlamda yeni bir ülke yaratmak istiyordu. Buna Türk Milletinin giyim tarzıda dahildi. O zamana kadar Türk Milleti her alanda olduğu gibi giyimde de dış etmenlerin baskısında kalmıştı. Ancak asıl vahim olan dışarıdan alınan giyim tarzlarının Türk Milleti tarafından vazgeçilmez olmasıydı. Nitekim her şeyden önce fes bunlara bir örnek gibiydi.

Türk Milletine ait olmayan ve II. Mahmut zamanında “yenilikçi” olmak anlamıyla kabul ettirilmek istenilen fesin hikayesi, belki zamanımızın toplumuna kadar yansıyan din ve giyim arasında ki bağlantının ilk izlenimlerinin yaşandığı yıllara denk gelir.

Afrika kökenli olan fes, en çok üretildiği ülke Fas’dan adını almaktadır. Osmanlı’nın gerileme döneminde fes Osmanlı padişahlarının dikkatini çekmişti. Özellikle sipersiz olması namaz esnasında takılabilmesi imkanın sağladığı için II Mahmut fesin ulema tarafından kabul edileceğini düşünüyordu. Ancak ulema bu tahiminin tersine fese karşı çıkınca II Mahmut ısrarcı olmadı. Çünkü ulema fesi bir hakaret kabul ediyordu. O kadar ki; şeyülislam bile yenilikçi olmasına rağmen fese karşı çıkmıştı ve şöyle dedi; “Padişah, kullarının başını vurdurabilir, ama ona hakaret edemez.”

Şu durumda herkes şöyle düşünecektir. “Osmanlı uleması diğer konularında dışında, özellikle giyim konusunda islami tarza karşı olan hiç bir şeyi kabul etmiyor.” Ama bu düşünceyi geçersiz kılan bir şey var. Bu hem Osmanlı uleması, hem de günümüz dincileri için geçerli olan bir gerçek o da şudur ki; aslında islamiyetin hem erkek, hem de kadınlar için bir kıyafet şekline bağlı olmamasıdır. Bu taraftan düşününce gerek şimdi türban konusunun, gerekse o zaman ki fes konusunun altında yatan asıl konunun şu olduğu geliyor insanın aklına “ Öncelikle dinci kesimin özellikle giyim konusunda dini siyasete sürekli alet etmesi. Bununda nedeni ulemanın toplum üzerinde giyim vasıtası ile bir kontrol makanizması yaratmak istemesi. Böylelikle toplumda kendilerinden olan ve olmayan insanların ilk bakışta görülmeleri çok daha kolay olacaktır. Türban olayını da buna bağlamak muhtemeldir ki, dikkat edin türban olayında makul olduğunu iddia eden kesimin sadece giydiği türbanın şekli değil, diğer giyim tarzları da aynı, özelikle de türban altında yaptıkları topuz başları ise sanki onların o eylemde ki rütbesi gibi. Fes olayında da böyle bir durum vardı, türban olayında da böyle bir durum var. Nitekim fesin reddedilmesi de sarıkların rütbeleri daha açık belli eden bir başlık olmasından kaynaklanıyor, yoksa dinde fes ya da başka bir başlık caizdir veya değildir diye bir emir yok.

Şimdi doğu isyanı ile beraber düşünecek olursak Türk siyasetinde karşımıza iki tür gerici zihniyet çıkacaktır. Birincisi ülkeyi gerici zihniyete teslim edenlerin siyasetteki konumları, ikincisi ayrımcıların toplum üzerinde ki ulusal ideolojiye ters düşen fikirlerinin Türk siyasetinde ki konumu.

Mustafa Kemal’in Halk fırkası kuruluşu çalışmalarından itibaren bu iki fikirdeki insanların ortak paydalarını yıkma çalışması içinde olduğu aşikardır. Çünkü Mustafa Kemal ilerici yeni nesilden tek beklentisi bu iki zihniyetinde yok olmasıdır. İyi de nedir bu iki fikrin ortak paydası? Hemen söyleyelim; birincisi yobaz İslamiyet, ikincisi Kürtçülük... Her iki etmeni de aslında gericilik ve beyinsizlik çatısı altında toplamak mümkündür. Aslı olmayan bu iki konu Cumhuriyet’in en başından bu güne kadar devam eden ve toplumda kanayan bir yara gibidir. Ama dikkat edin lütfen bu yara ancak ve ancak her iki etmenin de yanyana gelmesi ile kanamaktadır. 1925 Doğu isyanı, 1984 PKK olayları ve 2003 te tekrar başlayan bölücü faaliyetler bunlara örnek olabilir. Her üç olayda da ülkenin mukedderatında dinci kesim yer aldığında başlamıştır. Acaba bu kadar tesadüf olabilir mi bilmiyorum.

Eğer fes tartışmasına geri dönecek olursak şunun hemen altını çizelim, olay bir başlık değişimi veya kıyafet değişim olayı değildir. Konu o kıyafet ile yansıtılmak istenilen avantajların pasif duruma geçmesini sağlamaktır. Çünkü dinci kesim elinde kullanabileceği bir koz olunca halkın temiz dini duygularını sömürmesi çok daha kolay olur. Mustafa Kemal de bunun farkındadır ve isyanın akabinde ilk olarak şapka olayına el atmıştır. Ama dedik ya Mustafa Kemal her iki fikrinde yok edilmesini istemektedir diye işte bu maksatla Gazi ilk olarak milli eğitimle bunu sağlamak istediğini belirtmiştir. Hemen akabinde de Kastamonu’nda giydiği şapka ile de çağdaşlaşmanın yolunda bir hamle yapmıştır. Bu hamlelerle Milli Eğitimin hedefi olan Türk Gençliğine inkılapçılık fikrini aşılayacaktır.

Yalnız Kastamonu’da şapka inkılabının ilk adımında dikkat edilmesi gereken tek konu inkılabın atıldığı yer değildir. Asıl önemli olan nokta Mustafa Kemal’in, Kastamonu’da yaptığı konuşmalardır. Şunu da açıkca belirtmemiz gerekir ki, Kastamonu bazılarının dediği gibi İzmir’e daha tutucu bir yer değildir. Tam tersi Kastamonu’da en az İzmir kadar Mustafa Kemal’in inkılaplarına bağlı olduğunu gösterebilecek bir şehirdir. Mustafa Kemal sadece Katamonu’ya bu şansı vermiştir. Bu da şunun içindir ki; gerici gözüken illerde dahi aslında halk Mustafa Kemal’e inanmaktadır. Bu bölgeleri öyle gösterenlerde o bölgedeki aşiret reisleridir. Mustafa Kemal’de dışarıdan gerici gibi gözüken ilk kaleyi düşünce olarak aldığını şapka olayı ile göstermiştir.

Bu açıklamadan sonra Mustafa Kemal’in Kastamonu’daki konuşmalarını açıklayacak olursak; Mustafa Kemal’in, Kastamonu’daki ilk hedefinin gericiler olduğunu belirtmemiz gerekecektir. Bunlara en büyük örnekte şu iki sözüdür;

“Bilgisizliğin, tutuculuğun ve ilerleme ile uygarlığa karşı nefretin sembolü gibi kafamıza konmuş olan bu fesi atmamız gerekir.”

“Bütün Türk ve İslam dünyasına bakınız. Zihinleri uygarlığın emrettiği kapsam ve gelişmeye uyamadıklarından ne büyük felaketler, ne ıstırıplar içindedirler. Bizimde şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır... Beş altı yıl içinde kendimizi kurtarmışsak, bu zihniyetimizde ki değişimdendir. Artık duramayız. Ne olursa olsun ileri gideceğiz. Geriye ise gidemeyiz. Çünkü ileri gitmek zorundayız. Millet açıkca bilmelidir. Uygarlık öyle bir kuvvetli ateştir ki ona yabancı kalanları yakar, yok eder.”

Mustafa Kemal bu sözlerinin ardından fazla beklemedi. 2 Eylül 1925 günü bakanlar kurulu kararı ile tekke ve türbeler tamamıyla kapatıldı.

Mustafa Kemal 1925 yılının sonuna doğru eşi Latife hanımdan ayrıldı. Onun için önceden söylediği gibi ebedi olarak evli kalacağı tek taraf “Türk Milleti” ydi.

Bu tarihlerde dikkati çekecek bir husus var ise o da o dönemde not aldığı bir kaç cümlesidir;

“Bizim despotlar gibi, keyfi hareket ettiğimizin söylenmesinde büyük haksızlık buluyoruz. Biz keyfi hareket etmiyoruz ve despot değiliz. Bizim hayatımız ve bütün faaliyetimiz, memleket işlerinde keyfince ve despotça hareket eden kimselere karşı mücadeleye adanmıştır. Ömürümüzü dolduran bütün olaylar bu gerçeğin delilidir. Hareketleri ve fikirleriyle ülkenin çıkarlarına zararlı görünmüş olan kimselere karşı bazen saygısız bir görünüm içine düştüğümüz doğrudur. Milleti gelişme yolunda yürümekten alıkoyacak gayretleri içinde bulunanlara karşı sert ve amansız davranmaya her zaman hazırız. Bu konuda bizden hoş görülü ve tarafsız davranmamızı isteyenlere güvence veremiyorsak, bunun sebebi vatanın çıkarlarına her şeyin üstünde yer vermiş olmamızdır.”

İçeride yapılan inkılaplarında yanısıra T.B.M.M.’i 1925 yılında meclis uluslararası saat ve takvim kabul ederek uluslararası antlaşmazlıklarında çözümünde adım atılmış oldu.

Bundan sonra Gazi kanunların değişikliği işlemini ön sıraya koyarak 1926 yılında Yeni Medeni Kanunu yürülüğe koydu. Bu kanun ticari hükümleri hariç bırakılmak şartı ile İsviçre’den alındı. Bu kanundan en çok yararlananlar ise kadınlardı. Esir hayatı süren kadınlar yeni kanun ile eşit haklara sahip oldu. Tıpkı İslamiyetten önceki Türk kadınları gibi...

Medeni Kanunun ilanından kısa bir süre sonra 1 Mart 1926 tarihinde İtalya’dan alınan Türk Ceza Yasası kabul edildi. Ancak yeni yasaların kabulünden çok bu yasaların uygulanması durumu söz konusuydu. Bu da yargıçların eğitimi ile olabilirdi. Eski hukuk düzeninden yeni düzene geçişin zor dönemleri ancak yeni eğitim sisteminde yetişecek yeni hukuk bireyleri ile mümkündü. Bu nedenle İstanbul’daki hukuk fakültesine takviye olarak Ankara’da hukuk fakültesi açıldı.

1926 yılı başında önemli konuda Musul meselesiydi. Milletler Cemiyetinin, Musul’u yirmi beş yıllığına İngilizlere veren ve bölgedeki Kürtlerin istemlerine saygı gösterilmesini içeren komisyon kararının kabulü sorunuydu. İngiltere Eylül 1925’de kararı kabul etti. Ancak Türkiye karara ittiraz ediyordu. Bu sorunu çözmek içinde Sovyetler, İran, Fransa, Suriye ve Lübnan ile antlaşmalar imzalandı. Bu antlaşmalar bir nebzede olsa etkiledi denilse bile yine de tam bir yarar sağlanmadı. Ancak yine de 5 Haziran tarihinde bir antlaşma imzalanarak Musul Irak Krallığına bırakıldı.

1926 ylılı Haziran ayında Mustafa Kemal İzmir’e bir seyahat planladı. Ancak seyahat olmadan bir gün öncesinde İzmir’de suikast planları içerisinde yer alan Giritli kayıkçı Şevki adında bir kişi polise teslim olarak suikast ihbarında bulundu. O gece Ziya Hurşit, Gürcü Yusuf ve Çapur Hilmi tutuklandılar. Bu insanlar ittihat ve terakki mebusu insanlardı. Bu adamlar şimdiye kadar iktidarı hep suikastlerle aldıkları için, aynı anlayışı tekrarlayacakları kanaatindeydiler. Bu kişilerle beraber Mustafa Kemal’in ölümünden yarar sağlayacak kişilerde tutuklandılar ki; aralarında Kazım Karabekir, Refet Bey ve Ali Fuat Paşa’da vardı.

13 Temmuz günü mahkeme idam kararı verdiği kişileri (13 kişi) İzmir’de infaz etti. Paşalar ise beraat etmişlerdi. Mustafa Kemal’i üzen bu olayın aslında en büyük etkisi için şunu söylemek gerekir. Mustafa Kemal doğumundan beri içinde yer alan ölümsüzlük hissi bir nevi darbe yemiş oldu.

Şimdi bu durumda sıklıkla belirtilmeyen iki konuya değinmek istiyorum. Birincisi; Mustafa Kemal’in yoksulluktan gelmiş olduğudur ki; yıllar sonra kurucusu olduğu bir ülkenin lideriyken de durumu pek farklı değildir. Çünkü kendisinden çok daha düşük, Avrupalı idarecilere göre Mustafa Kemal çok az bir maaş alıyordu. Cumhurbaşkanlığı harcamaları her ne kadar ayrı olarak karşılansa da; hem Mustafa Kemal, hem de İsmet Paşa harcalamalarını hep hesap verebilecek şekilde yapıyorlardı.

İkincisi ise; Mustafa Kemal’in hayatında ki en büyük emellerin içerisinde para veya benzeri bir maddi kaynağın olmamasıydı. Mustafa Kemal’in istediği bir tek şey vardı. Yapmak istediklerini yapmak. Bu durumdan bakınca bazı kişiler Mustafa Kemal’in anti demokratik davrandığı görüşündedir. Şimdi şöyle bir düşünün, bir ülke kuruyorsunuz ve kurduğunuz ülkenin temelinde yer alan idarenin demokrasiden hiç bir kalıntısı yok, üstelik aydın kesim, yani demokrasiyi tanımlayacak aydın kesim parmakla sayılacak kadar az. Olanların, yetişmesi gerekenlerin ise bir kısmı ya öldürülmüş ya da yurt dışına sürülmüş. Önceki idarecilerin çoğu suikast ile başa gelmiş. Şimdi siz böyle bir toplumda demokrasiyi temelini yaratmadan yaratmak isterseniz, yarattığınız demokrasi bir tek işe yarar; yaratılan demokrasiyi yıkmaya. Oysa her ihtilalden sonra, yaratılmak istenen yeni bir rejim var ise bu rejimin yaratılması için kısmi olarak demokrasi anlayışının dışına çıkmak gerekir. Aksi takdirde hiç bir zaman demokrasi oluşturamazsınız. İşte, demokrasinin dışına çıkıp yaratılması gereken demokratik temellerin asıl başlıca kaynağı da yönetim güçleri olan yasama,yürütme ve yargıdır. Demokrasi hepsinin eşit olduğu toplumlarda mümkün olmuştur. Eğer bu demokrasiyi oluşturan üç temel etmenden, yargı birilerine (suçlu olanlara) ceza veremez ise ve ülkeyi yönetenler de (yasama ve/veya yürütme) yargı yerine suçu destekler ve bunu demokrasi adına yaparlarsa, yargıyı yargıçlar değil suçlular verir. ( 17 Mayıs 2006 tarihinde ki danıştay olaylarına bakınız.)

Bu nedenle de bazen suçluya verilecek ceza, yalnızca suçun ifasından kaynaklanan bir ceza olmayabilir. Bazen cezalar işlenecek suçun tekrarını da engellemek adına da verilebilir. Nitekim İstiklal Mahkemelerinin kararını eleştirerek Mustafa Kemal yönetimini karartma düşüncesinde olanlar varsa bu ayrımların işleyişlerine bakmalılar ve Mustafa Kemal’in, ülkenin ilk yıllarında yarattığı ölçü birilerine ağır geliyorsa, o insanlar, o yıllarda alenen suç işleyen ve rejimi yıkmak isteyenlerle aynı kafada olanlardır. Aksi takdirde demokrasi yalnız suçluluları değil, yargıyı da korumaktır. Bu görüşe demokrasi tanımının özgürlük silsilesi olmadığını eklerseniz, konuyu daha net anlarsınız. Çünkü herkes özgürlüğüne karşı olan hareket için anti demokratik der. Ama olayın dışındakiler, yani en azından bizler bu karara varırken şunu düşünmeliyiz; bu anti demokrasiden bahsedenler demokrasiyi baltalayanlar mıdır, değil midir?

Yapacakları ve yaptıkları ile cumhuriyetin ilk yıllarda başkalarının özgürlüklerini kısıtlamak isteyen insanlar, karşılığında kendi özgürlükleri kısıtlanınca demokrasiden bahsettiler. Tıpkı günümüz kadınlarının şekilsel olarak kısıtlanmasını isteyenlerin, imkan veirlmemesini savunanlara anti demokratik demeleri gibi... Oysa asıl demokrasi, demokrasiyi engelleyenleri engellemektir. Mustafa Kemal’de asıl demokrasiyi yaratan ilk ve tek liderdir ve maalesef günümüze kadar da öyle bir lider henüz çıkmamıştır. İstiklal Mahkemeleri de ve o dönemde oluşan çok partili rejim denemelerinde ki başarısızlıklar da, aynı etmenden kaynaklanmaktadır. Demokrasiyi oluşturmak. Dediğim gibi demokrasinin oluşması için de rejimin ve güçlerin sağlam olması gerekir.

Vicdanlarını tarih karşısında yargıyalanlar ise hiç bir zaman Mustafa Kemal’in anti demokratik olduğu iddiasını savunamazlar. Bunu savunanlar bugün hem etnik, hem de dinsel gericiliğe prim verenlerdir. Amaçları da tarihi tarih etmenin de incelemek değil, diret Mustafa Kemal’i karalamaktır. Hatta bu o kadar büyük bir kinin, acısını çıkartmaktır ki; neredeyse yazdıkları ve kullandıkları latin alfabesine bile dil uzatabilecek kadar cahil insanlardır. Cehaletlerini bitirdikleri üniversitelerle, yazdıkları köşe yazılarıyla, lüks hayatları, aldıkları barış ödülleri ile örtmek istemektedirler. Oysa hiç biri şunun farkına varamaz ve varamayacaklardır; tarih bugünün vicdanlarında , yazı masalarında incelenemeyecek kadar subjektif bir bilimdir. Bunu yapmak istiyorsanız; bilgisayalarınızın veya masa takvimlerinizin üzerinde ki tarihi unutacak ve o dönemde yaşayacaksınız. Hiç bir şey yapamazsanız, bugün demokrasi ve çağ uyumluluğu konusunda ileride dediğiniz ülkelere bakacaksınız. Onların şartları ile bugün afrika ülkelerinin şartlarını mukayese edeceksiniz. Eğer karşınızda vicdani olarak bir İdi Amin, Adolf Hitler, Harry S. Truman gelmiyor ise; Mustafa Kemal, demokrasisinin etkilerini yaşadığınızı hatırlayacaksınız.

Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmemiş bir zamanda kendilerine demokrasinin ana vatanı diyenlerden bile önce seçme ve seçilme hakkı verilmiş ise, bu Mustafa Kemal’in eşsiz demokrasisinden kaynaklanmaktadır. Bunu da hiçbir zaman unutmamalısınız


Mustafa Kemal, hukuk düzeninin yeniden yapılandırılması çalışmaları da demokrasiye katkılarındandır. Nitekim zor şartların mahkemesi olarak kurulan ve görev süresince rüşvetçileri, zorbaları, üç kağıtçıları, halkı soyanları sadece üyelerinin vicdanı ile yargılayan cezalandıran İstiklal Mahkemelerini yeni kanun ve yeni fakültelerin ardından 7 Mart 1927 tarihinde kaldırdı.

Burada da Kurtluluş savaşının en buhranlı zamanlarında milletine hizmet vermiş İstiklal Mahkemesinin yarar ve zararları konusunda ilk olarak şunu belirtmek isterim ki; bu mahkemeleri günümüz mahkeme ve müeyyidelerle karşılaştırmak yanlış olur. Dediğimiz gibi, bu mahkemeler buhranlı günlerde doğdu. Dağda eşkiyanın, köyde, kasabada işgalin ve hanelerde yobazlığın olduğu bir dönemde oluşturulmuş bir sistemin parçasıdır. Değil geliştirilmiş bir yasaya dayanan ceza yöntemlerini uygulamayı, suçluyu tutuklama ve yargılama süreçlerinin bile kısıtlı olduğu bir zamanda görev yapmıştır. Bir devrim zamanın mahkemeleridir ve benzerleri olan Fransız ve Rus Devrim mahkemelerine göre vicdani adalet uygulama katkıları çok üst seviyededir.
İstiklal Mahkemeleri tahlilini yaparken o dönemin yaşayan insanlarına sağladığı yararlara bakmak gerekir ki; İstiklal mahkemeleri bulunduğu dönemlerde ezilen, hor görülen, hep ikinci planda kalmış halk tarafından çoşku ile karşılanmışır. Cezalarının fazla olmasını konusunu da anlatmıştık ki, bunu savunanlar tarafsızlar değil, sözde masum olupta ceza aldığını söyleyenlerdir.

İsitklal Mahkemelerinin kapatılmasından sonra Mustafa Kemal 30 Haziran 1927 tarihinde ordudan emekliye ayrıldı. 1 Temmuz 1927 tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Ertuğrul yatı ile İstanbul’a sekiz yıl aradan sonra tekrar geldi. İstanbul’da üç ay kadar kaldı ve üç ay sonra Ankara’ya geri döndü.

15 Ekim 1927 tarihinde Halk fırkasının ikinci Büyük kurultayında nutkunu okumaya başladı. 6 gün toplam 36 ½ saat süren nutuk Türk Kurtuluş Savaşından ilk rejim çalışmalarına ve ilk demokrasi denemelerine kadar olan bölümleriyle olaylara Mustafa Kemal’in gözü ile bakma fırsatını tanımıştır.

Ekim 1927 tarihinde de yeni Türk devleti nüfus sayımına gitti. Yeni nufüs sayımı 13.660.275 olarak kayıtlara geçti. Bu sayım Osmanlı’nın hatalarını ortaya çıkardı. O tarihe kadar yapılan nüfus bilgilerindeki yanlışların tekrarlanmaması içinde halkın doğum, evlilik ve ölüm olaylarını bildirmesi yükümlülüğü getirildi.

Halkıın genel olarak bilinçlendirilmesi ile ilgili inkilap dönemi ise Mustafa Kemal’in Kasım 1927’de tekrar cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra ilk olarak anayasadan din ile ilgili maddelerin çıkartılması işlemini başlattı ve 9/10 Nisan 1928 tarihlerinde meclis din ile ilgili kanunları laikleştirdi. Yemin metni de değiştirildi.

Halkın eğitim konusunda yetersiz olduğu da aşikardı. Mustafa Kemal her ne kadar yeni yetişen gençlerin eğitim bilincini arttırıyor ise de, hem bu eğitim zor oluyor, hem de daha önceki neslin tekrar eğitimi mümkün olmuyordu. Mustafa Kemal’in, Diyarbakır’da görev yaptığı dönemde tanıştığı latin Alfabesinin Türkçe için kullanılması fikri, artık hayata geçirilmeliydi. Böylelikle hem yeni nesil daha çabuk eğitilecek, hem de halkın eğitim seferberliği daha kolay olacaktı. Üstelik okuma yazma oranındaki seviye de arttırılmış olacaktı.

Mustafa Kemal, Latin Alfabesinin hazırlıklarına 1928 yaz aylarında başlandı. Tüm çalışmalar Ağustos başında bitmiştir.

9 Ağustos 1928 tarihinde de Mustafa Kemal, Sarayburnu parkında yeni Türk Alfabesini tanıtarak, Türk Milleti’nin ufkunu görmesini sağlamıştır. 1929 yılı başında da meclis Latin Alfabesini resmen kabul ederek dünya da eşi benzeri olmayan bir inkilabın temelleri atılmıştır. Bu dönemden sonra Mustafa Kemal başöğretmenlik vazifesini üstlenerek kara tahtası ile ülkeyi dolaşmaya başladı. Gittiği her yerde tahtanın karşısında yeni alfabenin hayata geçmesi için çalışıyordu. Millette bu yeni alfabeye sıkıca sarılmıştı.

1929 yılının sonuna doğru Amerika’da patlak veren ekonomik buhran Türkiye’de de etkisini gösterdi. Türk ekonomisi o zamana kadar tarıma dayalı ve liberal bir yapı içerisinde idi. Mustafa Kemal tarım ihracının zaruri ithal malları karşılamaması durumunda ekonomide kısmi değişikliklere gitti. Artık ekonomi yapısı liberal bir yapıdan devletçi bir yapıya dönüştü.

Ekonomide değişen politikanın akabinde Mustafa Kemal var olan bu ayrı yolu kullanabileceği bir demokrasi ile de ülkenin siyasetindeki renklendirme yoluna gitti. Bunun içinde deneyimli bir siyasetçiye ihtiyaç vardı. Bu siyasetçi 1924’lerin başbakanı zamanın Paris Büyükelçisi Ali Fethi Bey’di. Mustafa Kemal bu görev için kendisini seçtiğinde açıkcası Fethi Bey bu görev konusunda tam emin değildi ve çekimserliği kanıtlanacaktı.

Başlarda yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası ile İsmet İnönü hükümetinin Cumhuriyet Halk Partisi ilişkisi aralarında olağan eleştri boyutunda ilerliyorken, bazı rejim muhalifi insanlar bu yeni fırkayı kullanmaya başladılar.

Ali Fethi Bey’in çabalarına rağmen engellenmeyen bu rejim karşıtı düşünceler, zamanla fırkanın gidişatını değiştirmeye başladı. Üstelik dünyada ki ekonomik buhranın başladığı bir dönemde bu şekilde bir muhalefetin kontrol edilemez hale gelmesi ise yeni Cumhuriyet ve devrimler için bir tehlikeydi. Bunun en büyük ispatı ise İzmit mitingiydi.

Miting de halkın güvenlik güçleri ile çatışması buna karşın İzmir Valiliğinin zayıf kalması ve rejim karşıtı sloganlar hem hükümeti, hem de Ali Fethi Bey’i tedirgin etti. Miting dönüşünde Ali Fethi Bey fırkasını dağıttı. Bu karar tam zamanında alınmış bir karardı ve ikinci kez demokrasi denemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Yalnız bu konu hakkında şu notu düşmek gerekir ki; o tarihte İzmir’de düzenlenen ve rejim karşıtlarının gösteri yaptığı mitingde Ali Fethi Bey’i karşılayanlar arasında Adnan Menderes’de vardı.

Serbest Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasından sonra Menemen’de derviş Mehmet adında gerici bir yobaz halktan bazı kişileri arkasına alarak sancak açtı. Dikkat edilmesi gereken nokta ise bu kendini bilmez kalabalığın devrimlere karşı yaptıkları gösteride halktan katılanların sayısının fazla olmasıydı.

O sırada eğitimden dönen ufak bir askeri birliğin başında olan Asteğmen Mustafa Kubilay kalabalığın ilerlemesini durdurmak istedi. Ancak kuru sıkı mermilere karşı kendisini mehdi ilan eden Derviş Mehmet ve yobaz grubu genç subayı yakaladılar. Kafasını yavaş bir şekilde çentikli bıçakla kestiler. Kalabalıktan da hiç kimse çıkıp müdahale etmedi. Şehit Asteğmen Mustafa Kubilay’ın başını bir sancağa saplayıp sokaklarda zafer çığlıkları atmaya başladılar. Ancak bu gösterileri fazla uzun sürmedi. Güvenlik güçleri bu çapulcuları Menemen dışında yakaldı. Derviş Mehmet ateş etmeye başlayınca çıkan çatışmada öldü.

Açık konuşmak gerekirse de, bugün herhangi bir insan, her hangi bir yerde suçu yokken kör bıçakla ağır ağır öldürüyorken insanlar, durup bakıyor ise, o insanlarda o cinayete ortak oluyorlar demektir. Üstelik işlenen bu cinayete dinde alet ediliyor ise, o ülkede ne kadar demokrasiden söz edilebilir. Demokrasi diğer insanların sadece dini veya sosyal duygularını okşuyor diye bu insanlara ses çıkarmaması ile oluşturulabilir mi? O ülkede parti ya da aydın sayısının artması bu sonucu değiştirebilir mi? Eğer olurda birileri halk fırkasının neden uzun bir zaman boyunca tek parti olarak kaldığını düşünüyorsa önce bu sorulara cevap bulmalılar. Şunu da buraya not olarak eklememeliler ki; İsmet Paşa’nın dediği gibi “ Bir ülkede namuslular da, namussuzlar kadar cesur olmazsa o memleket batar.”

Menemen’de olaya müdahale etmeyen halkında namuslu mu, namussuz mu olduğuna siz karar verin... Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Paşa