PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Atatürk’ün Kişiliğinin İlginç Yönleri


*fanii*
12-07-2007, 03:11
ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİNİN İLGİNÇ YÖNLERİ

önsöz

Ulu Önder Atatürk'ün hayatını, yaptıklarını ve başarılarını bir yazının veya bir kitapçığın satırları arasına sığdırmak mümkün değildir. Olsa olsa O’nu yakından tanıyabilmek için, yaşantısından bazı kesitler alarak O’nu ve kişiliğini küçük bazı pencereler açarak izlemek yolunu seçebiliriz. Bu bağlamda, Atatürk'ün kişiliğini yakalayabilmek için, anektodlar çok işimize yarayabilir. Ancak, Atatürk'ü bir tüm olarak ele alıp, O’nu bütün heybeti ve haşmeti ile daima göz önünde bulundurmadıkça, bütününü bırakın ayrıntıları bile zor yakalayabiliriz. Bakınız, O’nu yakından tanıyan ve hakkında ciltler dolusu kitap yazan bir edibimiz ne diyor!

(Falih Rıfkı Atay, 'Çankaya', 1968, s. 13)

"Herkes gibi Atatürk'ün insanlığı iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlarından yoğrulmuştur. Eseri bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından doğmadır. Atatürk'ü ayıklayarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıdır."

Dolayısı ile, anektodlara geçmeden önce, O’nu bir bütün olarak ele almalıyız. Her şeyden önce, O engin bir Türk Milliyetçisi ve bir Türk Hümanisti idi. Sıksanız her damlasından buram buram Türklük akardı. İkinci en önemli belirgin özelliği tüm insanları ve tüm diğer milletleri de sevmesi ve sayması idi. Bu konuda şunları söylemiştir:

Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.

Gerçi bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz.

Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz her halde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.

Askerliğe de, savaşlara da, hep mecbur olduğu için girmişti. Türk milliyetçiliğinden sonra derdi, günü hep evrensel barıştı. O’nun için kurtuluştan hemen sonra 'Yurtta sulh! Cihanda sulh!' O’nun ilk özdeyişlerinden biridir. İşte bu yönü ile, ebedi insan sevgisi ile dolu evrensel bir hümanistti. Ona hangi pencereden bakarsanız bakınız, O’nun sözlerinin ve yaptıklarının, daima biri Türk Milliyetçiliği, diğeri evrensel barış olmak üzere iki belirgin kalıtımsal özelliğin ışığı ve bu iki temel kişilik yapısının güdümü altında olduğunu görürsünüz.

Ulu Önder Atatürk'ün söz ve eylemlerinde Türk Milleti sevgisi bir yandan, insan sevgisi ve evrensel barış diğer yandan olmak üzere, daima bu iki engin sevgi yumağının etkisi vardır. İşte bu yoğun sevgi ve inanç yumağı, kısacık ömrü içinde, O’nu bir değil beş kere 'dahi' yapmıştır, O’na beş ayrı lider vasfı kazandırmıştır.

"Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit, herkes onlara delilik der.", 1926 (Mustafa Kemal Atatürk)

Mısır'da, M.Ö. 15OOO' lerde yaşadığı rivayet edilen ve Kuran’da kendinden iki yerde sitayişle bahsedilen Hz. İdris (Hermes) 'e de, Lâtince trimegistus, yani üç kere majestik denilirdi. Çünkü, Hermes hem bir devlet adamı, hem bir dini lider ve hem de bir bilim adamı olarak üç ayrı mümtaz vasfı birden üzerinde taşıyordu. İşte bu nedenle, Antik Mısır tarihinden esinlenerek , Atatürk'e de Lâtince quintimegistus yani beş kere majestik demek yanlış olmaz. Atatürk'ün beş kere majestik olduğu özelliklerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Atatürk askeri bir 'deha' idi.
2. Türkiye Cumhuriyeti O’nun 'Dehası’nın eseridir.
3. Barışçı, örnek ve 'dahiyane' bir devlet adamı idi.
4. Atatürk 'dahiyane' bir devrimci idi.
5. Atatürk kalıcı ve yaşayan bir dehadır.

Atatürk'ün belli başlı bu beş deha özelliği, sözlerinden ve başarılarından alınan bazı kesitler yardımı ile, aşağıda sırası ile açıklığa kavuşturulacaktır. Atatürk'ün Türk gençliğine çeşitli zamanlarda verdiği şu öğütler bile aslında O’nun eylem plânını ve başarıya ulaşmadaki sırlarını veciz bir şekilde özetler :

"Kalbinde ve vicdanında manevî ve kutsal değerlerden başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiç bir kıymeti yoktur. Bir insan, hayatında büyük bir muvaffakiyet gösterebilir, fakat yalnız onunla övünerek kalmak isterse, o muvaffakiyet de unutulmaya mahkûm olur. Onun için çalışmak ve daima muvaffakiyet aramak herkes için esas olmalıdır."

"Ben bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işe neler mani olur diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı, iş kendi kendine yürür. "

"Verdiğiniz emrin yapılmasından emin olmak istiyorsanız, tâ en son gerçekleşme ucuna kadar kendiniz onun başında bulunmalısınız."

"Muhterem gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Galip olmak, mağlup olmamak . Size, Türk gençliğine devir ve emanet ettiğimiz vicdani görev, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız. Milletin yücelmesi uğrunda yapılacak işlerde, atılacak adımlarda katiyen tereddüt etmeyin. Milleti o yüce hedefe götürmek için konulacak engellere hep birlikte mani olacağız. Bunun için dimağlarınıza, malûmatınıza, icap ederse bileklerinize, pazılarınıza, bacaklarınıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız."

"Her gün, sabah, akşam, gece, ne zaman sırasına getirebilirseniz bir çeyrek, yarım saat, ne kadar vakit ayırabilirseniz kendi içinize çekilin, o gün yaptığınız işi göz önünden ve düşüncelerinizin tartısından bir defa geçirin, ne ettiğinizi, ne işlediğinizi her gün bir defa kendi kendinize yoklayın. Şuurunuzdan alacağınız cevapların ne kadar faydalı olacağını tasavvur edemezsiniz. "

"Büyüklük odur ki, kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakikî mefkure ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemetli olacaksın. Önünde namütenahi manialar yığılacaktır. Kendini büyük değil küçük, vasıtasız, hiç telâkki ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine kani olarak bu maniaları aşacaksın, ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere güleceksin."



1. ATATÜRK ASKERİ BÎR DEHA İDİ

Atatürk, Filistin, Trablus garp, Bin gazi, Muş, Suriye cephelerinde, daha sonra Ana fartalar, Arı burnu, Sakarya ve Dumlupınar savaşlarında, daima başarılı ve çarpıcı komutanlıklar sergiledi. Daha genç bir subay iken, kendi ülkesinde ve Avrupa'da katıldığı çeşitli manevralarda gösterdiği ustalıklar ve uyguladığı taktikler, verdiği emirler ve harp sahalarında kazandığı zaferlerle Atatürk, ne kadar başarılı bir komutan olduğunu tarih sayfalarına altın harflerle yazdırmıştır. Şu altı küçük anekdot bu askeri dehanın emarelerini bütün çıplaklığı ile yansıtmaktadır:

1.1. "Az olur!"

(Falih Rıfkı Atay, 'Çankaya', 1968, s.89)

Aşağıdaki anekdot, Atatürk'ün ağzından kaleme alınmıştır:

Karargâhı ( Eceabat İlçesi ) Yalova'da bulunan Ordu Komutanı Liman Von Sanders Paşa telefonla beni aradı. Konuşmamıza aracılık eden Kurmay Başkanı Kâzım Bey idi. Sorduğu şu idi: "Durumu nasıl görüyorsunuz ve nasıl tedbir almayı düşünüyorsunuz? ". Durumu nasıl gördüğümü ve nasıl tedbirler almak gerektiğini çoktan bütün ilgili olanlara belirtmiştim. Hepsi cevapsız kalmıştı, dedim ki;

- "Durumu nasıl gördüğümü çoktan size bildirmiştim. Şimdi alınabilecek tek bir tedbir kalmıştır!"
- O tedbir nedir?
- Bütün komuta ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Tedbir budur!
Alaylı bir sesle,
- Çok gelmez mi?
- Az gelir ! dedim.

Telefon kapandı. 8/9 Ağustos gecesi saat 21:50'de bana Anafartalar Grubu Komutanlığına tayin edildiğimi bildirdiler. Gerçi böyle bir sorumluluğu almak basit bir şey değildir. Fakat, ben vatanım yok olduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için bu sorumluluğu yüklendim! Daha önce kararlaştırdığım saldırıyı kendim yöneterek düşmanın üstün kuvvetlerini gerilettim. 10 Ağustos sabahı tan yeri ağarırken düşman üzerine süngü ile atılmak için hazırladığım asker saflarının önüne geçerek kuvvetlerimi düşman üzerine attım. Düşman ortalık ağardıktan sonra Conkbayırı'nı denizden ve karadan büyük çapta toplarla dövmeye başladı. Bütün Conkbayırı dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes tevekkülle sonunu bekliyordu. Etrafımız şehitler ve yaralılarla doldu. Olan bitenleri seyrederken, bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimdeki saati paramparça etti. Etime giremedi. Yalnız deride bir kan lekesi bıraktı. Bu parçalanmış saati sonra bu günün hatırası olarak Liman Von Sanders Paşaya verdim. O da aile armalı saatini bana hediye etti.

1.2. "Zaferini tebrik ederim Paşam!"

(F. Rıfkı Atay, 'Çankaya', 1968, s. 293)

Sakarya muharebelerinin sonlarına doğru idi. Erkân-ı harp zabiti cepheden alınan son malûmatı umutsuz bir ses tonu ile, kaburgaları kırık olduğu için yatakta yatan Başkumandan Müşir Gazi Mustafa Kemal'e okuyordu. Malûmat meyanında, cephe kumandanlarından biri Seyit Gazi veya Döğer'in şark veya şimalinde düşmanın taze kuvvetler aldığından ve yeni bir düşman fırkası görüldüğünden bahsediyordu. Paşa kaşlarını çatarak " Hayır! Orada düşman fırkası olamaz ve yoktur! Yazınız, iyi baksınlar ! " dedi. Başkomutan, raporu verenin, Yunan cephesinin bir kanadından diğer kanadına geçen kuvvetleri yeni kıtalar sanmış olduğunu anlamakta gecikmedi. Bu aktarma ancak bir çekilme hareketi olabilirdi. Erkân-ı harp zabiti dışarı çıktıktan sonra Başkomutan İsmet Paşaya dönerek ; " Zaferinizi tebrik ederim Paşam! Hemen karşı taarruz emri veriniz!" dedi. Erkân-ı harp zabiti gittikten sonra orada iki saat daha kaldı. Öğle yemeği yenilirken zabit tekrar geldi. "Haber aldım, filhakika orada düşman fırkası yokmuş efendim!" dedi. Cephedeki kumandan gözle görülen bir düşman fırkasından bahsederken, Gazi Paşa yattığı yerde, altı yüz kilometre uzaktan, orada düşman fırkası olmadığım görüyor ve ihtar ediyordu.

1.3. Yerine Çavuş gönderirim !"

(F. Rıfkı Atay, 'Çankaya', 1968, s. 293)

Sakarya muharebeleri sırasında bir kibrit kıvılcımından atı ürkünce, Atatürk yere düşüp kaburgalarını kırmıştı. Başkomutan cephede, oradan oraya sedye ile dolaştırılıyordu. Savaşın kritik bir anında, yukarıdaki anekdotta adı geçen hemen karşı taarruz emri verildikten çok kısa bir süre sonra, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa ( Çakmak ) odasına geldi. Kolordu Komutanı Kemal ettin Sami Paşadan bahisle ; "Kendisini taarruza kaldıramıyoruz. Emri doğru bulmuyor. Sedye ile de olsa telefon başına kadar gidip konuşabilir misiniz ? "dedi. Sedye ile telefon başına giden Başkomutan, Kolordu komutanına hitaben ;" Taarruz olacaktır ! Sen olmazsan yerine bir çavuş gönderirim, gene taarruz ettiririz.! " dedi. Mustafa Kemal Paşanın biraz sertçe olan sesini tanıyınca Kemal ettin Paşa, " Ya... Böyle mi tensip buyurdunuz, emredersiniz ! " dedi. Kolordu taarruza geçmiş ve sonuç alınmıştır.

1.4. "Emrim kemiklerinin orada gömülmesidir!"

(F. Rıfkı Atay, 'Çankaya1, 1968, s. 299)

Sakarya savaşı sırasında bir defa, İsmet Paşayı telefonla arayan Yusuf İzzet Paşa (Tengirşek), lüzumu halinde, geri çekilmenin nereye kadar ve nasıl olacağı hususunda bilgi alamayınca, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek istediğini söyler. Telefonu Mustafa Kemal'e verirler ;
- "Beni aramışsınız, buyurun!"
- "Gizli emirlerinizi bildirmediniz. Yani, geri çekilme lâzım geldiği vakit istikametimiz ne olacaktır?"
Pek kızan Mustafa Kemal, daha savaşa girmeden kaçmayı düşünen bu komutana :"Paşa ,paşa! Gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesidir!" der. Başkomutan, o meşhur "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı şehit kanı ile sulanmadıkça, o yer terk edilemez !" emrini Yusuf İzzet Paşa ile yaptığı bu telefon görüşmesinden sonra vermiştir.

1.5. "Eğri bıçaklarla hücum etsinler!"

(F. Rıfkı Atay, 'Çankaya', 1968, s. 299)

Sakarya muharebeleri sırasında düşman hatlarımızda tehlikeli bir gedik açmış, genişletiyordu. Bu gedik hemen kapatılmalı, düşman süngü hücumu ile geri çevrilmeli idi. İhtiyat kuvvetlerinin hemen oraya gönderilmesini istedi. İhtiyat kuvvetimiz kalmadığı cevabını verdiler. Yalnız, Giresunlu Osman Ağanın çetesi vardı. Onların da süngüleri yoktu. Mustafa Kemal Paşa :
"Süngüleri yoksa bellerinde bıçakları vardır, düşman üzerine atılacaklar, onu eski yerine kovacaklardır!" diye haykırdı! Bu kahraman çocuklar eğri bıçakları ile Yunanlıları eski yerlerine kadar sürmüşlerdir.

1 .6. "O halde düşmanı 20 km içinde tepeleyin!"

(F. Rıfkı Atay, 'Çankaya', 1968, s.308)

Büyük Taarruz öncesi Afyon'un Çay ilçesinde Kolordu ve Ordu Komutanları toplanmış, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşanın ( Çakmak ) saldırı plânını dinliyorlardı. İsmet Paşa saldırı plânına karşı olduğunu beyan etti. Atatürk' ün Harp Okulu'ndan tabiye hocası, çok sevdiği, takdir ettiği ve kendisine "Hocam" diye hitap ettiği Yakup Şevki Paşa, milletin varını yoğunu zar gibi atmanın tarihçe cinayet sayılacağını söyledi. Mustafa Kemal:
- Milletin varı yoğu bundan mı ibarettir Hocam ?
- Evet!
- O halde kesin sonucu bununla almak zorundayız! Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşada bizim geri teşkilâtının düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamayacağını söyleyince ;
- Bizim geri teşkilâtımız düşmanı yirmi kilometreden fazla kovalayamaz mı?
- Hayır Paşam !
- O halde düşmanı yirmi kilometre içinde tepelemek zorundayız!

İkinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa ise, cepheye henüz yeni geldiğinden, bir fikri olmadığı cevabını verir. Bu arada, belki ikisi arasında bir tertip eseri olarak, Fevzi Paşa " Madem ki, Ordunun bana güveni yok, ben çekiliyorum !." diye istifasını verir. Mustafa Kemal de, Genel Kurmay Başkanı çekildiğine göre kendisinin de Baş Komutanlık görevinde kalamayacağını belirtir. Telaşa düşen İsmet Paşa şöyle der ; "Efendim bize fikrimizi sordunuz, söyledik. Yoksa, hepinizin emrinizdeyiz, ne yolda isterseniz öyle hareket ederiz ! " Taarruz sürpriz bir şekilde kuzeyden değil, güneyden, dağlık bölge üzerinden yapılır ve sonuç kesin zaferdir.



2. TÜRKİYE CUMHURİYETİ ATATÜRK'ÜN SİYASİ DEHASININ ESERİDİR!

Altı yüz yıllık Osmanlı İmparatorluğunun enkazından, yepyeni bir devlet, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Birinci Dünya Harbi başında 1914, yılında Osmanlı hükümranlığında bulunan topraklar 1.7 milyon kilometrekare idi ve 22 milyon nüfus yaşıyordu. Orduları her cephede yenik düşmüş Osmanlı Hükümeti'ne 1918 yılında imzalattırılan Sevr Muahedesine göre, topraklar Ankara ve çevresindeki 100 bin kilometrekarelik bir yöreye, nüfus ise 1 milyon kişiye düşüyordu. Atatürk'ün dahice yürüttüğü Kurtuluş Mücadelesi'nin ve O’nun siyasi dehasının eseri olarak, Sevr altüst oluyor, 1923'de Lozan Antlaşması ile yaklaşık 770 bin kilometrekarelik bir arazide, 10 milyon nüfusun yaşadığı yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor ve tüm dünya ülkeleri içinde şerefli ve saygınlıklı yerini alıyordu.



3. ATATÜRK EVRENSEL BARIŞI SEVEN BİR LİDERDİ!

3.1. İngiltere Başbakanı Loyd George'un sözleri

(Niyazi Ahmet Banarh, 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk' 1954, s. 93)

Çeşitli yazarlar, O’nun dönemini yaşamış siyasi ve askeri yetkililer, tarihçiler ve Türkologlar tarafından ulusal ve uluslararası ortamda Atatürk hakkında yazılan araştırma, hatıra ve biyografiler 2400 cildi aşan dev bir kitaplık oluşturur. Atatürk'ü dost olduğu kadar düşman ülkelerin liderleri de övgü ile andılar, O’nun örnek devlet adamlığım veciz bir şekilde dile getirdiler. İşte birkaç örnek;

Türk orduları İzmir'e girer girmez, 1922 yılının Ekim ayında İngiliz parlamentosu fevkalade bir toplantı yaptı. Lordlar kamarası üyeleri yerlerini aldılar. Büyükelçiler de bu tarihi oturuma iştirak ettiler. İlk defa kürsüye İşçi Partisi lideri McDonald çıkarak ;- " Hükümetten şunu sormak istiyorum. Hükümet Anadolu'yu galip devletler arasında paylaşmak maksadıyla Hazineden on binlerce altın aldı. İstanbul ve Boğazlar Büyük Britanya'nın olacak, İzmir Yunanlılara , Antalya ve Konya İtalyanlara, Adana ve havalisi Fransızlara verilecek, Doğuda bir Kürdistan ve müstakil bir Ermenistan kurulacaktı. Ne yazık ki, bunların hiç birisi olmadı, bu taksim projesini Mustafa Kemal'in süngüleri alt üst eti. Bu hususta Hükümetten izahat istiyoruz." dedi. O zaman Başvekil bulunan Loyd George ağır, ağır kürsüye gelerek: "İnsanlık tarihi bir kaç asırda ancak bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakınız ki, beklenilen O dahi, bugün Türkiye' de doğmuştur, elden ne gelebilirdi?" diyerek kürsüden indi. Bu cevaba bütün İngiliz Milleti baş eğmek zorunda kaldı. Bundan sonra Loyd George Başvekillikten istifasını verdi.

3.2. Diğer devlet adamlarının sözleri

"Sizlere şunu söyleyeyim ki, ben Atatürk'e sekreter olmak isterdim. Sebebi de, O’nun her akşam sofrasında bulunup yüksek fikirleriyle beslenmek dileğinde oluşumdur.", 1933
Edward Herriot, Fransa Başbakanı

"Norveç Nobel Komitesi Başkanlığı'na ;
"Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla bölgedeki istikrarsız durum sona ermiştir. Teokratik bir rejimle yaşayan, din ve hukuk kavramlarının birbirine karıştığı, çökme sürecindeki bir İmparatorluğun yerini, güç ve hayat dolu, modern ve milli bir devlet almıştır. Barış dünyasına bu değerli katkı, Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa sayesinde yapılabilmiştir. Bu nedenle, Yunanistan Hükümeti Başbakanı sıfatıyla, Mustafa Kemal Paşanın Nobel Barış Ödülü'ne adaylığını takdim etmekten şeref duymaktayım." 12.1.1934
Venizelos, Yunanistan Başbakanı

"Sovyet Cumhuriyetler Birliği Dışişleri Bakanı Litvinof, bana Avrupa'nın en kıymetli devlet adamının , Avrupa'da değil, Boğazların gerisinde, Ankara'da yaşadığını, Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olduğunu söyledi." , 1937 Franklin D. Roosevelt, ABD Başkanı

"Savaşta Avrupa’ yı kurtaran, savaştan sonra da milletini yeniden dirilten Atatürk'ün ölümü, yalnız yurdu değil, Avrupa için de büyük kayıptır.", 1938
Winston Churchil, İngiltere Başbakanı

Atatürk 1938 başlarında manevi kızı Ülkü ile Florya'daki bir yaz günü yaşantısını 20 dakikalık kısa metrajlı bir film olarak F. D. Roosevelt'e gönderdi ve O’nu Türkiye'ye davet etti. Aralarında bir süre sonra hediyeler teati edildi. Atatürk ona bir pul koleksiyonu , ABD Başkanı da Atatürk'e o zaman için çok orijinal olan bir müzik dolabı ( Şişli Atatürk Müzesi'nde en üst katta sergilenmektedir) gönderdi. Atatürk'ün vefatı üzerine, ABD Başkanı gönderdiği mesajda özetle şunları yazdı;
"Üzüntüm iki katlıdır. Birincisi, güvenilir bir dostumuzu ve çağın en büyük devlet adamını kaybettiğimiz için, ikincisi ise böyle bir devlet adamıyla şahsen tanışma fırsatını ebediyen kaçırdığım için.", 1938
Franklin D. Roosevelt, ABD Başkanı

"Tarih çok büyük adamlar gördü. İskender'leri, Napolyon'ları, Washington'ları gördü. Ancak, yirminci yüzyılda büyüklük rekorunu Atatürk, bu Türk oğlu Türk kırdı...", 1938 L'illustration Dergisi, Paris

"Atatürk, tarihte görülmüş olan büyük adamların hiç birine benzemez. Çünkü, O’nun yaptıkları Adem oğullarının yapabilecekleri şeylerden değildir. O büsbütün başka bir insandı." 1938
El Mısri Gazetesi, Kahire

"Atatürk, geride Türkiye' yi etrafında hiç bir düşman devlet kalmaksızın bırakmıştır. Bu, zamanımızda hiç bir liderin başaramadığı bir şeydir." 1938
Völkischer Beobachter Gazetesi, Almanya

"Bu müstesna adamın benzerinin bir daha dünyaya geleceğini sanmıyoruz. O’nun gerçek büyüklüğünü zaman gösterecektir." 1938
Deutsche Allgemeine Zeitung Gazetesi, Almanya

"Türkler Mustafa Kemal'e yanlışsız ve eksiksiz bir demokrasinin temellerini atığı için minnettardır.", 1944
Kont Sforza, İtalya Dışişleri Bakanı

"Atatürk asrımızın dâhi bir devlet adamıdır.", 1950
Albert Einstein

(İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Münir Ülgür'ün anlattığına göre, 1950 yılında USA' da Albert Einstein' ı evinde ziyaret ederler. Onları kapıda karşılayan A. Einstein, Türkiye Delegasyonu'na özel bir ilgi gösterir ve ilk iş olarak yukarıdaki sözlerle Atatürk hayranlığını belirtir.)

"Atatürk, gençlik günlerinde benim kahramanımdı. O, çağın yapıcılarından biridir. O’nun en büyük hayranları arasında bulunmakta devam ediyorum." , 1963
Pandit Nehru, Hindistan Başbakanı

ATATÜRK 'DAHİYANE' BÎR DEVRİMCİ İDİ!

Atatürk, 1923 ilâ 1928 yılları arasında, beş sene bir ay gibi kısa bir süreye, Batının yüz yıl süren Rönesans’ını sığdırdı ve dev bir çağdaşlaşma hareketi yarattı. Reformlarının başlıcaları şunlardır;

4. l. Milliyetçilik duygusundan doğan reformlar

Milli Egemenliğin ve tam bağımsızlığın sağlanması,
Büyük Millet Meclisi'nin kurulması,
Hilâfetin ve Saltanatın kaldırılması,
Milli Ekonomi' nin kurulması,
Türk tarihinin, Orta Asya'daki yataklarına kadar genişletilmesi,
Ulusal dil ve ulusal tarih eylemleri,
Ümmet felsefesi yerine, millet felsefesinin Türk Milliyetçiliği için esas alınması.

4.2. Çağdaşlaşma ülküsünden doğan reformlar

Lâikliğe ait bütün reformlar,
Din ile devlet işlerinin ayrılması,
Şeyhülislâmlık kuruluşunun kaldırılması,
Medreselerin ve Şer'i mahkemelerin kapatılması,
Tekke ve zaviyelerin kapatılması,
Eğitim birliğinin kurulması,
Medeni hukukun kabulü,
Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi,
Kaç, göç ve çok kadınla evliliğin yasaklanması,
Fesin yasaklanması ve şapka giyilmesi,
Lâtin harflerinin kabulü,
Batı takviminin , saatinin ve pazar tatilinin yerleştirilmesi,
Batı musikisi, resim, heykel, tiyatro, bale ve tüm güzel sanatların geliştirilmesi,

Kısa sürede uygulamaya konulan bu devrimlerin hazırlanmasında olduğu kadar, geniş halk kitlelerine benimsetilmesinde ve toplum yaşamına adapte edilmesinde 'kişisel olarak Atatürk, insan üstü bir gayret ve çaba gösterdi. Türk ekonomisi ve sanayiinin gelişmesi için, bankacılık (İş Bankası), sigortacılık (Anadolu Sigorta), havacılık ( Türk Kuşu , Tayyare Cemiyeti, Türk Hava Kurumu), alt yapı hizmetleri (demiryolları, barajlar), fabrikalar (şeker, tekstil, demir ve çelik fabrikaları) hep O’nun eseridir. Lâtin harflerinin, her kesimden insana, tarladaki kadına kadar öğretilmesi, çok sesli batı musikisinin, operanın ve balenin halka gene sevdirilmesi hep O’nun kişisel çabalan ile olmuştur. Günümüzde (2001), bazı kırsal kesimlerde ve bazı Büyükşehir varoşlarında görülen küçük çaplı, gerici ve tutucu söz ve davranışlar ile, çok küçük bir azınlık dahi olsa, bazı genç kızlarımızın Üniversitelerimizde ısrarla çağ dışı başörtüsü ile dolaşma istekleri dışında, Atatürk reformları tam bir başarıya ulaşmıştır. Bu reformların kanunlarını 1924'lerin Millet Meclisi'nden çıkarabilmek bir dehanın , çıkmış kanunları topluma benimsetmek ikinci bir dehanın , hele, hele bu devrimlerin, aradan geçen 75 sene sonra bile, eksiksiz uygulanıyor olması ve bu devrimlerden hiç bir suretle taviz verilmesine izin vermeyecek olan Türk Gençliğinin her zamankinden daha azimli ve kararlı olması ise üçüncü bir dehanın eseridir.

5. ATATÜRK KALICI VE YAŞAYAN BÎR LİDERDİR!

Ne Hitler, ne Tito, ne Musolini, ne Lenin, ne Stalin ve ne Mao artık yok, yaşamıyorlar ve anılmıyorlar! Tarihin karanlık sayfalarına gömüldüler. Hitler, intihar etti, insanlık suçu işlediği için kendi ülkesinde bile lanetlendi. Tito'nun Yugoslavya'sının yerinde bugün yeller esiyor. Yugoslavya içinde etnik çatışmalar, boğaz boğaza kavgalar, büyük bir istikrarsızlık hâlâ devam ediyor. Musolini'yi İtalyan halkı, yani kendi milleti linç etti. Lenin'in heykelleri her yerde kırıldı. Lenin, artık rehber alınacak lider değil! Stalin, gizli polis teşkilâtı vasıtası ile yaptığı kirli işlerden dolayı hem Rus halkı hem de tarih nezdinde karanlık sayfalara gömüldü. Kremlin'de Presidyum Başkanları için ayrılan heykel sergisinde, ona ayrılan kaidenin üzerine büstünü bile koymadılar. Kaide boş duruyor! Mao'nun sosyalist liderliğinden artık söz bile edilmiyor. Çin artık serbest piyasa ekonomisine geçti.

Atatürk ise, dimdik her gün ayakta. Gün geçtikçe kıymeti daha iyi anlaşılıyor. Atatürk, "Ben size hiç bir dogma veya doktrin bırakmıyorum. Benim doktrinim müspet ilimdir! " demiştir. Atatürk, işte bunun için kalıcı ve yaşayan bir lider olmuştur (Falih Rıfkı Atay 'Çankaya', 1968, s.13).

"Atatürk toplam hesaplaşmasında, içinde göründüğü bütün olayların üstünden bakar olur. Dikeni, çalısı ayağınızı yalayarak indiğiniz bir dağ gibi, geri dönüp baktığınızda O’nun ancak yüceliği altında ezilirsiniz! ".

Gelin bir de, unutturulmak konusunda Atatürk kendisi için neler söylemiş, O’nu dinleyelim :
(Münir Hayri Egeli'nin hatıratından, 1937)

"Bir zaman gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve bana taan edenler çıkabilir. Hatta bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki, bu fikirler Hind'den, Mısır'dan döner, dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur." 1937, Atatürk

6. ATATÜRK'ÜN KİŞİLİĞİNİN İLGİNÇ YÖNLERİ

Atatürk'ün başarısının sırlarını araştırırken, O’nun söylediklerini, yazdıklarını ve yaptıklarını tarayınca, çok belirgin bazı karakter yapıları ile karşı karşıya kalırız. Atatürk'ün kişiliğinde gördüğümüz ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız beş ayrı cinsteki 'dahi' insanın oluşmasında, bu çok belirgin karakter yapısının büyük rolü olmuştur. Başka bir deyimle, Atatürk'ün karakterindeki bu çok belirgin özellikler, O’nun başarılarının altında yatan en önemli sırlar ve unsurlardır.

O’nun sözleri, yazıları ve yaptıkları incelendiğinde, karşımıza çıkan karakter yapısının en ilginç yönleri aşağıda başlıklar halinde sıralanmıştır. Ayrıca ilerleyen sayfalarda, kişiliğinin karakteristik yönlerini ayrı, ayrı ve belirgin bir şekilde açıklayıp anlatabilmek için, seçilen her konuda O’nun yaşantısından ilginç kesitler, anekdotlar ve belgesel bilgiler sunulmuştur. Atatürk'ün karakterinin ilginç yönleri ana başlıklar halinde şöyle özetlenebilir :

01. Askerliği ulvi gördü! Esas misyonu devrimciliği ve devlet adamlığı idi!

02. Geçmişi kucaklayan, fakat çağını aşan bir kültüre sahipti. Tüm güzel sanatları sevdi, kurdu, korudu ve milletine sevdirdi!

03. Arkadaşları ve kültürlü insanlar Ona yetişmekte, O’nu anlamakta, O’nu takip etmekte ve O^na ayak uydurmakta zorluk çektiler !

04. Olağanüstü bir zamanlama üstadı idi. Bazen Hz. Eyüp sabrı vardı, bazen de aculdü! Meyveyi olgun yerdi ama çürütmezdi!

05. Eğilmezdi, çok gururluydu ve kendinden çok emindi!

06. Ateşli bir Türk milliyetçisi ve tutkun bir Türk hümanisti idi! Sıksanız her damlasından Türk ve Türklük akardı!

07.Ölüme karşı şanslıydı. Yedi kere ölümün eşiğinden döndü!

08. Şefkatli ve akik kalpli, merhametli ve yardımseverdi! Savaş meydanlarında ise kaskatı ve acımasızdı! Fakat, başarılı bir "Barış Kurdu" oldu!

09. Hazır cevaptı! Muhatabını ve özellikle muhalifini anında ikna ederdi!

10. Dinlemesini severdi, bir dinleme üstadı idi! Başarılarının sırrı olarak bu özelliğini sayardı!

11. Başarılarını kendisi üstlenmez, onları ya Mehmetçik'e veya Millete mâl ederdi. Bazen de, "Millet böyle istiyor!" diye, O’nun sözcüsü durumuna geçer ve gücünü Türk Milleti'nin manevi şahsiyetinden alırdı!

12. Çok örgüt kurdu! Örgütlerle çalışmayı, demokrasiyi ve meşruiyeti severdi!

13. Kızar, tehdit eder, uzak kalır, ihtar eder, haykırır, ikna eder, susar, ama TBMM' siz yapamazdı!

14. Devrimlerinin acımasız takipçisi idi! Onlardan asla taviz vermezdi!

15. Çok ileri görüşlüydü! Yargıları hep doğru çıkmıştır! Durum değerlendirmesinde, strateji oluşturmada, düşmanı tartmakta çok mahir bir taktik ustası idi!

16. Yorulmadan çok uzun saatler ve günlerce uykusuz, duraksız çalışabilirdi. Yoğun konsantrasyon yeteneği vardı!

17. Etrafındakileri sürprizlerle etkileme üstadı idi! Kin tutmazdı, bağışlayıcı idi! Gürültülü, tabancalı ve olağandışı bir barışma stili vardı!

18. Halk adamıydı! Halka ve Mehmetçik'e düşkündü!

19. Misafirlerine çok kıymet verirdi! Onları olağanüstü ağırlamayı severdi! Yabancı ülkelerin haysiyetlerine aşırı saygılı idi!

20. Halkın ve O’nu temsil eden saygın kişilerin nabzını ve kalp atışlarını iyi dinlerdi !

21. Doğayı ve yeşili sever ve korurdu! Bir ağaç dalı için bir binayı yürütmüştü!

22. Bazı sözleri hümanizm tarihine geçti! Çanakkale Şehitleri için söyledikleri düşmanlarını kendisine aşık etti!

23. Manevi evlat edinmeyi çok severdi! Onların yetişmesi, mutlulukları ile çok yakından ilgilendi!

24. Aşkları da oldu, evliliği de! Ama Fikriye'yi sevdi. Fikriye' de O’nun ile olamadığı için intihar etti!

25. Sofraları bir eğitim meclisi idi! Sofralarına dil uzatanlara cevabı keskin oldu! Yalnız adamdı! Ailesi olmadı. Aile hayatını çok özledi!

26. Hataları ve zaafları da vardı! Kesin prensipleri ve tereddütleri de! Ağladığı anlar da, kahkaha ile güldüğü anlar da oldu! Özel meclislerinde şarkıyı, zeybeği, neşeyi, içmeyi ve içirmeyi severdi!

27. Biyografisinin "gerçekçi" yazılmasını, Kurtuluş filminin çekilmesini çok istiyordu !

28. "Fes" e karşı büyük bir antipatisi vardı!

29. Çok tutumlu idi! Daima, kendi masraflarını kendi öderdi! Zaman zaman etrafındaki ihtiyaçlılara belli etmeden para yardımında bulunurdu! Yerli malı haftalarını çok tutardı !

30. Para alıp vermelerde, malları ile ilgili hususlarda veya yakınlarının haksız tasarrufları konusunda hiçbir dedikoduyu hazmedemezdi! Hemen gereğini yapardı!

31. Kendisine rakip birisinin çıkmasına asla tahammül edemezdi!



01. ASKERLİĞİ ULVİ GÖRDÜ

01.1. Askerliği ulvi görür, siyaseti severdi!

Askerlik mesleğini, vatanı kurtarmak amacı ile, mecbur kalındığı için yapılan ulvi bir görev olarak görürdü. Esas misyonu devrimciliği ve devlet adamlığı idi. Dikkat edilirse, Atatürk askeri dehasını daima anavatan toprakları üzerinde, istilâcılara karşı yaptığı savaşlarda göstermiştir. Çanakkale savaşı öyledir, Kurtuluş savaşı da. Hep düşmanı vatanın bağrından söküp atma savaşlarıdır bunlar. Hiç bir zaman, toprak hırsı ve yeni yerler almak için yapılmamıştır. İşgal altındaki Doğu Trakya, bir kurşun dahi sıkılmadan kurtarılmıştır. Hatay'ı almak için, blöf yapmıştır ama bir kurşun dahi sıkılmasına müsaade etmemiştir. Hatay'ın bize verilmesinde Fransa'nın gösterdiği diplomatik oyalama taktiklerine çok üzüldüğü sıralarda kendisine "Paşam ne üzülüyorsun, bir alay asker gönderip hemen ilhak edelim " diyenlere," Hayır bunu yapamayız! Bir alay askerle Hatay'ı anavatana katarız ve Fransa bu kadar uzaklardan müdahale etmeyi göze bile alamaz, doğru! Fakat, büyük bir milletin Onuru söz konusudur. Onların Onurunu kırmış oluruz. Ya bunu bir Onur meselesi yaparlarsa?.. Onun için, bu işi barış yoluyla halletmeliyiz !" demiştir.

01.2. Büyük Taarruz Zaferi'nin sevincine hüznü karıştı!

(Yurdakul Yurdakul, 'Atatürk' 1999, s 75 )

1922 yılı Ağustos'unun 26'sında şafakta başlayan Büyük Taarruz altı gün altı gece devam etmiş ve Mehmetçiklerin aslan gibi saldırmalarıyla düşmanın büyük bir kısmı kılıçtan geçirilmiştir. 31 Ağustos'ta güneş Türklerin büyük zaferini kutlamak için doğmuştu sanki... Atatürk'ün yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor; Aynı günün sabahı Atatürk harp sahasını dolaşıyordu. Etraf binlerce insan ve hayvan ölüleriyle adeta bir mahşer yerini hatırlatıyordu. Büyük asker bu manzara karşısında çok rahatsız oldu ve " Bu feci manzara, bütün insanlık için utanç verici bir olaydır. Ama biz vatanımızı korumak için gerekli savunmamızı yaptık. Buna bizi zorladılar.!" demiş ve ölüler kaldırılıp gömülünceye kadar hiç bir yerli ve yabancı gazetecinin bölgeye sokulmamasını kesin olarak emretmiştir. Görülüyor ki, Büyük Taarruz sonunda, büyük bir zafer kazanmış olmanın sevinci değil, adeta hüznü vardır içinde. Çünkü, yerlerde yatan cansız düşman askerlerinin feci durumu O’nu ziyadesiyle üzmüş, "Biz isteyerek yapmadık, bizi buna mecbur ettiler! " diyerek kendini teselli etmiştir.

01.3. Madam Corinn'e ihtiraslarından bahsediyor!

(Emre Kongar, 'Atatürk' 1980, s. 180)

1914 yılı Ocak ayında Sofya'dan Madam Corrin'e yazdığı bir mektupta Mustafa Kemal hırslarını tümüyle şöyle tanımlıyor:

"Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri, fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin tatminine taalluk etmiyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza edeceğim "

01.4. Enver Paşanın O’nun için söyledikleri

(Emre Kongar, 'Atatürk', 1980, s.229)

1917 Çanakkale savaşlarından sonra Doktor Nazım ve bir başka nüfuzlu İttihat ve Terakki üyesi komutan aralarında konuşmakta iken, Enver Paşa birden içeri girince susmuşlar. Başkumandan ( Enver Paşa) merakla: "Herhalde bana dair bir şeyden bahsediyordunuz? Söyleyin bakalım! demiş. "Mustafa Kemal'in niçin terfi ettirilmediğini konuşuyorduk !" cevabını vermişler. Enver Paşa: "İşte!" demiş ve cebinden Çanakkale kahramanını tuğgenerallik rütbesine çıkaran tezkeresini göstermiş, sonra şunu ilâve etmiş : "Ama biliniz ki, O hiç bir şeyle memnun olmaz! General olur, korgenerallik ister! Korgeneral olur, orgenerallik ister! Orgeneral olur, müşirlik ister! Müşir yapsanız, bununla da yetinmez, Padişahlık ister!" Şevket Süreyya Aydemirin hatıralarında yazıldığı üzere, Mustafa Kemal'e Enver Paşanın bu sözleri nakledildiği zaman kahkahalar ile gülerek cevabı şu olmuştur; 'Ben, Enver'in bu kadar zeki ve ileri görüşlü olduğunu bilmezdim!"

01.5. Tanrıdan Kurtuluşa kadar ömür niyaz etti!

(Niyazi Ahmed Banoğlu, 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk' 1954, s.,316)

Erzurum'da ilk kongreyi kurmakla meşgul iken, İstanbul Hükümeti de, durumdan fena halde kuşkulanarak, Sivas, Bitlis, Van ve Erzurum Vilâyetlerine "Mesleki askeriden müstafi sabık paşa Mustafa Kemal efendi elyevm nerededir? Ne ile meşguldür? Ne tavır ve meslek takip etmektedir? Serian işarı!" diyen telgraflar çektiği zaman, Erzurum Vali Vekili bulunan Kadı Mehmet Hilmi Efendi de telâşa düşmüş, ne cevap vereceğini bilemeyerek, bir yandan İstanbul Hükümeti'ne ; "Hal-i hazırdaki vaziyetine nazaran, kendisi ikametgâhında bulunarak, hususat-ı şahsiyesiyle meşgul olduğu ve hariçle nadiren ihtilâtta bulunduğu anlaşılmıştır." diye cevap verirken, aynı zamanda, meseleyi Mustafa Kemal Paşaya da bildirmişti.

Bu cevabı görünce gülen Mustafa Kemal Paşa "Hocam, cevabın güzel ama, bakalım inandırabilecek misin?" demişti. "İstanbul'dakiler de, vakıa, içleri rahat etmek için böyle bir cevap isterlerse de beni bilirler. Benim hususat-ı zatiyem, milletin işlerinden ibarettir. Yoksa, yazdığın gibi, evime çekilir, yan gelir yatardım. Ne çare ki, yatsam da, milletin mukadderatını düşünürken gözüme uyku girmez. Ama sen tekrar sorarlarsa yine böyle de. Hatta sizlere ömür, vefat etti de" Bu söz üzerine teessürle Kadı Mehmet Hilmi Efendi: "Allah esirgesin Paşam ! Öyle söz olur mu? İnşallah daha çok yaşarsınız!. " deyince, Mustafa Kemal Paşanın cevabı şu olmuştu ; "Daha pek çok değil, yalnız milleti ve vatanı kurtarıncaya kadar. Allah'tan başka bir şey istemem!"

Gerçekten, Atatürk 57 sene gibi kısacık ömrü içinde, hem Kurtuluş mücadelesini başarı ile sonuçlandırdı hem de "En büyük eserim!" dediği Cumhuriyeti kurdu. Bunlar da yetmedi, odak noktası lâiklik olan, çağdaşlaşma reformlarını çok kısa bir zamanda ard arda gerçekleştirdi. Herhalde arzu ve emellerinin çoğunu gerçekleştirmiş olduğu için, ebedi istirahatine huzur içinde çekildi, "gözleri açık olarak " değil!

01.6. Kâzım Karabekir Paşaya sürpriz çıkışı

(Niyazi Ahmed Banoğlu, 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk', 1954, s. 40)

Atatürk, 1923 Mart'ında Konya'ya gitmişti! Halka yol göstermek, onları yapacağı devrimlere hazırlamak için her fırsatta nutuk söylüyor ve bunları o zaman Anadolu Ajansı'nı temsil eden muharrir İsmail Habib not ederek kendisine götürüyor, okuyor, sonra Ankara'ya telliyordu. Konya'dan ayrılacağı gece İsmail Habib, Atatürk'ün son nutkunun temize çekilmiş şeklini Ona götürdü. Atatürk, bu nutku evvelkilerden daha çok beğenmiş olacak ki karısına;" Çocuğa kadeh getirsinler!" dedi. Fakat, o sırada Bayan Lâtife, Atatürk'ün içki kullanmasını hoş görmüyor, vazgeçirmek, hiç olmazsa azaltmak istiyordu. Bunun için yumuşak bir sesle cevap verdi; "Gece yarısı buradan gidilecek diye bütün şişeleri trene yollamıştık !".

Atatürk köpürdü... "Nasıl olur? Misafirimize karşı da mı?" İster istemez şişeler getirildi. Bu sırada Atatürk'ün eski ve teklifsiz arkadaşlarından Bay Muhtar geldi. Ona İngiliz Muhtar derlerdi. Atatürk, ona: "Dinle bak, Muhtar, nutuk nasıl söylenirmiş! " dedi ve İsmail Habib'e de nutku okumasını emretti. Bay Muhtar aldırmadı. "Dinlemeye lüzum yok; çok güzeldir." dedi. Atatürk: "Neden?" diye sorunca, Muhtar: "Aksini söylemek ne haddimize?" diye cevapladı. Atatürk: "Zevzekliği bırak da dinle! " diye kestirip attı. Nutuk okunduktan sonra Bay Muhtar bu sefer gayet ciddi bir tavırla hükmünü verdi: "Sahiden çok güzel!" Atatürk, içki verilmesini söyledi. İngiliz Muhtar kadehini kaldırdı: "Yaşasın Başkumandan!" diye haykırdı. Atatürk'ün kaşları çatıldı ve sesi yükseldi: " Niçin, Mustafa Kemal demiyorsun? " İngiliz Muhtar :"Hele, ne olur ne olmaz, daha epeyce zaman Başkumandanlık sizde kalsın!" deyiverdi.

O sıralarda, ortalığı bulandırıp külah kapmak isteyenler, din ve şeriat perdesi ardında şahsi ihtiraslarını dolu dizgin koşturanlar vardı. Atatürk büsbütün sinirlendi ve meydan okudu: "Sen kuvveti Başkumandanlıktan mı aldığımı sanıyorsun? Dinle bir hatıramı anlatayım; Hani ben 1919'da Erzurum'da Ordu Müfettişliğinden, askerlik mesleğinden çekilip de milletin bir ferdi olarak kalmıştım ya. Oradaki Ordu Komutanı (Kâzım Karabekir Paşa) artık emirlerimi dinlememeğe başlamasın mı? Hemen makama gittim: Paşa, Paşa, dedim, size o emirleri bu omuzdaki yıldızlar vermiyordu! Mustafa Kemal veriyordu! O yine karşınızdadır, yazınız! Yazdı ve emrim yerine getirildi. Fakat, oradan ayrıldıktan sonra kendi kendime sordum: "Ya bu adam zile basıp da gelen askere Tosta, şunu dışarı çıkar!' deseydi." Atatürk koltukta doğruldu ve sesini yükselterek ilâve etti: "Fakat diyemezdi, Muhtar! Karşısında Mustafa Kemal vardı!" Bay Muhtar kadehini tekrar kaldırdı ve haykırdı: "Yaşasın Mustafa Kemal!"

01.7. Askeri elbiselerini hibe etti

(Yurdakul Yurdakul, 'Atatürk', 1999)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Ona Mareşal unvanını vermişti ama, askeri manevralar hariç Mareşal üniformasını hiç giymedi. Halbuki, Fransız Devlet Başkam Mareşal De Gaulle, asker üniforması ile Fransız halkını daha çok etkileyeceğim düşünürdü. Bu yüzden de, bütün TV konuşmalarını Mareşal elbisesi ile yapardı. Atatürk, 1929 yılında Yüksek Askeri Şûra üyelerine verdiği bir akşam yemeğinden sonra konuşurken; "Benim artık askerliğim kalmadı!" diyerek beraberinde getirdiği askeri elbise ve teçhizatını Yüksek Askeri Şûra üyelerine hatıra olarak bir, bir dağıttı. Yakasında Mareşal arması olan peleriniyle, süvari Kolordusunu Ilgın’da teftiş ederken taktığı işlemeli gümüş kılıcı ve altın işlemeli hançeri de Orgeneral Fahrettin Altay'a verdi.



02. ÇAĞINI AŞAN BİR KÜLTÜR'E SAHİPTİ

02.1. "Sanat toplumun hayat damarlarından biridir!"

Atatürk, nihayet İdadi ve Harp Okulu mezunu bir Osmanlı Paşası'dır. Ama çok gezmiş, çok okumuş ve çok değerlendirmiştir. Picardi manevralarına katılmak için Fransa'da bulunduğu sırada, ateşe mili ter olarak Sofya'da yaşadığı dönemde, Veliaht Vahdettin'in yaveri olarak katıldığı Almanya seyahatinde ve mide rahatsızlığının tedavisi için Avusturya'nın Karlsbad ve Viyana şehirlerinde bulunduğu dönemlerde ve özellikle Madam Corinne ile dostluk ilişkileri süresince, daima kültürünü zenginleştirmiş, batının sosyal ve kültürel yaşantısını çok yakından gözlemlemiş ve ileride uygulama fırsatı bulursa gerçekleştireceği reformların düşünce alt yapısını oluşturmuştur.

Atatürk, her devrimim bilinçli ve plânlı yapmıştır. Operayı da, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nı da, Güzel Sanatlar Mektebi'ni de O kurdurtmuştur. Tiyatro sanatçılarının hazır bulunduğu bir toplantıda : " Efendiler ! Siz hayatınızda Paşa, Mebus olabilirsiniz ! Vekil olabilirsiniz ! Hattâ Reisicumhur olabilirsiniz ! Ama hiçbir zaman sanatçı olamazsınız ! Sanat toplumun hayat damarlarından biridir!" demişti.

02.2. Sanayii Nefise Mektebi

Atatürk, güzel sanatların gençliğe öğretilmesi ve halk içinde yaygınlaştırılması için Sanayii Nefise Mektebi'ni kurmuştu. Almanya'da güzel sanatlar tahsil ederek yurda dönen genç müzikolog Cevat Memduh Altar'ı bir gazete haberi üzerine, bir sinemada film seyrederken buldurtarak, ona yeni kurulan " Sanayii Nefise Mektebini emanet etmişti. Cevat Memduh Altar'dan dinlediğimize göre, masasında, çağının en kıymetli tarih, musikî ve güzel sanatlar arşivinin yanı sıra, " La Music " adlı genel müzik ansiklopedisi sürekli açık duruyordu.

02.3. Arap şarkıcı Cemaliye'ye önerisi

(Cemal Oranda, "Atatürk'ün Uşağı idim", 1973, s 119)

Atatürk, sık, sık Saray burnuna giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla beraber müzik dinlemeyi çok severdi. Mısırlı muganniye Cemaliye’ yi ilk kez orada, Park Gazinosunda görüyorduk. Kadının sesi gerçekten güzeldi. Kadın Atatürk'ü selamlayarak billur gibi sesiyle Arapça şarkılar söyledi. Konserinde büyük bir başarı kazanıp bol, bol alkışlandı. Atatürk hiç konuşmadan büyük bir dikkatle dinledi. Şarkı bitince kadını yanımıza çağırdı. Batı müziğini de öğrenmesini öğütledikten sonra, "Bu sesle bütün dünya seni dinler. O zaman işte şöhretini tam yaparsın!" dedi. Kadın da teşekkür ederek ayrıldı.

O zaman, Atatürk'ün bu sözleri Mısırlı muganniyeye niye söylediğini anlayamamıştık. Biz her alanda büyük bir devrim yapmış, Arap dünyasından ayrılıp batıya yönelmiştik. Acaba, Atatürk doğu dünyasının kültür ve sanat alanında bizi izlemesini mi hatırlatmak istemişti? Yoksa, Atatürk Türk musikisini sevdiği halde, müzik devrimimizin ancak, Batı müziğini benimsemek ve uygulamakla gerçekleşeceğine mi inanıyordu? Evet, yoksa bunu düşünerek mi Mısırlı hanendeye yol göstermek istemişti ? Bunu daha sonraları çok iyi anladım!

02.4. "Türk Milleti artık şen olacaktır !"

(Cemal Oranda, 'Atatürk'ün Uşağı idim', s .123)

Gül hane Parkındaki şenliklerde Mısırlı muganniyeden sonra, alafranga müziğe geçildi ve coşkulu müzikle halk doyasıya dans etti. Daha sonra, Eyüp sultan Cemiyeti öğrencilerinden kurulu ve Kemani Mustafa Beyin Fasıl Heyeti konserine başlandı. Heyetteki sazcılar, kadın olsun, erkek olsun rast gele giyinmişler, böyle seçkin bir toplantıya yakışıksız elbiselerle gelmişlerdi. Bu hal Atatürk'ün gözünden kaçmadı. Canının sıkıldığı belli oluyordu. Bunu da, onları dinler gibi görünürken önündeki gazeteye dalmış olmasından anlıyordum. Atatürk, bir ara Fasıl Heyetinden programlarını istetti. Olmadığını öğrenince üzüntüsü daha da arttı. Fasıl Heyetini zor durumdan kurtarmak için tutup sevdiği şarkılardan bir liste yapıp, sahneye gönderdi. Listenin başında galiba, Faize Hanımın bestesi olan Şataraban makamında, "Bade-i vuslat içilsin kâse-i fağfurdan" şarkısı vardı. Atatürk, bu şarkıyı çok severdi ve sofrada keyifli zamanlarında kendi sesiyle okurdu. Fasıl Heyeti bu şarkıyı da iyi çalamayınca Atatürk sinirlendi. Konserden sonra mikrofona gelerek şunları söyledi:

"Her zaman, her yerde olduğu gibi bu gece de burada aziz Milletimizle karşı karşıya geldiğim anda büyük bir kuvvetin etkisi altında kaldığımı duyuyorum. Bu kuvvet nedir? Türk halkının, Türk toplumunu meydana getiren yüksek insanların halk kaynaklarından yükselen hislerin, arzuların, heyecanların, hazların bir noktada, bir hedefte, bir gayede birleşmesidir. Bu kuvvetin bu kadar ortaklaşa olabilmesi, O’nun çok temiz, çok asil olduğunu göstermektedir.

Bu gece burada Doğunun en seçkin iki musiki heyetini dinledim. İlk olarak sahneyi süsleyen Mısırlı muganniye, sanatkâr olarak başarılı idi. Fakat, benim Türk duygularım üzerindeki görüşüm şudur ki, artık bu basit musiki, Türklüğün çok gelişmiş ruh ve duygularını kandırmağa yetmez ! Arada medeni dünyanın müziği de işitildi. Bu ana kadar Şark musikisi karşısında uyuşuk duran halk, hemen ayağa kalktı. Hepsi neşe içinde oynadı. Tabiatın icabını yaptı.

Türk, yaradılış olarak şen ve satırdır. Eğer Türkün bu güzel hasleti şimdiye kadar fark olunmamışsa, kendisinin kusuru değil, acı felâketlerin sonucudur. Türk milleti işte bunun için gamlı görünüyor. Fakat, artık hatalar düzeltilmiştir. Türk milleti artık şen olacaktır!"

Böylece, alaturka âşıklarına batı musikisi devrimini de kabul ettirmek istiyordu!

02.5. Alaturka musiki yasaklanıyor!

(Cemal Oranda, "Atatürk'ün Uşağı İdim" isimli kitaptan, 1973, s. 122)

Aslında, Atatürk kendisi de alaturka musikiden çok hoşlanırdı. Hattâ, çoğu geceler sevdiği şarkıları sanatçılarla birlikte seslendirirdi. Ancak, kendi beğeni ve isteklerini bile sırası gelince devrimler uğruna çiğnemekten kaçınmazdı. Dil konusunda olduğu gibi, müzik alanında da kendi beğeni ve alışkanlıklarını çiğnemiş, alaturka müziği sevdiği ve sofrasından hiç eksik etmediği halde, Batı müziğine inanmış, Batı müziğinin gelecek kuşakların müziği olduğunu söyleyerek, Devlet Konservatuarlarının temellerini attırmıştır. 1924'de kurulan Musiki Muallim Mektebi, 6 Mayıs 1936 yılında, Atatürk' ün buyruğuyla Ankara Devlet Konservatuarı halini almış ve yurtta Batı müziği kültürünü eğitim yoluyla yerleştirmeye başlamıştı.

Özel hayatında alaturkalıktan kurtulamayan Atatürk, Batı musikisinin ve operanın toplum içinde iyice yaygınlaşmasını ve Türk müzik kültürüne iyice yerleşmesini sağlamak ve bunu pekiştirmek üzere, 1934 yılında gazinolarda ve radyolarda Türk müziği çalınmasını ve alaturka şarkı söylenmesini yasaklayacak kadar ileri gitmişti. Ancak, radyolardan alaturka müziği kaldırması tepkilere yol açmış, alaturka sevenler bu hale çok üzüldüklerini, Türk müziği duyamamaktan kulaklarının paslandığını söylemekten bile çekinmemişlerdi. Bir gece Dolma bahçe Sarayında Yunus Nadi, Atatürk'e bu konuda yakınmaları sıralayarak şöyle demişti: “ Paşam ne olur alaturka şarkılardan bizi mahrum bırakmasınlar. Zevkimize, duygularımıza el attığı için çok üzülüyor ve inciniyoruz". Atatürk, bu sözlere şöyle karşılık vermişti: "Alaturka şarkılardan ben de hoşlanıyorum. Fakat, unutmamak gerekir ki, devrim yapan bu nesil, bazı fedakârlıklara katlanmasını bilmelidir! Ancak, millî türkülere yer verilmelidir!".

02.6. Alaturka musikiye konulan yasak kalkıyor

Alaturka musikinin radyo ve gazinolarda yasaklanmasından sonra, Münir Nurettin, Hafız Burhan ve Safiye Ayla gibi şarkıcılar tango söylemeye başladılar. Her birinin 78 devirlik tango plâkları dahi çıkmıştı. Fakat, bir akşam Atatürk'ün canı Türk musikisi istiyor. O zaman Ankara'da musikişinas ve bestekâr Dr. Sıtkı Falay ve tamburi Osman Pehlivan var. "Hadi!" diyor Atatürk "Onlara gidelim!".

Gece 22:00 sularında Dr. Sıtkı Falay’ın evine gidiliyor. Sıtkı beyin udu, Osman Pehlivan'ın tamburu ve Sıtkı Beyin eşi Vasfiye hanımın güzel sesi eşliğinde, Rumeli türküleri de araya girerek, coşkulu bir alaturka müzik ziyafeti veriliyor. Atatürk, "Bir daha! Bir daha!" diyerek tekrarlatınca, Osman Pehlivan'ın "Paşam siz emredince dinliyorsunuz, ama bunları dinlemek isteyen binlerce insan var! "yakınmasına," Doğru söylersin Osman!" karşılığını veriyor." Hemen Radyo evine gidin ve fasıl yapın!" diye ekliyor.

Ercüment Behzatlar Radyoevi Müdürü'nü arıyor. Radyoevi Müdürü çok şaşırıyor ve yasağın kalktığına inanamıyor. Köşke telefon ediyorlar. Atatürk'ün emir verdiğini neden sonra öğrenip, ancak saat 23:00'te fasıl başlatıyorlar. Böylece, klâsik Türk musikisi üzerine konulan yasak, kısa bir aradan sonra tamamen kaldırılmış oluyor.

02.7. Yirmi günde opera!

(Cemal Oranda, "Atatürk'ün Uşağı İdim" 1973, s. 345)

Atatürk, Türk-İran dostluğunun gelişmesine büyük önem verirdi. Bunu İran Şahı Rıza Pehlevi'nin Türkiye'ye yaptığı ziyaret sırasında daha iyi anladım. Şahın geleceği kesinleştiği sıralarda Türklerle İranlıların soy ve kültür bakımından kardeş olduğunu, sırf bir mezhep savaşı yüzünden ayrıldıklarını belirten bir piyes yazılıp, bunun opera olarak oynanmasını istedi. Bunun için Münir Hayri Egeli'yi çağırıp gerekli emri verdi.

Ankara'da bütün müzisyenler seferber edildi. İstanbul'dan Nimet Vahit Hanım ve tüm orkestra, Ankara'dan Musiki Muallim Mektebi elemanları bulduruldu. İzmir'e gitmekte olan bestekâr Ahmet Adnan Saygun trenden indirilip Ankara'ya getirildi. Dördüncü gün operanın ilk besteleri provaya konuldu. Yirmi gün içinde "Özsoy” operası bitirildi. Atatürk provalara geldi. Ankara Halkevi binasının bir bölümü değiştirilerek özel bir daire haline getirildi. Her eşyanın yerini Atatürk kendi seçti. Bahçeye büyük ağaçlar getirildi ve dikildi. İşte "Özsoy" operası böyle meydana geldi. Hem de ne geliş. Yirmi günde yazılıp, bestelenerek, oynanması şartıyla. Üstelik başarıyla da oynandı ve Rıza Şah Pehlevi çok hoşlandı.

Aradan uzun bir zaman geçmişti. Atatürk, kısa bir zamanda yapılmasını istediği bir işi bir Bakandan isteyip de çeşitli mazeretler duymaya başlayınca: " Efendi sen ne söylüyorsun ! Biz yirmi günde opera yazmış, bestelemiş, oynatmış bir milletiz. Elverir ki, elebaşı davasına inansın!" diye çıkışıyor.

02.8. Güzel sanatlar ve sanatçılar için söyledikleri

Atatürk, çeşitli zamanlarda güzel sanatlar ve sanatçılar için övgü dolu sözler söylemiştir. Bu sözlerden bazıları aşağıda verilmiştir:

"Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur", 1923.

"Hayatta musiki lâzım mıdır? Hayatta musiki lâzım değildir. Çünkü, hayat musikidir. Musiki ile alâkası olmayan mahlûkat insan değildir. Eğer mevzu-u ***** olan hayat insan hayatı ise, musiki behemehal vardır. Musikisiz hayat zaten olamaz!", 1925.

"Sanayi-i nefiseyi ihmal eden dini biz kabul etmeyiz ", 1926. "Efendiler! Siz hayatınızda mebus olabilirsiniz ! Vekil olabilirsiniz! Hattâ Reisicumhur olabilirsiniz ! Fakat, hiç bir zaman sanatkâr olamazsınız ! Binaenaleyh bu çocukların kıymetini bilelim", 1927.

"İnsanlarda bir takım ince, yüksek ve temiz duygular vardır ki, insan onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek, derin ve temiz duygulan en ziyade duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen şairdir", 1928.

03. ARKADAŞLARI O'NA YETİŞMEKTE ZORLUK ÇEKTİLER!

03.1. Halide Edip Adıvar bile O’nu anlayamıyordu!

Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunu olan Halide Edip Adıvar, İzmir'in işgalini protesto etmek amacı ile düzenlenen Sultanahmet Meydanındaki mitinglerde yaptığı konuşmalarla çok meşhur olmuştu. Kurtuluş Savaşında, Mustafa Kemal Paşa'nın yanında onbaşı rütbesi ile ön saflarda bulundu. Sayısız roman ve tiyatro eserleri vardır. Ancak, bu kıymetli yazar zaman zaman Mustafa Kemal'i anlamakta ve O'na yetişmekte güçlük çekiyordu. Çünkü geleneklerine çok bağlı idi. Şöyle ki; Mustafa Kemal Paşa 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında topladığı Erzurum kongresinde hiç bir ülkenin himayesinin (Mandate) kabul edilemeyeceğini karara bağlamıştı. Ancak, Halide Edip Adıvar 10 Ağustos 1919'da Mustafa Kemal'e yazdığı mektupta "Filipinler gibi vahşi bir ülkeyi, bugün kendini yönetebilen bir makine haline koyan Amerika, bu hususta çok işimize geliyor. Gerçek bağımsızlığı kafasında ve cebinde taşıyan Türkiye'yi, ancak yeni dünyanın yeteneği yaratabilir!" diyor ve adeta, Amerikan himayesinin kaçınılmaz olduğunu belirtiyordu.

Atatürk inkılâplarından önce, İstanbul'da vapur, tünel, tren ve tramvaylarda kadınlar perde ile ayrılan ayrı bölümlerde seyahat ederlerdi. Kılık, kıyafet ve şapka inkılâbı ile birlikte, kadınların bu tip ayrı kompartımanlarda ve bölmelerde seyahat etmeleri usulü kaldırıldı. Ancak, Halide Edip Adıvar İstanbul gazetelerinden birinde, Atatürk için "Peçemize, perdemize ne karışıyor?" diye keskin bir dille serzenişte bulunuyordu. Nitekim, Halide Edip Adıvar bu tutumu yüzünden takriri sükûn kanunu çıkınca, inkılâplara ayak uyduramayan 150 kişi ile birlikte, yurt dışında yaşamaya zorlananlar arasına girdi.

Yıllar sonra, 1950'de Halide Edip Adıvar yurda döndüğü zaman, kendisi ile Milliyet Gazetesi adına röportaj yapan Sabiha Sertel'in kızı Yıldız Sertel'e aynen şöyle diyecekti: "Mustafa Kemal Haklıymış !"

03.2. En yakın silah arkadaşları Padişah yanlısı idi!

Kâzım Karabekir Paşa Padişahlığın korunmasından yana idi. Bir gün Büyük Millet Meclisinin hararetli toplantılarından birinde, Atatürk'ün kafa yapısına aşina olan Erzurumlu Hoca Raif Efendi, 10 Mayıs 1921'de "Müdafaa-ı Hukuk Grubu, sırası geldiğinde Cumhuriyete kalbolacaktır!" deyiverdi. Kâzım Karabekir Paşa da Meclis dışında Mustafa Kemal Paşa'yı görüp: "Bu ne demek oluyor?" diye sual sorunca, Mustafa Kemal, "Bu Hoca Raif Efendi'nin bir vehmidir!" diyerek Kâzım Karabekir'in telâş esini geçiştirmişti.

Cumhuriyetin ilân edileceğine yakın bir tarihte, Meclis kulislerindeki imalar ve söylentilere kulak veren O'nun en yakın silâh arkadaşları Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay bir gece hep birlikte O'nu ziyaret ederek "Padişahlığı kaldıracak mısın?" diye sıkıştırdılar. Atatürk, zamanlamanın henüz erken olduğunu sezdi ve onlara "Böyle bir şeyi nereden çıkardınız? Padişah'a hiç bir zarar gelmeyecek!" mealinde sözler söyledi. Nitekim, konuşmalarının bir yerinde Rauf Orbay "Karnımda Padişahın nam enini (ekmek parçaları) var. Ben ona ihanet edemem!" diyecek kadar kararlılığını belli ediyordu. Aradan iki ay geçmeden Cumhuriyet ilân edildi!

Rauf Orbay 1950'lerde Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Kâzım Karabekir'in olduğu bir yerde, "Biz olmasa idik, O bunları nasıl olsa yapardı, ama O olmasaydı biz bu işleri asla başaramazdık!" demiştir.

Albay İsmet İnönü'nün, 27 Ağustos 1919'da Erzurum Kongresinden 20 gün, Halide Edip Adıvar'ın aynı mealdeki mektubundan 17 gün sonra, Kâzım Karabekir Paşa'ya gönderdiği mektuptan bir paragraf: "Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettiği, Amerika'ya başvurulsa pek faydası olacağı söyleniyor ki, ben de tamamıyla bu kanaat tayım. Bütün memleketi parçalamadan Amerikan Denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir" diye devam ediyordu. Halbuki Atatürk, Erzurum Kongresinde çoktan, himaye kabul edilmeyeceğini karar altına aldırmıştı bile" Manda ve himaye kabul edilemez!"

03.3. Yeni evli İsmet Bey'in mazereti!

(R RıfkıAtay 'Çanakaya\ 1968, s.208)

16 Mart İstanbul'un işgalinden sonra, Ankara'ya gitmekten başka çare kalmadığını gören ve Saffet Arıkan'la arkadaşlarına katılarak Ankara'ya gelen İsmet Bey (İnönü), Atatürk'ün bana anlattığına göre, 19 Mayıstan önce yeni evlendiğini ileri sürerek Anadolu'ya beraber geçmek teklifini reddetmişti. 1920'de bir defa daha Ankara'ya gelmiş fakat, Ali Fuat Paşa (Cebesoy)'dan dinlediğime göre, Mustafa Kemal, İsmet Bey (İnönü)'e soğuk davranmıştır.

Ancak, Atatürk'ün kendisiyle birlikte yürümeyeceğini bildiği bazı şöhretlere karşı yeni prestijlere ihtiyacı vardı. Fevzi Paşa ile İsmet Bey bu balamdan O'nun çok işine yaramışlardı. Bir ikinci adam olarak, çalışma ve kültür bakımından, en iyisi şüphesiz İnönü idi. Fevzi Paşa da, o da tam hizmet alınacak tiplerdi.

Hâtıralarını anlattığı sırada Atatürk'e bir sual sormuştum. Kuvay-ı Milliye 'ye katılıp katılmamak, erken veya geç katılmak bir zamanlar Ankara'da başlıca tartışma konusu olmuştu.

Bundan bahisle; "Bu meselede yalnız siz hoşgörülü davranıyorsunuz. Hattâ, size karşı İstanbul'da cephe almış olanları bile affettiniz", dedim. Bakışları eski hâtıralara doğru uzaklaşarak ve sislenerek: "İnanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler. Ben, Erzurum'dan İstanbul'a sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa, öyle geldim!" demişti.

Atatürk, hedefine ulaşmak için, herkesten nasıl yararlanabileceğini çok iyi kestirirdi. İnsanları tartmakta ve onlardan azami yararlanmakta çok mahir bir usta idi. İsmet Bey (İnönü), Anadolu'ya geçmek için, Atatürk kadar erken ve cüretkâr davranmamış olabilir ama, ondan sonra Milli Mücadelenin kazanılmasında, Atatürk ilke ve inkılâplarının uygulanması ve korunmasında, Atatürk'ün çok sadık ve vefakâr yardımcısı ve takipçisi olmuştur. Atatürk, "Çankaya'da rahat oturuyorsam, Hükümetin başında İsmet var diye!" diyecek kadar ona güveniyordu.

Atatürk, İzmir suikast teşebbüsünden sonra, bir ara hüzünlenmiş ve "Çocuklar! İleride bana bir şey olursa, İsmet Paşa etrafında birleşirsiniz!" demişti.

03.4. Fevzi Paşa, O'nu tevkif edecekti!

(F. Rıfkı Atay 'Çankaya', 1968, 5.205 ve 206)

Fevzi Paşa (Çakmak) kafa ve vicdan yapısı bakımından muhafazakârdır. Padişaha ve Halifeye bağlıdır. Mustafa Kemalin Anadolu hizmetlerini de bu disiplin çerçevesi içinde görür. Mustafa Kemal askerlikten ayrılarak bir "ferdi millet" olduğu gün, Padişah ve Halifeye karşı isyan bayrağı açmıştır, Fevzi Çakmak hiç şüphesiz ikisinden biri arasında O'nu seçemez !.

Bir aralık Anadolu'da bulunan komutanlar da Ankara'yı değil, İstanbul'u tanımaya davet edildikleri zaman Bursa'da bulunan Yusuf İzzet Paşa (Tengirşek) ve Konya'da bulunan Fahrettin Paşa (Altay) Mustafa Kemal'den ayrılmışlardı. Bunlar belli başlı ordu parçaları idi. Konya'daki kolordu kumandanı Refet Bey'in (General Refet Bele) bir baskım ile kıt'alarının başından alınmıştı. Sonradan bu kumandan dahi, Fevzi Paşa (Çakmak) gibi, Kurtuluş savaşlarında büyük hizmetler görmüştür.

Fevzi Paşa Anadolu'yu İstanbul'a itaat ettirmek ve Mustafa Kemal isyanından ayırmak için, bir aralık Padişahtan Heyet'i nasıha vazifesini üstüne almıştır. Bunda yabancı devlet menfaatlerini düşündüğü pek uzaktan da olsa akla gelemez. Fevzi Paşa bu bütünün parçalanmasında bir ölüm kaderi görür.

Şimdi rahmetli Kâzım Karabekir'in bir hâtırasını dinleyelim: Kâzım Karabekir bu hâtırayı 1946 da İstanbul Milletvekili seçildiği zaman Vali Lütfi Kırdar ve yanındakilere anlatmıştır. Fevzi Paşa dindar tanınmış, iyi konuşur, halk için pek cazibeli bir şahsiyet idi. Sivas'a kadar bir hayli tesir yaparak gelmişti. O vakitler şahsi itibarından başka hiçbir kuvveti olmayan Mustafa Kemal bu yolculuktan kuşkulandı. Fevzi Paşa' yı daha fazla dolaştırmayarak İstanbul'a geri göndermesini Kâzım Karabekir Paşa' dan rica etti. Kâzım Karabekir, Fevzi Paşa'ya yolculuğunun faydasızlığını söyleyerek birlikte yola çıktılar. Yolda, Fevzi Paşa Karabekir' e: "Sen vatansever bir askersin! Eğer Mustafa Kemal itaat etmezse O’nu Padişah ve Halifenin Hükümetine teslim etmez misin?" demiş. Kâzım Karabekir, aynı olayı Ali Fuat Cebesoy'a da şöyle anlatmıştır: "Fevzi Paşa bana, Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşalar muhteris ve menfaat düşkünüdürler, dayandıkları sensin, şunu bil ki, eğer Mustafa Kemal başa geçerse, ilk işi seni ortadan kaldırmaktır. Hattâ, en güvendiğin İsmet Bey (İnönü) ve Samsunlu Şefik Bey de bu fikirdedirler. Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşaları yakalayıp İstanbul'a götüreceğim, sen mani olma!" demişti.

03.5. Fevzi Paşa, İstanbul Hükümetinden yana idi!

(F. Rıfkı Atay 'Çankaya', 1968, s.243)

19 Mart 1920'de Fevzi Paşa (Çakmak) İstanbul'da Harbiye Nazırı idi. Ankara, İstanbul Hükümeti ile haberleşmeyi kestiği için, Bursa'daki Kolordu Komutam Yusuf İzzet Paşa (Tengirşek) Harbiye Nazırı ile görüşmek için kendisine yol verilmeyince görevinden çekildi idi. 19 Martta bir İngiliz torpidosu Harbiye Nazırı Fevzi Paşa'nın emrini getirip kendisine verdi. Emir şöyleydi: "İşgal Kuvvetleri Komutanı Amiral Galthrope, Anadolu, İstanbul Hükümetini tanımamak yoluna girdiği için, daha şiddetli tedbirler alacağım bildirmiştir. Anadolu'da bazı sergerdelerin (Mustafa Kemal Paşa) hareketleri menafıi hakikiyye-i Osmaniyye'ye muhaliftir. Anadolu'da tarafı Şahaneden (sultan) mansup (tayin edilmiş) en kıdemli Kumandan sizsiniz. Harbiye Nezareti'nin emrini, bütün kıt'alara tebliğ ederek, Ordunun İstanbul Hükümetini tanımaya devam etmesini temin ediniz"

Yusuf İzzet Paşa (Tengirşek) emri hemen diğer Kolordu komutanlarına bildirir. İçlerinden Bekir Sami Ankara'da Heyet-i Temsiliye ile görüşeceği cevabını verir. Konya'da Fahrettin Altay, hemen İstanbul'dan gelen emre itaat eder. Bu pek tehlikeli bir şey idi. Hemen hal çaresi bulunmalı idi. Mustafa Kemal, Refet Bey'i (Bele) hemen Konya'ya gönderir. Refet Bey bir istasyon önce treni durdurur. Fahrettin Altay'a görüşmek için haber gönderir. Gelince, sürpriz bir şekilde treni hemen ters yönde hareket ettirerek, Fahrettin Altay'ı enterne eder ve Ankara'ya götürür. Fahrettin Altay yerine, o sıralarda ikinci defa Ankara'ya gelen, İsmet Bey gönderilecektir. Fakat, Fahrettin Altay Mustafa Kemal'in bir saat kadar süren açıklamalarını dinledikten sonra, O'nun emrine girdiğine ve emrinde kalacağına söz vererek görevinin başına döner. Büyük Taarruzda, İzmir'e ilk giren süvari kolordusunun başında Fahrettin Altay vardır!

03.6. Sivas Lisesindeki Çaycı'ya sözleri

(Niyazi Ahmet Banoğlu 'Fıkra ve Nüktelerle Atatürk' 1954, s.38)

Atatürk İstiklâl savaşı için Anadolu'ya geçtikten ve Erzurum Kongresini topladıktan sonra, Sivas'a dönmüş, orada ikinci Kongreyi açmıştı. Bu sırada lise binasında yatıyor, çalışıyor, toplantılar yapıyordu. En basit ihtiyaçlarını bile temin edecek halde değildi. Bazı geceler, sabahlara kadar küçük petrol lambasının cılız ışığında çalışıyordu. Bir aralık, Padişahın O'na Lise binasından çıkmasını emrettiği, baskın yapılacağı, yakalanıp asılacağı hakkında şehirde haberler dolaşmağa başladı.

Atatürk'ün hizmetini basit, fakat temiz ruhlu fedakâr bir Türk genci yapıyordu. Bu delikanlının babası gizli gizli ve sık sık geliyor, oğluna; "Etme, eyleme, evine dön, bugün yarın şehir basılacak! Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanacak ! Onlar her şeyi göze almışlar, sen aileni düşün!" diyordu. Atatürk, bu geliş gidişin farkına vardı. Bir gün delikanlıyı yanına çağırdı ve sordu:
- "Sık sık sana gelen kimdir?"
- "Babam !..."
- "Ne istiyor?"
Delikanlı her şeyi anlattı. O zaman Atatürk, ona doğru biraz daha ilerledi, elini omuzuna koydu ve dedi ki; "Hizmetinden memnunum, fakat baba hakkı büyüktür. Mademki, razı olmuyor, git! Git, fakat babana söyle ki, vatan elden giderse evladın ne hükmü kalır?" Çaycı delikanlı hizmete devam etti.

03.7. Refik Halit Karay, O'na "Sen deli misin?" demişti!

Gazeteci Refik Halit Karay, 1919'da İstanbul'da yayınlanan -ki gerici bir gazete idi- Alemdar Gazetesinde "Kuzum Mustafa! Sen deli misin? Karşında dünyanın en güçlü devletleri var, bu çabaların boşa değil mi?" diye yazmıştı. Padişah kaçınca, Mudanya mütarekesinden sonra bir gemi ile önce Mısır'a gitti. Sonra, Suriye'de Halep'e yerleşti.

Önceleri, Türkiye aleyhine Halep'te "Doğru Yol" Gazetesi'ni çıkardı ve Türkiye'ye gizlice sokarak muhalefet yaptı. Daha sonra, bu işin çıkmaz yol olduğunu gördü. "Vahdet" Gazetesi'ni çıkarmaya başladı. Bu kerre Mustafa Kemal ve Türkiye'nin lehine yazılar yazdı. Türkiye'ye döndü ise de, 1929 yılında inkılâpları hazmedemeyen 150'liklerle birlikte tekrar yurt dışına sürüldü. Hatay meselesi çıkınca, Halep Konsolosluğu aracılığı ile, Fransızlar'la ilgili istihbaratı, Mustafa Kemal'e ulaştırdı. Bu arada "Sürgün" ve "Deli" adlı romanlarını Atatürk'e gönderdi. "Sürgün" romanında, Osmanlı döneminde aklını kaçıran bir adamın, Cumhuriyet döneminde akıllandığı konu ediliyordu. Bu roman, Atatürk'ün çok hoşuna gitmiş, gözleri yaşarmış ve 1935 yılında 150'liliklerin yurda dönüş af kanununu çıkartmıştı.

Refik Halit Karay yurda döndüğünde, "Niye öyle yazdın?" diye kendisine soru soranlara: "Ben normal bir adamım. O sözleri de normal adamlar için söylemiştim! Meğer Atatürk, dahi imiş! Ben O'nun dahi olduğunu nereden bilebilirdim ki?" demiştir.

03.8. Yaveri Mazhar Müfit Kansu bile O'nu terk edecekti!

Erzurum Kongresinden evvel İstanbul Hükümetince, derhal tevkif edilip, İstanbul'a getirilmesi için Kâzım Karabekir Paşa'ya telgraflar gelince, bir ara Baş Yaver Mazhar Müfit Kansu, artık O'nun Kumandanlığından eser kalmadığını düşünmüş olacak ki, Mustafa Kemal Paşa'ya hitaben; "Bendeki evrakları, dosyalan kime teslim edeyim?" demiş ve artık görevinin bittiğini hatırlatmıştı. Atatürk de, hiç kılı kıpırdamadan; "Levazım subayına verirsin!" diye cevaplamıştı. Ancak, bundan sonra da, Mazhar Müfit Kansu, Atatürk'ün yanından ve hizmetinden hiç ayrılmamıştır.



04. OLAĞANÜSTÜ BİR ZAMANLAMA ÜSTADI İDİ

Atatürk, olağanüstü bir zamanlama üstadı idi. Bazen sabır küpü olur, konuyu geçiştirir, örtbas eder ve Hz Eyüp sabrı gösterirdi. Nitekim, Cumhuriyetin ilânını, Halifeliğin ve Padişahlığın kaldırılmasını ve diğer bir çok reformu kafasında "Milli bir sır" olarak saklamış, ancak sırası ve zamanı gelince uygulamıştır. O, meyvaları olgun yerdi ama hiç çürütmezdi. Bazen öylesine aculdü ki, çektiği telgrafların yerine ulaşmasındaki önemi ve kararlılığı anlatmak için üzerlerine; "Bir dakika fevkedilmesi (geciktirilmesi) mucib-i idamdır!" notunu koydururdu.

04.1. Bulgar Türkoloğu Manolof a söyledikleri

(Enver Ziya Karal, "Atatürk'ten Düşünceler", 1969)

Atatürk, 1907 yılında Selanik'te Bulgar Türkoloğu İ. Manolof ile yaptığı ve aşağıda bir özeti verilen konuşmasında, ileride yapacağı bütün inkılâplardan kısaca bahsetmişti. Bu inkılâpların çoğu kafasında vardı ama onları sırası geldikçe bir bir ve tam zamanında uyguladı.

"Bir gün gelecek hayâl zannettiğiniz bütün inkılâpları başaracağım! Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Saltanat yıkılmalıdır! Devlet yapısı mütecanis bir unsura dayanmalıdır. Din ve devlet, birbirinden ayrılmalı, doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak, Batı uygarlığına aktarmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki farklar silinerek yeni bir sosyal nizam kurmalıyız. Batı uygarlığına girmemize engel olan yazıyı atarak, Lâtin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar her şeyimizde Batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi bir gün olacaktır!"

04.2. Madam Corinne'e söyledikleri

(Melda Özverim, 'Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü', 1998, s. 369)

Önce Karlsbad'ta, daha sonra Viyana'da iki ay kadar tedavi gören Mustafa Kemal, o dönemde bir günlük tutmaya başlamış, beş defteri anıları ve düşünceleriyle doldurmuştu. Bazı bölümleri Fransızca olarak yazılan bu günlükte yer alan en kayda değer notlardan biri, O’nun ileride yapmak istediği kadın hakları devrimine ışık tutar. Mustafa Kemal 6 Haziran 1918 günü, günlüğüne şu notları yazar: "Türk kadınının Batılı kadınlar gibi toplumda yerini alması lüzumludur! Kadınlar konusunda cesur olalım, vesveseyi bırakalım! Onların beyinlerini ciddi bilim ve fenle süsleyelim! Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede önem verelim!".

Mustafa Kemal 27 Haziran 1918 günü, trenle Karlsbad'tan ayrılır. İstanbul'da yine Pera Palas Oteli'ne yerleşerek çalışmalarına devam eder. Vakit buldukça, Bursa Sokağı'ndaki konağa gelir. Yorgunluğunu müzik dinleyerek ve sohbet ederek gidermeye çalışır. Annem, (Madam Corinne'nin kızkardeşi Edith) o günlerde Mustafa Kemal'in ablası Corinne ve kendisiyle yaptığı sohbetlerde en çok üzerinde durduğu konunun kadın hakları ve Osmanlı kadınının eğitimi olduğunu anlatırdı. Büyük bir heyecanla, "Kadını kapatmak, insanlık haklarını elinden almak ne demekmiş?" diyen Corinne'e Mustafa Kemal'in cevabı hep aynı olurmuş: "Ben de sizinle aynı fikirdeyim! Bu fikre çok uzun zamandır sahibim ve halletmemiz gereken pek çok mesele içinde en önemlilerinden birinin de kadın hakları olduğunu çok iyi biliyorum! Sabır! Bir gün gelecek onlar da haklarına, kişiliklerine kavuşacaklar!"

04.3. Mazhar Müfit Bey'e Yazdırdıkları

(Mazhar Müfit Kansu, 'Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber', 1936)

Erzurum Kongresi'nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey (Yiğit) ile dertleşmesini sürdürürken, aniden beni uyandırıp yanına çağırdı. Bir süre, sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Mazhar not defterin yanında mı?
- Hayır Paşam!
- Zahmet olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!
Nerede ise sabah olacaktı. Fakat, O’nun yanındayken dünya, gecesi gündüzü olmayan bir âlemden ibaretti. Binaenaleyh, uyku ihtiyacı da yoktu. Hemen aşağıya indim. Not defterimi alıp geldim. O hâtıra defterime ve günü gününe her hadiseyi not edişime memnun olur, hem de bazen lâtife etmekten kendisini alıkoyamazdı. "Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfit'in defteri çok işimize yarayacak!" derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst üste çektikten sonra; "Ama, defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin ! Şartım bu!" dedi. Süreyya da, ben de; "Buna emin olabilirsiniz Paşam!" dedik. Paşa bundan sonra; "Öyle ise önce tarih koy!" dedi. Koydum: "7-8 Ağustos 1919, sabaha karşı!" Tarihi sayfanın üzerine yazdığımdan emin olunca: "Pekâlâ, yaz! Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır! Bunu size daha önce bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir. İki!; Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç!; Tesettür kalkacaktır! Dört!; Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir!" Bu anda, gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu bakış, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. "Neden durakladın?" deyince, "Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var." dedim. Gülerek; "Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!" dedi. Yazmaya devam ettim: "Beş!; Lâtin hurufu kabul edilecek!" deyince "Paşam, kâfi, kâfi" dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın edasıyla, "Cumhuriyetin ilânına kadar muvaffak olalım da üst tarafı yeter!" diyerek defterimi kapadım, koltuğumun altına sıkıştırdım ve inanmayan bir adamın tavrı ile; "Paşam, sabah oldu! Siz oturmaya devam edecekseniz bana müsaade edin!" diyerek yanlarından ayrıldım.

Atatürk, bu dediklerini sırası gelince bir bir gerçekleştirmiş ve Erzurum'da yazdırdığı notlan zaman zaman bana hatırlatmıştı. Çankaya'da akşam yemeklerinde bir kaç defa, "Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine; Erzurum'da tesettür kalkacak, şapka giyilecek, Lâtin hurufu kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defterini koltuğunun altına almış ve bana ne kadar hayalperest olduğumu söylemişti!" demekle kalmadı, bir gün mühim bir ders de verdi. Şapka inkılâbını ilân etmiş olarak Kastamonu'dan dönüyordu. Ankara'ya avdet ettiği anda otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce, gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisi'nin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne! Fakat, kendisim karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisi'ne de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden: "Azizim Mazhar Müfit, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?" deyiverdi. Bu bir latifeydi, ama Erzurum'da hayalperestlik yapmayalım diye O'nun yazdırdığı notları önemsemediğimi çağrıştıran ve mahcup eden bir lâtife...

04.4. "Sabret onun da zamanı gelecek!"

(Niyazi Ahmet Banoğîu,'Nükte ve Fıkralarla Atatürk', 1954, s.86)

Meb'us Osman Zade Hamdi anlatıyor :
"Rahmetli Ziraat Vekili Sabri Toprak Milli Mücadelenin ilk yıllarında Posta ve Telgraf Umum Müdürü iken, İstanbul'dan hatta dünyadan haber alabilmek için sık sık ziyaretine giderdim. Bir gün, yine böyle, makamında otururken, Sultan Vahidettin'in Sevr'deki Heyeti Murahhasa'ya çekmiş olduğu bir telgrafın sureti elime geçti. Vahidettin bu telgrafında, Sevr'deki Heyeti Murahhasa Reisi Damat Ferit Paşa'ya hulasaten: "Muahedeyi Her ne pahasına olursa olsun imza edin ve gelin!" diyordu.

Bunu görünce, beynim attı. Hemen, Büyük Millet Meclisine gittim. Kaleme sarıldım: " Memleketin ne kadar uleması varsa hepsini toplayıp, vatanı parça parça eden bu Sevr muahedesini göstererek, bunu imza ve kabul eden Halife ve Padişahı hal kararı alalım!" diye bir takrir yazarak, Riyasete sundum. Meclis Riyaseti makamında, Hasan Fehmi Bey oturuyordu. Bu takriri görür görmez, rengi atmış: "Ne yapıyorsun sen?" diye bir lâhzada hasır altı etmişti. Sinirlendim amma, ses çıkarmadım. Ferdası günü, yine aynı takriri verdim. Bu sefer Meclise doktor Adnan (Adıvar) riyaset ediyordu. O da, takriri okur okumaz, cebine atarak, "Böyle şey olmaz!" demişti.

İşte o sıralarda, Mustafa Kemal Paşa ile koridorda karşılaştık. Beni görünce o kendine mahsus samimi haliyle; "Çocuk !.." diye eliyle işaret ederek, yanına çağırdı: "Sen ne yazmışsın?" diye sordu. "Yazdım Paşam! Çok müteessir oldum da O’nun için. Kimin malını kime veriyorlar? Bu Sevr Muahedesini nasıl imzalarlar? Kastamonu’dan başka bir yer kalmıyor bize... Bu nasıl olur?" Hiç unutmam, o masmavi gözlerinde, sanki şimşekler çakıyordu, bir adım daha yaklaşarak gözlerimin içine baka baka: "Yoo... Olmaz! Sen beni kürsüde konuşurken dinlemedin mi? Ne demiştim. (Padişahımız Halifemiz Efendimiz hazretleri bu gün İngilizlerin elinde esirdir) demedim mi? İşitmedin mi bunu? Ben bunu söylerken ne demek istedim. Bu gün vaziyetin iç yüzünü bilmeyen bütün Anadolu, bütün memleket Padişaha bağlı... Biz de onlara uyarak, Padişah'a bağlı görünmek mecburiyetindeyiz !. Yoksa, takririn kabul edilmiş olsa, Anadolu’yu baştan başa aleyhimize ayaklandırmış oluruz. Amma sen haklısın... Yalnız biraz sabret !... Merak etme, O’nun da zamanı gelecek!" dedi. Sükunetle, "Peki Paşam!" dedim.

Nitekim, O’nun da zamanı bir süre sonra geldi ve bütün Meclis bir yanardağ gibi feveran halinde, alkışlarla ve büyük bir heyecanla Cumhuriyeti ve Hanedanın hudut dışına çıkarılmasını kabul etti. Benim vermiş olduğum takrir o gün Meclise arz olunsa idi, bir çoklarının isyanına neden olurdu. Her şeyin olduğu gibi bunun da en iyi zamanını gene O bilmişti.

04.5. Lâtin alfabesini üç ayda uygulattı

(Falih Rıfkı Atay "Çankaya", 1968, s.440)

Halkın kültür bakımından yükselmesine başlıca engel olarak Arap harflerini görüyordu. Kararını daha 1927 de vermiş, 1928 kış aylan hazırlıkla geçmişti. Olaylar O'nun haklı olduğunu bir kez daha gösterdi. Lâtin harflerinin kabulü için, İsmet İnönü'nün başkanlığında bir komisyon kurulmuştu. Komisyon çalışmalarını bitirince, sonuç raporunu İstanbul'da Atatürk'e ben getirdim. Uzun uzun tetkik etti. Konuştuklarından bir takımı "q" harfinde ısrar ediyorlardı. Hattâ, bir aralık Atatürk bu tâvizde bulunmağa karar verdi. Ertesi günü vazgeçirdik. Atatürk bana sordu: "Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?" "Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var. Teklif sahiplerine göre, ilk önceleri iki yazı bir arada öğretilecektir... Gazeteler yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek mektepler için de tedrici bazı usuller düşünülmüştür." dedim. Yüzüme baktı. "Bu iş ya üç ayda olur, ya hiç olmaz!" dedi. Hayli radikal bir inkılâpçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştım: "Çocuğum! Gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu bizim yazı da Enver'in yazısına döner. Hemen terk olunuverir." dedi. Böylece, Lâtin harfleri kabul edildi. Hem de halkın içinde, O'nun oyu alınarak... Atatürk Başöğretmen oldu. Anadolu'yu baştan başa dolaştı. Gezilerinde halka dersler verdi, sınav yaptı... Halk okulları açıldı, bir buçuk milyon cahil insan okuyup yazma öğrendi.



05. EĞİLMEZDİ, GURURLUYDU ve KENDİNDEN ÇOK EMİNDİ

05.1. Birdirbir oyununda başını eğmedi

(F. Rıfkı Atay "Çankaya", 1969, s.21)

Çocukluk ve ilk gençliği hikâyesini bitirmeden önce Mustafa Kemal'in çok onurlu olduğunu söyleyelim. Mahallesinde sokak oyunlarını seyreder, fakat katılmazdı. O zamanki arkadaşlarından birinin anlattığına göre bir gün komşu çocukları birdirbir oynuyorlarmış. Kendisini de çağırmışlar: "Gel, sen de oyuna" demişler. Mustafa " Peki!" demiş ve olduğu yerde ayakta durmuş. Arkadaşları "Ama eğil ki, atlayalım!" demişler. Mustafa başını sallayarak: "Ben eğilmem! Üstümden böyle atlayabilirseniz, atlayın!" diye cevap vermiş.

05.2. Alman İmparatoru ile tokalaşırken...

(Kemal Anburnu, "Atatürk'ten Anılar" 1976, s.32)

Mustafa Kemal, Veliaht Vahdettin'in maiyeti ile birlikte Almanya seyahatinde idi. Kaiser Wilhelm Veliahtı otelde ziyaret edecekti. Hikâyeyi Gazi Mustafa Kemal'in ağzından dinleyelim:

Kaiser'in Veliaht hazretlerini, ziyarete gelmekte oldukları bildirildi. İmparatorun istikbaline şitap ettik. Kaiser salona dahil oldu. Hep beraber oturduk , İmparator hakikaten centilmence konuşuyor, sadık, vefakâr Osmanlı Devletinin çok kıymetli bir Alman müttefiki olduğundan ve bilhassa Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretlerinin bu dostluğun kıymet ve yüksekliğini anlayarak çalıştığından, Alman Başkumandanlık ve Erkân-ı Har biyesinin bu güzide zata fevkalâde emniyet ve itimat beslemekte olduğundan bahsediyordu. Ben, Vahdettin'in sağında idim. Naci Paşa, tam karşımızda bulunuyordu. İmparator solunda idi. Takriben şu sual Naci Paşa lisanı ile Vahdettin tarafından İmparatora soruldu:

"Türkiye'nin Almanya'ya sadakat ve vefasından, yakın âtide Alman müttefiklerinin saadete kavuşacaklarından bahseden beyanatı Şahaneleri, Osmanlı Devletinin yarınını düşünmek vaziyetinde bulunan âcizlerinde büyük bir inşirah ve teselli uyandırdı. Ancak, vaziyeti umumiye yi anlamak ve tetkikten sarfınazar ederek, bir noktayı daha vüzuhlu anlamak ihtiyacındayım. Türkiye'nin kalbgâhına tevcih olunan darbeler tevkif olunmaksızın ilerlemektedir. Eğer bu darbeler muvaffak olursa, Türkiye mahvolacaktır. Bu darbeleri tevkif için kâfi teminat ifade eden beyanatınızı dinleyemedim. Lütfen bu hususta beni biraz tenvir ve tatmin buyurur musunuz?"

Bu sual üzerine İmparator oturduğu sandalyeden derhal ayağa kalktı. Şöyle bir hitapta bulundu :

"Türkiye'nin muhterem Veliahdı, anlıyorum ki, sizin zihninizi teşviş edenler var. Ben Almanya İmparatoru size âtiden, muvaffakiyeti âti yeden bahsettikten sonra şüpheniz kalır mı, kalmalı mı?"

Yanında oturduğum Veliaht derhal müspet cevap vermekle beraber, endişesinin zail olmadığını da ilâve etti. İmparator, kalktığı sandalyeye oturmadı ve bizi terk edeceğini nezaketle ima etti. Salonun kapısına doğru yürüdü. Vahdettin ve arkasından bizler, Kaiser'i salonun kapısından dışarı çıkarttık. Kaiser sola doğru giden bir koridordan yürüyecekti. Ben, Kaiser'in hoşuna gitmediğimi anladığım için makûs koridora doğru ve biraz uzakta durdum. İmparator, Veliahdın ve müteakiben ona yakın bulunan Naci Paşanın ellerini sıkarak uzağında bulunan bana baktı ve müteveccih olduğu koridor istikametinde yürümeğe başladı.

Benim elimi sıkmamıştı. İmparatorun hakkı vardı. Veliaht'ın herhangi bir Generalin elini sıkmak için O’nun ayağına mı gelecekti? Lâzım değil midir ki, bu General, İmparator tarafından eli sıkılmak şerefini ihraz için biraz istical etsin? Bu kusurumu itiraf ederim! Bilmem neden durgun, harekete iktidarsız, sabit ve dalgın bir vaziyet almıştım. İmparator iki üç adım yürüdükten sonra tekrar geri döndü, bana yaklaştı: "Af edersiniz, sizin elinizi sıkmamıştım!" Elimi uzattım, çok nazik ve âlicenaba ne iltifatlarına mazhar oldum.

05.3. "Burada ev sahibi biziz!"

İstanbul'un işgal günleri idi. Başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal kumandanları Pera Palas Salonu'nun bir köşesinde otururlarken, başka bir köşede oturan Mustafa Kemal nedense onların dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruştururlar. Mustafa Kemal denir. Onlar için Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı'nın en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale Harpleri'nden bahseden ve daima Mustafa Kemal'in isminde düğümlenen kitaplar ve yazılar o zaman bile azımsanamayacak kadar fazla idi. Kendisine haber göndererek masalarına davet ederler, ama Mustafa Kemal'in cevabı hem nazik, hem kesindir: "Burada ev sahibi olan biziz ! Kendileri misafirdirler ! Onların bu masaya gelmeleri gerekir!"

05.4. "Bir kongre daha toplardım!

Sivas Kongresinin açılışına çok az bir süre kaldığı sırada, başta Rauf Bey (Orbay) olmak üzere, Mustafa Kemal'in Kongre Başkanlığına seçilmesini istemeyen bir grubun kulis faaliyetin de olduğu görüldü. Bu grup, İstanbul Hükümeti tarafından istenmeyen Mustafa Kemal'in isminin, Milli mücadeleye yarar yerine zarar verebileceğini, Milli bir hareketin kişisel çıkar çatışması izlenimini yaratabileceğini düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa zorlu anlar ve günler yaşadı. Fakat, sonuçta o güzel belagatı ve inandırıcı sözleri ile Kongreye Başkan seçilmeyi başardı.

Yıllar sonra, keyifli bir anında, Atatürk'e sordular: "Sivas Kongresinde sizi Başkan seçmeselerdi ne yapardınız? "Cevabı basit ve kısa idi: "Bir Kongre daha toplardım!"

05.5. Roma'da Mussolini'yi istasyona getirdi!

(F. Rıfkı Atay, "Çankaya", 1969, s.550)

İsmet İnönü İtalya'ya resmi bir seyahat yapacağı vakit, Atatürk: "Sen Türkiye'nin Başvekilisin. Mussolini de resmen İtalya'nın Başvekilidir. Arada hiçbir fark tanımayacaksınız" demişti. Yolda idik. İlk verilen programa göre Mussolini istasyona karşılamaya gelmiyordu. İnönü Roma'da yerleştikten sonra karşılıklı ziyaretler yapılacaktı. Atatürk'ün talimatı üzerine, Türk Heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini İtalyan protokolcülerine haber verdi. Trende bir telâştır, gitti! Roma'ya vardığımız zaman İtalyan Başvekili Mussolini, sırtında ceket atayı ve başında silindir şapkası ile Türkiye Başvekilini bekliyordu!



05.6. Kendini unutturmak isteyeceklere sözleri

(Münir Hayri Egeli'nin hatıratından)

Kendinden ne kadar emin olduğunun ifadesini Atatürk'ün ağzından bir kere daha dinleyelim: "Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkâr edenler ve bana taan edenler çıkabilir. Hattâ bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidir ki, bu fikirler, Hind'den, Mısır'dan döner, dolaşır gene gelir, feyizli neticeleri kalpleri doldurur!" 1937, Atatürk


Semih S. TEZCAN

29.10.2001