PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Başka Türlü Yalnızlık


Hasret
01-06-2009, 15:49
Yapraklarımı usul usul dökerken… Durup dururken geldi aklıma bu öykü. Hiçbir şey anlatamamanın öyküsü bu. Kalakalmanın öyküsü… Entropi(1)… Her şeyin birdenbire yitmesinin, zamanın ve mekânın duruvermesinin öyküsü…

Uzaktaki dalgaların balkımasına(2), köhne sokak aralarına -ki hepsi denize çıkacak-, yorgun şehirleri bekleyen; sigara, otobüs bileti satan büfecilerin, cisimsiz bir aygıttan emekli olup ölümü bekleyen memurların; korkuyla, itaat etmeye alıştırılarak büyütülen çocukların, ev kadınlarının- evler hep dört duvar- , mahpusların ve çöpten karton, şişe toplayıp küçük bir yaşam amortisi kazanan, kazanmaya çabalayan insancıkların o müthiş dirençlerinin balkıyan dalgalara karışmasına adanmış bir ömrün izdüşümü…

Sessizlik işte böyle çığ gibi geliyordu başka türlü zamanlarda. Bir gece geç vakitte, üçüncü el bir kanepede uyuyup; gündüzleyin, gün doğarken, çatı güvercinleri şehri tavaf ederken uyanıyordum. Bir el, ucuna uzunca bir şerit bağlanmış bir sopayı havaya savurup sonsuzluk tasvirleri çiziyor; bütün güvercinler aynı istikameti izlemeye çalışıyordu farkında olmadan, şartlanmışçasına. Bizler otobüs duraklarında, aynı hareketin tesiriyle; gitmek zorunda olduğumuz yerlere gidecek otobüsleri bekliyorduk.

Aslında hep beklemedeydik bir otobüs gelecek, yeni bir şeyler olacak diye. Hiçbir şey olmuyor, otobüsler hep gecikiyordu. Gelenler ise aynı yöne gidiyordu hep. Beklerken; durağın yanı başındaki büfeci henüz gelmiş oluyordu iki metrekarelik dünyasına.

Beni öte dünyaya taşıyan otobüsten inerken aklımda hep güvercinler vardı nedense. Kuş olup uçmak istiyordum sanki. Yokuşu tırmanıp yüksekçe duvarların sokakla kesiştiği yerdeki büyük demir perdenin önünde durdum. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Buraya nasıl gelmiş olduğumu bile unutmuş gibiydim. Demir perde gürültüyle açıldı. Karşımda “Sayrılar Evi”nin iri gövdeli, tedirgin bakışlı bekçisi duruyordu elinde sopasıyla. Beni başıyla hafifçe selamlayıp demir perdeden içeri aldı. Artık öte dünyada, “Sayrılar Evi”ndeydim. Geri dönüş yoktu artık. Son bir defa başımı çevirip perdenin yeniden gürültüyle kapanışını izledim. Duvarın dışındaki dünya giderek ince, belirsiz bir hat halini aldı ve sonunda kayboldu.

Yüksek duvarlarla çevrili geniş avluda nereden geldiğini anlayamadığım bir uğultu duydum. Binlerce çocuğun hayaleti yürüyordu, koşuyordu sanki çevremde. Zaman, belirsiz bir hayal gibi yankılanıyordu beton duvarlarda; yankılanıp duruyordu ansızın.

Sonra çocukların sesleri uzaklaştı birer birer. Yapayalnız kalmıştım avluda. Tek duyabildiğim tarihsiz bir akasya ağacının rüzgârda çıkardığı belli belirsiz ıslıktı. Bu ıslık havada efsunlu bir dehliz açıp zamana sıkışmış geçkin bir çocukluk anısının başka bir avlusuna götürdü beni bir an. Bütün zamanlarım birbirine karışmıştı artık. Sis çökmüş bir avluda parasız yatılı bir çocuk oluyordum önce; yaprak dökmeyi, eprimeyi (3) öğreniyordum. Galiba erken büyüyordum. Ben, bütün sokaklarım denize çıkacak diye umut ederken demirden bir perde açıldı ve bu oyun yerine geldim neden ve nasıl olduğunu anlamadan. Büyük oyunların, oyuncuların arasında; zamansız, kasvetli avluların ortasında büyüdükçe, giderek en büyük oyunu; yaşamın kendisini gördüm.

…ve giderek daha da trajik bir hal alıyordu görüp de bir parçası olamamak, bilip de oynayamamak bu en büyük oyunu.

Sonunda “Sayrılar Evi”ndeydim işte. Düşlerle gerçekler bir daha hiç ayrılmayacaklardı birbirlerinden. Birinci katta, demir parmaklıklı bir pencereden öylece, hareketsiz bakakaldım geniş avluya.

Alıntıdır