PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Niçin Herşey Bu kadar Güzel


Hasret
12-15-2008, 14:29
Eğer yumurtadan henüz çıkmış bir civcive dikkat edecek olursanız, ilk olarak sizi etkileyecek şey ne onun işitmesi, ne görmesi, ne tüyleri, ne sesidir. Adını ister koyun, ister koymayın, o varlığın bütününde ortaya çıkan bir sevimlilik, bir tatlılık, bir sıcaklık vardır ki, görenleri büyüleyiverir. Onu avucunuza almak, tutmak, okşamak, sıkmak, öpmek istersiniz. Hattâ bütün bunları yapsanız, yine tatmin olmazsınız. Bir küçük civciv, kalbinizden ve ruhunuzun derinliklerinden pek çok şeyi peşi sıra sürükler, yine de daha fazlasını ister. Nedir o sizi bütün varlığınızla büyüleyen, kalbinizi ardından sürükleyen şey? Nasıl birşeydir o sıcaklık? Az öncesine kadar hiç görmediğiniz, bilmediğiniz bir küçücük can parçasıyla görür görmez sizi tanıştırıp kaynaştıran nedir?
Başlangıcıyla omletlik bir yumurta sarısı, sonu itibarıyla bir dünya dolusu muhabbet-eğer o şeyin maddesini soruyorsanız.

Eğer o mektubun anlamını soruyorsanız, bir çağrı.
O dile gelen bir güzelliktir, kaynağını anlatır. O cisme bürünmüş bir sevgidir, kaynağına çağırır. O tepeden tırnağa bir şefkattir, bir dünyayı anlatır.
Eğer herşeyi bütün incelikleriyle bilen, herşeyi bildiğini size bildirecekse, bunun sayısız yolları vardır. Niçin civciv gibi mâsum ve muhteşem bir güzelliği seçsin?
Eğer civciv tek başına kanaat vermiyorsa, çevirin gözünüzü kâinatın herhangi bir köşesine. Ovaları, dağları, denizleri, ormanları dolaşın. İster tek tek, isterse toplu olarak bakın gördüklerinize. Hangi şeye dikkat etseniz, o güzelliğin ayrı bir pınar halinde akıp geldiğini göreceksiniz. Dünya gibi milyonlarca gezegeni yutacak büyüklükteki dev alev topları bile semada dizilirken o dehşeti bir yana atmış, en tatlı ve renkli tebessümlerini takınmışlardır. Bütün kâinat, bir sınırsız güzelliğin ve bir sonsuz muhabbetin tebessümüyle belirir karşınızda. Ama tek bir tebessüme razı olmaz o sonsuzluk. Onun için yerde ve gökte bu kadar çok şekilde karşımıza çıkar. Bazan bir gül olur, bazan bir gün batımı, bazan bir yıldız, bazan bir bahar, bazan deniz, bazan bir dünya, bazan da bir civciv.

İşte, bir yumurta sarısını bir âleme çeviren sır burada saklıdır. O sır, bir kâinat dolusu maddeyi de yıldızlarıyla ve çiçekleriyle, dağları ve denizleriyle sürekli olarak gülen ve görünmez âlemlerden nimetler taşıyıp sayısız nefislere sunan bir dünyaya çeviren sırrın tâ kendisidir.
İşte, civcivin tüyleri üzerinde fırça darbelerini gördüğünüz tasvir edici ismi tecellîye sevk eden, o güzelliktir.
Civcivin ses tellerinden bir muhabbet bestesini bize sunan fiillerin ve isimlerin arkasında da yine o güzellik vardır.
Civcivin herbir zerresini bir uçuş için plânlanıp yaratılışında, yine bir sınırsız ilmin sonsuz güzelliği belirir.

Hayat zaten bir güzelliktir ki, toprağın derinliklerine varıncaya kadar bu gezegende sızmadık bir yer bırakmamıştır.
Hangi fiilin, hangi ismin ışığı altında kâinata bakacak olsanız,onu bir güzellik ve bir muhabbet rengi altında seyretmiş olursunuz. Bütün varlık âlemine yayılmış ve onun her tarafını istilâ etmiş olan o güzellik ve o muhabbet, bazan süzülür, süzülür, avuç içi kadar bir yaratıkta hemen hemen bütün özelliklerinden parıltılar taşıyacak bir şekilde beliriverir.
O an, bir civcivin gagasıyla yumurtayı deldiği andır.
O yumurtadan çıkanın bizi büyüleyişi ondandır.
Onu sevmekle, okşamakla, öpmekle doymayışımız bundandır.
İnsan kalbini bir küçücük yaratığın peşinden sürükleyen sır da bundan başkası değildir.
Mektuplar açılıyor
Bir civciv bir mektuptur. Özenle yazılmış, süslenmiş, canlandırılmış, seslendirilmiş, gönderilmiştir. Gönderenin adıyla başlar. Her sayfasında Ondan haberler verir. Bütünüyle ve ayrı ayrı her satırıyla, her kelimesiyle bir sınırsız güzelliği anlatır, bir muhabbet akıtır okuyanlara.
Ve bir çağrıyla biter mektup.

Gül dalında açan bir tomurcuk, bir mektuptur. Özenle yazılmış, süslenmiş, renklendirilmiş, bir parfüm sürülmüş ve gönderilmiştir. Gönderenin adıyla başlar. Her sayfasında Ondan haberler verir. Bütünüyle ve ayrı ayrı her satırıyla, her kelimesiyle bir sınırsız güzelliği anlatır, bir muhabbet akıtır okuyanlara.
O da bir çağrıyla biter.
Düşen bir yaprak bir mektuptur. Esen rüzgâr bir mektuptur. Koşuşan bulutlar birer mektuptur. Bir ot, bir kuzu, bir akarsu, bir yıldız, bir mercan kayalığı, bir dağ yamacı, bir karınca, bir kartal, bir galaksi, bir hava zerresi—varlık âleminde ne varsa, hepsi bir mektuptur. Hepsi bir münezzeh güzellikten haberler taşır kendi diliyle, herbiri bir muhabbet deryasından pınarlar akıtır kendi halince.
Ve hepsi bir çağrıyla biter.
İnsan hangi bir güzelliğin peşine takılsa Onu bulur—eğer sağa sola sapmazsa.
Balarısını tâ uzaklardan çağıran ve renkleriyle desenleriyle, onu nektarın kaynağına kadar çeken çiçekler gibi, kâinattaki san’at eserleri de insanı kendisine çağırır, ona sayfalarını açar, okuta okuta onu bir muhteşem güzelliğin kaynağına çeker.
Bu çağrılar her zaman, her yerde, her tarafımızdan tekrarlanır, durur. Fakat biz yanlış çiçekleri koklama alışkanlığımız yüzünden, çoğu defa yolumuz üzerindeki binlerce çiçeğin tebessümünü görmeden gelir geçer, nereye davet edildiğimizin farkına bile varmayız.
Oysa çağırıldığımız yer, hemen yanıbaşımızdaki cennetten başkası değildir. Ve insan olmanın farkını dolu dolu yaşayabileceğimiz yer de hemen burasıdır. İnsan olmak ise, bir beşer olarak sahip olduğumuz maddî vücudun ve onun yeteneklerinin ötesinde, Yer ve Gökler Rabbinin bu âlemdeki çok özel bir konuğu olmak ve Onun çok özel iltifatlarına erişmek gibi bir anlamı ifade etmektedir. Çünkü kitabımızın ilk bölümlerinde ele aldığımız ve kâinat ile insan üzerindeki tecellîlerini karşılaştırmalı olarak incelediğimiz “terbiye” hakikati, insanın böylesine özel bir görev için hazırlandığını ve donatıldığını göstermektedir. Bu özel görev ise, kendi Yaratıcısının sıfatlarını ve şuunatını tanımaktan daha aşağıda bir iş değildir. Bundan daha aşağıdaki hangi meşgale insan hayatı önünde bir hedef olarak konsa, onun değerini hiçe indirmiş sayılabilir.

“Civcivin sevimliliğinin arkasında bir rahmet, bir muhabbet, bir güzellik var” diyebilmek için, yahut böyle birşey söylendiğinde anlayabilmek için, insanın sahip olduklarına sahip olmak gerekir. Gül bir güzelliği sergiler, ama neyi sergilediğini bilmez. Bülbül neye âşık olduğunu bizim kadar bilmez. Civcivin dile getirdiğini, yıldızların tasvir ettiğini, sabahın ve gecenin, baharın ve kışın gösterdiklerini anlayacak olan o varlıkların kendileri değil, insandır. Şurası rahatlıkla söylenebilir: Eğer dünya üzerinde insan olmasaydı, yerde ve gökte beliren bu muhteşem maddî ve manevî güzellikler bir seyirci ve yorumcudan mahrum kalırdı.
İşte biz, öylesine bir yer işgal ediyoruz kâinatta.
Kâinatta ne tür bir güzellik varsa hepsinden bizim bir nasibimiz var. Onları en ince noktalarına kadar görebiliyoruz, tadabiliyoruz, işitebiliyoruz, hissedebiliyoruz, yaşayabiliyoruz.
Sadece kendi yaşadıklarımızla da yetinmiyoruz. Önlerine kerem sofraları dizilmiş kafile kafile canlılar gelip geçtikçe dünyadan, biz de onların hazzını görebiliyor, hattâ hepsini bir arada hayal edebiliyor ve kendi hazlarımıza ekleyebiliyoruz.

Hepsinden önemlisi, şu kâinatta maddî bir güzellik olarak her ne varsa, hepsini tek tek zevk ettiğimiz gibi, hepsinin dayandığı hakikatleri ve manevî güzellikleri de biliyor ve zevk edebiliyoruz. Yani, cesedi tanıdığımız gibi ruhu da tanıyoruz. Bir civcive o sevimliliği veren, anneyi şefkatle âbideleştiren, goncayı kat kat güzellikler içine saran hakikatlere âşinâyız. Güneşin doğuşunu seyretmekle kalmıyor, onu şiirle de anlatabiliyoruz. Yer ve gök ile içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih ediyor; ama bir tekbiri bir muhteşem musikiyle göklere nakşeden bir Itrî yalnız bizim aramızdan çıkıyor.

İşte bu âşinâlıklar, bizi doğrudan doğruya Ondan gelen hitaplarla baş başa bırakıyor.