PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Son Durağı Olmayan Astral Seyahat


Hasret
12-16-2008, 14:13
Geçmiş’e ulaşmak için
tasarladığım o şehirlerarası otobanda son süratle yol alırken,
aniden el frenini çekti önümde seyreden gece..

Başucuma konuşlanan yıldızlar; gözlerimdeki sarp uçurumlardan yuvarlanarak, teker teker karanlığı boyladılar neticede. “Ben bu kıyameti daha önce de gördüm.” desem, yer gök lal kesilecekti o an. Cebrail bana “Mahşerin dört atlısının da ganyanı yüksek, bakalım fotofinişi ilk kim göğüsleyecek?” muammasını ne zaman danışsa, dilim damağıma yapışırdı. Yani susardım ölesiye, yani sessizliğe gömülürdüm bütün tabiatımla. Çünkü benim şansım hiç yaver gitmezdi böyle talih gerektiren konularda. Şeytanın bacağının kırılmasından öte, daima azapta kalmasından hatta oradaki yerinin günden güne sağlamlaşmasından yanaydım. Ve yol beni olanca hızıyla, hatıraların yarattığı o derin girdaba sürüklüyordu. Eninde sonunda sana geliyordum!

“Bir varmış ki sonra hiç yokmuş… Evvel zaman içinde, kalburun samanlıkta kayboluşu esnasında belki. Evimizi sürrealist akıma açışımızın heyecanı sürerken, mercimek fırında kısık ateşte bekletilirken, Anneannem beşiğimin dibinde menopozunun son demlerini yaşarken, uykusuzluğum yorgan için koskoca pireyi yakarken ya da 'Yok deve!' deyimi günden güne yaygınlaşırken işte; gecenin baskılarına daha fazla dayanamayarak dâhil etmiştim seni alevden masalıma… Bence Uyuyan Güzel’in güceneceği herhangi bir şey yoktu. Sonuçta göreceli bir kavramdı güzellik. Ve ben seni, pipisi pantolonunun fermuarına takılmış bir çocuğun gözlerindeki o telaşla sevmiştim. Aşkın güç koşulları nedeniyle incelen ipin, aramızdaki hengâmede koptuğu an tam da buydu!”
Yol arkadaşım olan hikâyenin başlangıç satırlarıydı bunlar… Öyle ki kitabın sözünü kesmemle beraber, içime ‘sen’ düşüyordun tekrar. Mevcut trafik kurallarının hepsini alt üst ederek ilerliyordu gece. Spontane gelişen bir oyunu andırıyordu her şey. Zaten seninle ben gayri ihtiyarî, dünya sahnesindeki temsili iki hayattık. Abartı olmasın ta ilk çağlardan bu yana hep söylemiştim; -Gözlerin karanlık dönemin en önemli iki keşfiydi bence! O iki ilahi kıvılcımın fark edilmesinin ardından, ateşi aramak tamamen lükse girmişti. Seni hiçe saymak tarihin gördüğü ilk insanlık ayıbıydı, hatta senin mucizeni es geçmek en büyük hatay’dı. Yüzündeki inançlı ifadede kilise çanları ile ezan sesleri birbirine karışırdı, yani medeniyetler buluşmasıydın sen de bir bakıma. “Saçlarını dağıtma öyle uygarlığa dert olur. Sen iyisi mi esmerliğini topla! Yoksa yedi cihanda topyekûn kıyam olur!” demiştim ki sana, sanırım haklıydım da… Vakit kaybetmemeliydik bu sevdanın kurtuluş mücadelesinde, oysa sen sırdaşımız olan takvimleri bile dinlemedin… Yazgımıza isyan bayrağım rengini o kavruk teninden almıştı, oysa bu onurlu yürüyüş hiç de umurunda değildi senin. Ben bunca zaman levanten akreplerle, şuursuz yelkovanlarla didiştim durdum. Sırf beraber yaşadığımız bir an ölümsüzleşebilsin diye; kim bilir mutluluğun varlığını kanıtlayayım ya da sırf hayatın akışına muhalif olayım diye, saatleri ileri almaya çalışan bir meleği alnının ortasından vurdum! Tamam göreviydi bu, ayrıca bizim kesişmeyen kaderlerimiz de kesinlikle onun suçu yoktu. Ama şiddetin müthiş cazibesi beni kışkırtmıştı ve hasbelkader nöbetteki o manevi elçinin günahına girdim… O sıra arafta; cennetle cehennemin tam da paralelinde, hareket halindeydim. Doğru, her seferinde seni teğet geçiyordum ustalıkla… -ki medeni durumumuz bundan ibaretti. Ve yol beni var gücüyle proje aşamasındaki bir bilinmezliğe savuruyordu. Muhakkak ki, sana varmak üzereydim!

“Hâlâ mazgalları kumbara sanan çocukluk unsurları var mıdır, bilmiyorum. Hâlâ masumiyetini o denli muhafaza edebilmiş düşler kalmış mıdır ya da... Ben şimdi o mazgallara ne kadar 'bozukluk' atsam da, hayatın bana kestiği faturaları ödeyip de masumiyetimi geri alamıyorum. Azrail'den borç harç bir umut edinmiştim, o gün bugündür ne yapsam da bir türlü bu iyiliğin altından kalkamıyorum…”
Takriben düğümün çözüldüğü kısmındaydım yol hikâyemin. Seni zihnimin en güzel yerlerinde gezdirmeyi de ihmal etmiyordum elbette, bu kitabın sayfalarını aşındırırken… “Aşka kat çıkıyorduk kaçak, sadece dolunayın bildiği bir kaçamak!” benzeri kafiyeli dizeler dolanıyordu zihnimde, ne yazık ki not defterime tek harf yazmaya dahi takat bulamıyordum. Tedavimi aksattığım süreçlerdendi, heybemdeki kelimeleri de bir hayli aksatmıştım haliyle. Tabii bir de yüreğimi... Aslına bakarsan ben sana dair hislerimi; zamane aşklarının maneviyatından uzak tutmayı düşünüyordum hep. Bana göre siyahın tüm renklerle düşüp kalkması alışıldık bir eylemdi de, beyazın aynını yaparak siyahı aldatması şu aralar yaşanılan absürtlüğü de özetliyordu. İhanet de dâhil, canımı acıtmanın milyon çeşidini öğrenmiştim senden. Öyle ki sol elin omuriliğime inen en ılımlı darbeydi. Ya da şöyle diyeyim dokunuşlarının benim içerimde kopardığı fırtına, şehrin şahit olduğu en son arbedeydi. Avucunda hiçbir cinayete yakışmayan acemiliklerle girerdin koynuma. Delil bırakmadan süren seri sevişmelerimizin, yüzyıl savaşlarını anımsatması kimin kabahatiydi sence? Velev ki; asparagası ilke edinmiş medya sayesinde sen sokaklara korku salan bir caniydin, ben ise yalnızca bir maktul. Oysa o frekansları bozuk televizyon kanallarında rastladığın karıncaları bile incitmeyen bir mizaca sahipti senin kalbin. Garip olan şu ki, barışçıl yanların sürekli ört bas ediliyordu. “Gerçeği haykırmanın mümkün olmadığı o diktatör akşam, sanki aramızda duran boğazı kesilmiş bir ahkâm!” yine defterime not aldıklarımdan bu satırlar da. Seninle alakalı ne çok yarım kalmışlığım olduğunu tahayyül ederken yazmıştım evet. Asırlar sonra hep benimle anılacağını umduğum suskunluğumu haber verircesine kâğıda dökmüştüm bu harfleri de… Anlayacağın artık kalemime de hükmedemiyordum sen konusunda, açıkça belliydi işte. Gece lehçesi düzgün bir mola yerinde soluklanırken; ben de Geçmiş’e eriştiğimde neleri geri kazanabileceğimi düşleyerek, düşünce hızımı iyiden iyiye arttırdım. Ve yol bütün gayretine rağmen; nihayetinde beni ancak sensizlikle sınanacağım bir coğrafyaya getirebildi. Anladım ki sen, imkânsız’ın sözlük açıklamasıydın. Ve hiçbir yol sana çıkmıyordu!

“-Bu nikâha itirazı olan varsa ya şimdi konuşsun ya da sonsuza kadar sussun!
-Bir ölüyü dikkate alır mısınız memur bey?”
Sözleriyle sonlandı yol hikâyem, ben de kahramanı olduğum kitabı öfkeyle kapattım. Yine küfürlerimin bini bir paraydı, susarak hepsini derinlerime sakladım. Çok yaşlandım bu çok uluslu, çok şaşaalı, çok tanrılı gecede… Ömrümden ömür gitti! Sıradaki intiharı kendime armağan edeyim istedim. Öleyim istedim olabildiğince yalnız. Yek başıma, tek tabanca! Detone bir revolver çığlığıyla uyandım o an, yarasını cemil cümleden gizleyen kimsesizliğimden…

Bitmesi muhtemel rüyalardandı, bitti de…
Geçmiş’e ulaşacağımı sanmıştım, sana ulaşacağımı sanmıştım.
Keza dünya, arkası yarın vaatleriyle kandırmıştı beni.
Ya bir daha hiçbir şekilde gün doğmadı ya da ilahi adaletin marifetli bir yalanıydın sen de. Sanki Tanrı birden o incecik parmaklarını şaklattı ve;


Dedim ya, -Uyandım!