PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Osmanlı Sarayında Harem…


..::duyguseli::..
11-25-2008, 22:03
Osmanlı’da saraylar genelde üç bölümden oluşur. İlki “Selâmlık” diye bilinen “Mâbeyn-i Hümâyun’dur. İkincisi sarayın en görkemli bölümü olan “Muayede” bölümüdür. Üçüncü ve son bölüm ise Harem-i Hümâyun’dur.

Mabeyn-i Hümayun, diğer adıyla “Selâmlık” devletin yönetim işlerinin de yürütüldüğü mekândır. Muayede bölümü, Padişahın devletin ileri gelenleriyle bayramlaştığı ve bazı önemli devlet törenlerinin yapıldığı yer; Harem-i Hümâyûn ise Padişah ve ailesinin özel yaşamı için ayrılmış bölümdür.

Harem, denildiğinde pek çok olumlu ve olumsuz çağrışımların, rivayetlerin olduğu bölüm akla gelir. Yüzlerce kadın köle niteliğindeki Cariye’nin bulunduğu mekân… Hemen yeri gelmişken belirtelim, II. Mahmud Döneminde sarayda bulunan cariye sayısının 420’yi geçtiğini belirtirsek durum daha kolay anlaşılmış olur.

Harem konusunda çok fazla spekülasyonun bulunmasının temel sebebi, buranın gözlerden ırak oluşu ve buraya girmenin mümkün olmayışıyla yakın bir ilgisi vardır. İnsanlar bilmedikleri, muamma haline gelen şeyleri merak ederler. Bu yüzden en çok da Batılılar Osmanlı’da Harem hayatı konusunda aslı astarı olmadık pek çok şey yazıp çizmişlerdir. Cumhuriyetten sonra da Osmanlı’yı kötülemek adına sapla saman birbirine karıştırılmış, bazı yetersiz ve yeteneksiz kalemlerce yalnızca Osmanlı karalanmıştır. Cumhuriyet elitleri ise Osmanlı’yı kötüleyip Saray hayatını eleştirirken, kendileri de Saray yaşamından uzak duramamışlardır.

Harem’e gelince, mahremiyet kelimesiyle kökdeş olan bu kelime elbet önemlidir. Koskoca dünyayı yöneten 20 milyon kilometre kare bir yüzölçüme sahip olan yöneticilerin aile yaşamları dikkat mevzusu olabilir. Haremi, yalnızca kadın hakları bağlamında ele alınarak Osmanlı’ya verip veriştirmek insaf ve izan ölçüleriyle bağdaştırılamaz. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın bir devamıdır. Bunun en açık kanıtı da Osmanlı’nın borçlarının Türkiye tarafından ödenmiş olmasıdır. Ayrıca, bazı kurum ve kuruluşlarımızın 100, 150. yılı şeklindeki kutlamaları da bunun ifadesidir. Bu nokta da yeni bir rejim ihdas edilme cihetine gidilirken asırlık mirasların aklı zorlayan bir ölçüde heba edilmesi dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir cehaletin tezahürüdür. Moğollar Bağdat Kütüphaneleri yakarak nehirlerden aylarca siyah su akıtmışlardır. Endülüs(İspanya) de tepeler dolusu eserleri yakarak aynı vahşet ve cehaleti Hıristiyanlar sergilemişlerdir. Ülkemizde tek parti döneminde her alandaki tarihi eserin yağmalanması sıradan ve haklı bir tavır addedilmiş, bu korkunç cehaletin bedeli ağır olmuştur. Arşivlerin yakılması mı dersiniz, tarihi eserler olan kitapların kamyonlara doldurulup yakılıp, imha edilmesi mi dersiniz, ecdat yadigârı camilerin çoğunun yıkılması, tüccarlara depo olarak kiralanması mı dersiniz… Bu mantık Cumhuriyeti fikir ve düşünce bakımından geri bırakan bir mantıktır. Sığ, arkaik düzlemde bir mantık… Yakmakla, yıkmakla, yok etmekle ilerlenebilineceğini düşünecek denli anlaşılmaz bir mantık…

Aynı şey Harem için de geçerlidir. Padişah mı, aile hayatı mı? “Vurun abalıya” cinsinden yaklaşımlarla kötülenme cihetine gidilmiştir. Aynı cehaletin izdüşümlerine bazı romanlarda ve son dönemde çevrilen ve hiçbir gerçekliğe dayanmayan filmlerde de görmek mümkündür.
Tarihi hadiseleri günümüz mantığıyla bakmak insanı yanılgıya götürür. O günün koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Aslında bu, tarihi hakikatleri anlamak için bir ön koşuldur. Yoksa “Kul” diye isimlendirilen “erkek kölelerin”, “Cariye” diye isimlendirilen “kadın kölelerin” esir pazarlarında eşya gibi satılmasının savunulması mevzubahis değildir. Ya da İstanbul’da tavuk pazarının civarında kurulan esir pazarını savunmak da değildir. Yanlışsa yanlıştır. Bizim söylemek istediğimiz, karşı çıktığımız tarihi hakikatlerin anlaşılmaktan çok çarptırılmasınadır. Anlamak yerine yargılanmasınadır. Yoksa Batılıların yaptığı gibi biz de o dönemde Batıdaki kadınların ve erkeklerin uğradıkları haksızlık ve zulümleri ele alıp, “tencere dibin kara” deyişinden öteye geçemeyiz. Elbette Osmanlı’da Sultan Abdülmecid’in 1847’de yayınladığı bir fermanla, köle ticaretinin yasaklanması, İstanbul’da esir pazarlarının kaldırılması büyük bir gelişmedir. Doğruya doğru… Ne var ki Osmanlı’da “Harem” hayatı çok ciddi kuralları, düzenlemeleri olan bir özelliğe sahipti… “Padişahın haremine dâhil kadınlar, çok sıkı bir disiplin altında yaşadıkları, dairelerinde olduğu gibi, gezinti ve göçlerde de bu hususlarda çok dikkat ederlerdi” şeklindeki ifadeler “Harem” olgusunu incelerken dikkatlerden kaçmamalıdır… Osmanlı Padişahlarının harem hayatıyla ilgili elbette tenkid edilecek çok şeyi vardır. Önemli olan tarihi olayları, müesseseleri doğru anlayıp yanlışları ve doğruları ortaya koymaktır. Tarih disiplini “takım tutmaya” benzemez. Yanlış ve hatalı dahi olsa öğretici olması açısından çok önemli gerçekleri ihtiva eder…

Mine Alpay Gün

ALONE53
11-27-2008, 13:34
paylaşımın için teşekkür