PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : ~ İhya-u Ulumiddin ~ //dini ilimlerin ihyası//


..::duyguseli::..
11-13-2008, 02:53
.. İmam Gazali Hz.lerinin Dev Eseri ..
İhya-u Ulumiddin (dini ilimlerin ihyası)

..::duyguseli::..
11-13-2008, 02:54
Kalbin Acaip Halleri Konusuna Giriş


Hamd ALLAH´a mahsustur.

O ALLAH ki, O´nun celâl ve azametini idrâk eden kalpler ve gönüller şaşkına dönerler. O´nun nûrunun parlamasının başlangıcında gözler dehşete düşer.

Öyle ALLAH ki, sırların gizliliklerine muttalidir. Kalplerin inceliklerini bilendir, Memleketini düzene sokmak için yardımcı bulundurmaktan müstağnidir.

Kalpleri dilediği şekilde evirir çevirir. Günahları affeder, ayıpları örter, üzüntüleri ve hüzünleri giderir.

Salât ve se-lâm peygamberlerin efendisi olan, dinden ayrılanları biraraya toplayan, mülhidlerin sonunu getiren zâtın (Hz. Muhammed´in), tertemiz ve pak olan âlinin üzerine olsun.

Yarab! Onlara çokça salât ve selâm et!

İnsanın şerefi ve bütün yaratıklara kendisini üstün kılan fazileti, ALLAH´ın mârifetine hazırlanmakla elde edilir.

Öyle mârifet ki dünyada, dünyanın güzelliği, kemâli ve medâr-ı iftihârıdır. Öyle mârifet ki âhiretin zahîresi ve azığıdır.

İnsanoğlu ancak kalbiyle ALLAH´ın mârifetine hazırlanabilir. Kalbin dışında herhangi bir âzasıyla mârifete hazırlanamaz.

O halde ALLAH´ı bilen, ALLAH´a yaklaştıran, ALLAH için çalışan ve ALLAH için gayrette bulunan, ALLAH nezdindeki sırları keşfeden kalptir.

Diğer âzalar ise kalbin yardımcılarıdır. Kalbin çalıştırdığı âletlerdir.

Efendinin, kölesini çalıştırdığı, çobanın (idarecinin) halkını güttüğü ve sanatkârın âletini çalıştırdığı gibi, kalp de diğer âzaları çalıştırmaktadır.

Bu bakımdan ALLAH nezdinde makbûl olan kalptir. Şu şartla ki, ALLAH´ın gayrisinde boş olmalıdır.

ALLAH´ın gayrisiyle dolu olduğu zaman da ALLAH´tan (cemâlinden) mahcub (perdelenmiş) olan da kalptir. Kendisine hitap edilen, kendisine itâb edilen de kalptir. ALLAH´a yaklaşmakla saîd olan da kalptir.

Bu bakımdan insanoğlu kalbini temizlediği zaman felaha kavuşur, kalbini kirlettiği ve gaflete daldırdığı zaman şekavete sapar ve rahmetten mahrum olur.

Hakikatte ALLAH´a itaat eden kalptir. İbâdetlerden gelen nûrlarını âzalar üzerine saçan kalptir.

ALLAH´a karşı inat ve isyan bayrağını açan kalpten başka hangi âza olabilir?

Âzalara sirayet eden fuhşiyât ancak onun eseridir. Zâhirin güzellikleri ve çirkinlikleri ancak ve ancak kalbin karanlık ve nûrlu olmasından ileri gelir.

Zira her kalp, içindekini dışarıya sızdırır. Kalp, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, muhakkak nefsini tanımıştır. Nefsini tanıdığı zaman muhakkak rabbini tanımıştır.

İnsan kalbini tanımadığı zaman, kendi nefsini tanımamıştır. Kendi nefsini tanımadığı zaman da rabbini tanımamıştır. Kalbini bilmeyen de kalbinin gayrisini haydi haydi bilemez.

Zira insanların çoğu, kalplerini ve nefislerini bilmemekte, kalpleri ve nefisleri arasında perdeler gerilmiş bulunmaktadır.

Çünkü ALLAH Teâlâ, bazen insanoğlu ile kalbi arasına kuvvet ve kudretiyle girer.

ALLAH´ın kuvvet ve kudretiyle insanoğlu ile kalbi arasına girmesinin mânâsı, kendisinin müşâhedesinden, murâkabesinden, sıfatlarının mârifetinden ve Rahmân olan ALLAH´ın kudret parmaklarının ikisi arasında nasıl evrilip çevrildiğini görmekten men eder esfel-i sâfilîne nasıl indiğini, şeytanların ufkuna doğru yuvarlandığını ve nasıl â´lâ-i illiyyîn´e yükseldiğini, mukarreb meleklerin âlemine nasıl yükseldiğini ona bildirmez demektir.

Kalbini murâkebe ve gözetmek için melekût âleminin hazinelerinden kalbinin üzerine akan ve kalpte beliren incelikleri gözlemek için kalbini tanımayan bir kimse ALLAH Teâlâ´nın şu ayetinin mefhumuna dahil olmuş olur!

O kimseler gibi olmayın ki, ALLAH´ı unutmuşlar, ALLAH da onları kendilerine unutturmuştur. İşte bunlar fâsık olanlardır.(Haşr/19)

Bu bakımdan kalbin mârifeti ve vasıflarının hakikati, dinin temeli, sâliklerin yolunun esasıdır.

Biz bu eserde âzalar üzerine icra edilen ibâdetler ve âdetler ki bunlar zâhirî ilimlerdir kısmının tedkîkinden uzak olduğumuzdan ve bu eserin ikinci kısmında yok edici ve kurtarıcı sıfatlardan kalbin üzerinde cereyan edenleri izah etmeyi va´ettiğimizden -ki bu ikinci kısım bâtın ilimlerdir dolayı elbette bize gereken kalbin üzerine icra edilenlerin izahına geçmezden önce iki kitaptan bahsetmektir.

Onlardan biri kalbin sıfat ve ahlâkının acâib hallerini izah eden kitaptır. İkincisi, kalbin riyâzetini ve ahlâkının temizlenmesinin keyfiyetini beyan eden kitaptır.

Bu iki kitaptan sonra Mühlikât´ın (Yok ediciler) ve Münciyât´ın (kurtarıcılar) tafsiline girişeceğiz. Bu bakımdan biz şimdi darb-ı meseller yoluyla insanların fehmine ve zekâlarına uygun bir şekilde kalp acâibliklerinin şerhini zikredelim.

Çünkü kalbin acâibliklerini ve melekût âlemine dahil olan sırlarını açık bir şekilde söylemek, birçok fehim ve zihinlerin idrâk etmekten âciz kaldığı bir gerçektir.

..::duyguseli::..
11-13-2008, 02:55
Kalb´in Süratle Değişmesi, Sebat ve Bozulma Kısımlarında Kalb´in Taksimi

Daha önce de dediğimiz gibi kalp, zikrettiğimiz sıfatlarla çepe-çevre sarılıdır. Daha önce belirttiğimiz kapılardan kalbe eserler ve böylece çeşitli haller meydana gelir. Sanki daimî bir şekilde kalp, her taraftan kendisine ok yağdırılan bir hedeftir. Ona bir şey isabet edip o şey ile müteessir oldu mu o şeyin tam zıddı diğer bir taraftan kendisine isabet eder ve böylece sıfatı değişir. Eğer araya bir şeytan girip onu davet ederse, bir melek iner onu hevâ-i nefisten çevirir. Eğer bir şeytan onu herhangi bir şerre çekerse, başka bir şeytan da onu diğer bir şerre çeker. Eğer bir melek onu hayra çekerse, diğer bir melek onu diğer bir hayra çeker. Bu bakımdan kalp bazen iki melek arasında, bazen de iki şeytan arasında çekişme yeri olur. Bazen de melekle şeytan arasında çekişme yeri olur. Hiçbir zaman kalp rahat bırakılmaz ve ihmal edilmez! ALLAH Teâlâ şu ayetiyle buna işaret buyurmuştur:

Biz onların kalplerini ve gözlerini gerçeği anlayıp görmek-ten evirip çeviririz.
(En´âm/110)

Hayır! Kalpleri evirip çeviren ALLAH´a yemin ederim . 85 Hz. Peygamber çoğu zaman şöyle diyordu:

Hz. Peygamber (s.a) kalbin acaipliklerine ve değişmesindeki ALLAH Teâlâ´nın garib sanatına muttali olmasından ötürü bununla yemin ederek şöyle buyurmuştur:

-Ey kalpleri evirip çeviren ALLAH! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl!
Bunun üzerine ashâb-ı kirâm Hz. Peygamber´e şöyle sordu-lar:
-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Sen korkar mısın?
-Bana teminat veren ne vardır? Kalp Rahmân´ın (kudret)parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği gibi evirip çevirir,86

Hadîsin başka bir lafzı şöyledir:
Eğer ALLAH Teâlâ onu doğrultmayı dilerse, onu doğrultur. Eğer onu kaydırmayı dilerse, onu kaydırır.

Kalbin misâli, kuşun misâline benzer, her saat (başka bir renge, başka) bir duruma girer.87

Kalbin değişmesinin misâli, kaynayıp taşan çömleğe benzer.88

Hz. Peygamber, kalp için üç misâl beyan ederek şöyle buyurmuştur:

Kalbin misali koskaca bir sahraya atılan bir tüy misaline benzer. Rüzgârlar onu istedikleri gibi evirip çevirirler. Üstünü altına, altını üstüne getirirler.89

Bu değişmeler ve ALLAH Teâlâ´nın kalpleri evirip çevirmesindeki sanatının acaipliklerini ki marifet insanı onlara iletmez- ancak ALLAH ile beraber olan hallerini gözeten ve murakabe edenler bilirler. Hayır ve şer üzerinde sebat etmek ve onların aralarında dolaşmak bakımından kalpler üç kısma ayrılır:

I. Bu kalp, öyle bir kalptir ki takva ile tamir edilmiş, riyazet ile tertemiz kesilip kötü ahlâklardan temizlenmiş, melekûtun giriş noktalarından, gaybın hazinelerinden hayrın hâtıratı orada çakılmaktadır. Bu bakımdan akıl, kalpte meydana geleni düşünmek hususunda oradaki hayrın inceliklerini bilsin ve faydalarının sırlarına muttali olsun diye düşünür ve böylece basîret nûruyla onun yüzü kişiye keşfolur. Bu bakımdan kişi onu yapmasının gerekli olduğuna hükmeder ve böylece kişiyi bunu yapmaya teşvik ve davet eder. Melek kalbe bakar, onun cevherinden temiz olduğunu, takva ile temizlendiğini, aklın ışığıyla nûrlandığını, marifetin nûrlarıyla mamur olduğunu görür ve o kalbin istikrar merkezi ve iniş konağı olmaya elverişli olduğunu müşahede eder. O zaman görünmez ordular bu meleğin imdadına gelirler. Böylece kalbi daha nice hayırlara iletirler. Hatta hayr, kalbi başka bir hayra çeker ve bu durum devamlı şekilde olur. Hayır hakkında tergib ile imdada koşması ve işi kalbe kolaylaştırması bir türlü sonuçlanmaz.

Ama kim verir ve ALLAH´tan korkarsa, o en güzel kelimeyi tasdik ederse, biz onu en kolay yola hazırlarız.(Leyl/5)

Bu ayet-i celîleyle buna işaret vardır. Böyle bir kalbe rubûbiyet penceresinden lambanın nûru doğar, hatta burada gizli şirk giz-lenmez. O gizli şirk ki simsiyah karıncanın zifirî karanlık gecede siyah taşın üzerinde yürüyüp iz bırakmasından daha gizlidir.

Bu nûrun önünde hiçbir gizli taraf kalmaz. Şeytanın hiçbir hilesi burada revaç bulmaz. Aksine şeytan durur. Aldatmaca yönünden saçma-sapan sözler vahyeder. Fakat bu kalp ona iltifat etmez. Bu kalp helâk eden şeylerden temizlendikten sonra yakında zikredeceğimiz kurtarıcılarla tamamen mamur olur. O kurtarıcılar ki şükür, ALLAH´ın azabından korkma, ALLAH´ın adaletini ümit etmek, fakirlik, zâhidlik, muhabbet, rıza, şevk, teveccüh, tefekkür, nefis muhasebesi ve benzeri sıfatlardır. Bu o kalptir ki

ALLAH Teâlâ ona yönelmiştir. İtminana kavuşan ve ALLAH Teâlâ´nın şu ayetlerinde kastedilen kalp ancak böyle bir kalptir.

İyi bilin ki kalpler ancak ALLAH´ı anmakla mutmain olur. (Ra´d/28)

Ey itminana kavuşan nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş olarak rabbine dön!
? (Fecr/27-28)

II. Bu kalp, meleklerin kapıları kendisine kapatılan, şeytanların kapıları kendisine açılan, kötülüklerle, çirkin ahlâk ile mülevves olan hevâ-i nefisle dopdolu bulunan mahrum kalptir. Bu kalpte şerrin başlangıcı, hevâ-i nefisten bir hâtıratın orada meydana gelmesiyle olur. Bu bakımdan bu kalp fetva istemek ve doğruyu bulmak için aklın hakemliğine başvurur. Böylece akıl, hevâ-i nefsin hizmetine alışır ve onunla yakınlık kurar. Durmadan ona hileli yollar bulur, isteğinde kendisine yardımcı olur. Böylece nefse hâkim olur ve nefsi karşısında hevâya yardımcı olur. Göğüs bu durumda hevâ-i.nefisle genişler, karanlıklar orada yayıldıkça yayılır. Çünkü aklın ordusu savunma hattından çekilip meydanı serbest bırakmıştır. Böylece şeytanın saltanatı kuvvet bulup hevâ-i nefsin yayılmasından ötürü at oynatacak meydanı oldukça genişler! İnsanoğlunu süs, gurur ve yalancı emellerle yanıltır ve onu aldatmak için çalışır. Dolayısıyla ALLAH´ın va´dine ve vaîdine olan iman saltanatı zaafa uğrar, âhiret korkusundan ötürü var olan yakînin nuru körelir. Çünkü hevâ-i nefisten kapkaranlık bir duman kalbe yükselip her taraftan kalbi istilâ eder. Kalbin nûrları sönünceye kadar bu durumunu sürdürür. Böylece akıl, kirpikleri dumanla dolmuş göz gibi olur. Artık bakmaya gücü kalmaz.

Bütün bunları kalbin başına şehvet getirir. Hatta artık kalbin durmak, basiretle bakmak imkânı kalmaz. Eğer bir vâiz ona gösterir, hak olanı kendisine anlatırsa, anlamaktan kör ve dinlemekten sağır olur. Şehvet orada iyice kabarır. Şeytanın hâkimiyeti kurulur. Âzâlar hevâ-i nefse uygun şekilde hareket ederler. Günahlar, gayb aleminden şehâdet âlemine dökülür. Tabiî bu da ALLAH´ın kazâ ve kaderiyledir. Böyle bir kalbe şu ayetlerle işaret edilmiştir:

Heva ve hevesini ilâh edineni gördün mü? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi zannediyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar gidişce daha sapıktırlar.
(Furkan/43-44)

Doğrusu çoğunun üzerine azap gerçekleşmiştir. Artık onlar iman etmezler.
(Yâsin/7)

İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar iman etmezler.(Bakara/6)

Çok kalp vardır ki, birtakım şehvetlere nisbeten hâli budur. Tıpkı birtakım şeylerden sakınıp, takva gösteren bir kimse gibidir. Fakat güzel bir yüzü gördüğü zaman gözüne ve kalbine sahip olamaz. Aklı yerinden oynar. Kalbinin dizgini elinden çıkar veya içinde kibir, riyaset ve rütbe olan şeyler hakkında nefsine sahip olmayan kimse gibidir. Böyle bir durumda sebepler göründüğü zaman, sebretmek için iradesi kalmaz veya öfkelendiği zaman nefsine hâkim olamayan kimse gibidir. Ne zaman başkası tarafından tahrik edilir veya bir ayıbı yüzüne vurulursa öfkelenir ve nefsine hâkim olamaz veya muktedir olduğu zaman bir dirhem veya bu dinarı almak hususunda nefsine sahip olamayan bir kimse gibidir. Öyle ki meczub ve aklı başında olmayan bir kimsenin dalışı gibi oraya dalar. O hususta mürüvvet ve takvayı unutur. Bütün bunlar hevâ-i nefisten kalbe yükselen ve kalbi kaplayan, karartıp nûrlarını söndüren, dolayısıyla hayâ, mürüvvet ve imanın nûru-nun da sönmesine vesile olan bir dumandan ileri gelmektedir. Bu felâkete uğrayan bir kimse, şeytanın yardımına koşuyor demektir.
III.Bu, o kalptir ki orada hevâ-i nefsin hâtıratı görünür ve o kalbi şerre davet eder. Bu esnada imanın hâtırı ona yetişir ve onu hayra davet eder. Bu durumda nefsi şehvetiyle harekete geçip, şerrin hâtıratına yardım eder. Böylece şehvet kuvvet bulur. Lezzetlenme ve nimetlenmeyi güzel gösterir. Akıl da hayra davet eden hâtıratın yardımına koşar, şehvetin önüne çıkar. Onun fiilini çirkin gösterir. Onu cehâlete nisbet eder. Şerre daldığı için onu yırtıcı hayvan ile diğer hayvanlara benzetir. Sonuçlara aldırmayış hususunu da yırtıcı hayvanların perva etmeyişine benzetir. Böylece nefis, aklın nasihatına meyil gösterir. Bu esnada şeytan oldukça kuvvetli bir şekilde akla hücum eder. Bu esnada hevâ-i nefsin dâvetçisi kuvvet bulup der ki:

Senin bu çekingenliğin ve soğukluğun nereden geliyor? Neden sen hevâ-i nefsine uymayarak nefsine eziyet veriyorsun? Acaba kendi asrının insanlarından hevâ-i nefsine muhalefet eden hiç kimseyi görüyor musun? Bütün dünyayı onlara mı bırakacaksın? Sadece onlar mı dünyanın zevk ve sefasını sürecekler? Sen yorgun ve düşkün bir vaziyette nefsini zevk ve sefadan mahrum ederek hacr altına almak mı istiyorsun? İnsanlar sana gülsün mü? Mansıb ve mertebenin, filan ve falan adamınkinden daha düşük olmasını mı istiyorsun? Oysa onlar senin iştahını kabartan şeyi çekinmeden yapmışlardır! Sen görmüyor musun, filan âlim senin çekindiğin fiilleri çekinmeden işliyor? Eğer şer olsaydı o işler miydi bunları?!

Bu sözlerden sonra nefis, şeytana meyleder, ona yönelir. Bu sefer melek, şeytana hücum ederek der ki: ´Neticeyi unutup halin lezzetine tâbi olandan başka helâk olan var mıdır. Sen azıcık bir lezzetle kanâat eder misin? Şu cennet lezzetini ve ebedî olan nimetleri terk mi ediyorsun veya şehvetini gemliyerek sabretmek elemi sana ağır mı geliyor? Oysa sen ateşin elemini ağır hissetmiyor musun? İnsanların kendi nefislerinden gafil olmaları, seni aldatıyor mu? Nefislerinin hevalarına tâbi olmaları, şeytana yardımcı olmaları nasıl seni yanıltıyor? Oysa başkasının günahı ateşin azabını senden hafifletmez. Hiç düşünmez misin sen, harareti şiddetli bir yaz günündesin. Bütün insanlar güneşte duruyor. Senin de bir evin vardır. Acaba güneşte durmak sûretiyle insanlara yardım mı edeceksin, yoksa serin evine çekilmek sûretiyle kendini kurtaracak mısın? O halde güneşin hararetinden korkarak bu durumda halka muhalefet ediyorsun da neden ateşin hararetinden korkarak günahta onlara muhalefet etmiyorsun?´ Bu nasihattan sonra nefis, meleğin sözüne meyleder. Böylece nefis, iki ordu tarafından daimi bir şekilde çekilmektedir. İki hizib arasında çekilip durmaktadır. Bu savaş, kalbe en uygunu, kalbe galip gelinceye kadar devam eder.

Eğer kalpte galip bulunan sıfatlar bizim daha önce zikrettiğimiz şeytanî sıfatlarsa, şeytan kalbe galip gelir. Böylece kalp, şeytanın hizbine meyleder. ALLAH´ın ve ALLAH´ın velîlerinin hizbinden yüz çevirir. Şeytanın ve ALLAH düşmanlarının yardımcısı olur. Kaderin hükmü ile ALLAH´tan uzaklaşmasına vesile olan şeyler onun âzâları üzerinde hükmünü yürütür. Eğer kalbe galip gelen meleklerin sıfatları ise, kalp şeytanın iğvasına ve geçici dünya zevkine tahrik etmesine kulak vermez. Şeytanın hafife aldığı âhiret işini hafife almaz. Aksine bütün ısrarlara rağmen ALLAH´ın hizbine meyleder. Geçmiş kaza ve kaderin gereği olarak âzâlarında taat ve ibâdet görünür. Bu bakımdan mü´minin kalbi, Rahman´ın kudret parmaklarından ikisinin arasındadır. Yani bu iki askerin arasında çekilmektedir ve galip gelen de kalbin değişmesi, bir partiden diğer bir partiye geçmesidir. Daimi bir şekilde meleklerin partisine veya şeytanın partisine katılması ise, iki taraf için de pek nadir bir durumdur. İbadetler ve günahlar gaybın hazinelerinden görünür. Kalp hazinesi vasıtasıyla şehâdet âlemine aktarılır. Çünkü bunlar melekût hazinelerindendir. Bunlar göründüklerinde alâmet de olurlar. Erbâb-ı kulûb onlarla kişi hakkındaki ezelî kaza ve kaderin hükmünü bilir. Bu bakımdan kim cennet için yaratılmışsa, ona ibâdet ve taatların sebepleri kolaylaştırılır, kim cehennem için yaratılmış ise günah-ların sebepleri ona kolaylaştırılır. Kötülüğün arkadaşları ona musallat olurlar. Onun kalbine şeytanın hükmü ilkâ olunur. Zira şeytan çeşitli hükümlerle ´ALLAH rahimdir! Sen perva etme! Bütün insanlar ALLAH´tan korkmuyorlar. O halde sen de onlara muhalefet etme! Ömür uzundur. Yarın tevbe edinceye kadar sabret´ demekle ahmakları aldatır. Onlara bâtıl va´dlerde bulunur. Aldatıcı temennilerle onları avutur. Oysa şeytan onlara aldatmaktan başka bir vaîdde bulunmaz. Onlara tevbeyi va´deder, mağfireti temenni eder. Bu ve bunlara benzer hileleriyle onları helâk eder. Şeytanın bu hilelerini kişinin kabul etmesi için kalbi oldukça genişler, hakkı kabul etmekten daralır. Bütün bunlar ALLAH´tan olan kaza ve kaderledir ve takdir edilmiştir.

ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse, onun göğsünü İslâm´a açar, gönlüne genişlik verir. Kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.(En´âm/125)

Eğer ALLAH size yardım ederse, size galip gelecek yoktur ve eğer size yardım terk ederse, ondan sonra size yardım edecek kimdir?(Alu îmran/160)

Bu bakımdan hidayete erdiren, dalâlette bırakan ancak O´dur. Dilediğini yapar, irade ettiğine hükmeder. Onun hükmünü çevirecek kimse yoktur. Onun kaza ve kaderini tesirsiz bırakacak kuvvet nerede? Cenneti yarattı, cennet için ehil olanları yarattı. Onları taat ve ibâdetinde kullandı. Cehennemi yarattı, ona ehil olanları yarattı, onları günahta kullandı! İnsanlara cennet ve cehennem ehlinin alâmetlerini tanıtarak şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki iyiler naim cennetindedirler. Fâcirler ise cehennemdedirler. (înfitar/13-14).
ALLAH Teâlâ, Hz. Peygamber´den rivayet edilen bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:

Şunlar cennettedirler, perva etmem! Şunlar da cehennemdedirler, perva etmem! Hak padişah olan ALLAH, müşriklerin dediğinden yücedir, yaptığından sorumlu değildir, insanlar ise sorumludur..

Biz, kalbin acaip hallerinin zikrinden bu kadarla yetinelim. Çünkü kalbin acaip hallerini son noktasına kadar saymak muamele ilmine uygun düşmez. Biz ancak muamele ilimlerinin derinliklerinde ve sırlarının mârifetinde muhtaç olunan miktarı zikrettik ki zâhirle yetinmeyenler bundan istifade etsin! Özün yerine kabukla yetinmeyenler bu kadarcıkla yetinsin! Hatta sebeplerin hakikatlerinin inceliklerine aşık olanlar için bizim zikrettiğimiz miktar -ALLAH´ın izniyle- yeterlidir.

Tevfîki veren ALLAH´tır. Kitabu Şerhi Acâib´il-Kalb bölümü burada sona ermiş bulunuyor. Hamd ve nimet ancak ALLAH´a mahsustur. Bunun ardından -inşaALLAH- Kitabu Riyazet´in Nefs ve Tehzib´il-Ahlâk (Nefs´in Riyazeti ve Ahlâk´ın Güzelleştirilmesi) bölümü gelecektir. Hamd, bir ve tek olan ALLAH´a mahsustur. ALLAH Teâlâ her seçkin kulunun üzerine rahmet deryalarını boşaltsın!

85) Buhârî
86)Tirmizî
87)Hâkim
88)İmam Ahmed, Hâkim
89)Taberânî, Beyhakî

..::duyguseli::..
11-13-2008, 02:56
Ruh Kelimesinin Anlamı

Ruh da gayemiz açısından iki mânâ için kullanılır.
1.Lâtif bir cisimdir, kaynağı, cismanî kalbin oluklarıdır. Bu
bakımdan bedene yayılan damarlar vasıtasıyla bedenin diğer âza
larına ve parçalarına dağılır. Onun bedene dağılışı ve ondan kok
lamanın, dinlemenin, görmenin, hissetme ve hayat nûrlarının be
den âzaları üzerine dağılıp yayılması, tıpkı evin bir köşesinde
yakılan lâmbadan çıkan ışığın dağılıp yayılmasına benzer. Çünkü
o lâmbanın ışığı, evin hangi parçasına ve hangi köşesine ulaşırsa
mutlaka orası onunla aydınlanır. Hayatın misâli ise duvarlarda
meydana gelen ışık gibidir. Bunun misâli ise lâmbadır. Ruhungeçişi ve bâtındaki dalgalanması ise, çıra ışığının evin etrafına
hareket edicinin hareket ettirmesiyle dalgalanması misâlidir.
Doktorlar, ruh kelimesini kullandıkları zaman, bu mânâyı kaste
derler. Bu lâtif bir buhardır. Onu kalbin hareketi oluşturur. Bu
mânâdaki ruhun îzahını yapmak, bizim vazifemiz değildir.
Çünkü bu, doktorların hedefiyle ilgilidir. O doktorlar ki bedeni te
davi etmektedirler. Kalbi, ALLAH Teâlâ´nın komşuluğuna
varıncaya kadar tedavi eden din doktorlarının hedefine gelince,
onların hedefi kesinlikle bu ruh ile ilgili değildir.

2.Ruh insandaki idrâk edici ve bilici lâtifedir. O lâtife ki biz
onu daha önce kalbin mânâlarından birisinde îzah ettik. Allâh
Teâlâ´nın şu ayetinde kasdettiği ruh da bu ruh´tur: De ki: Ruh,
RABBİMin emrindendir´ Ruh, rabbânî ve acâib bir şeydir.
Onun hakikatini idrâk etmekten akılların ve anlayışların çoğu
âciz kalmaktadır.

..::duyguseli::..
11-13-2008, 02:56
Nefis Kelimesinin Anlamı

Nefis de birçok mânâya gelir. Bu mânâlardan sadece ikisi bizim hedefimizle ilgilidir:
1.Nefis´ten insanoğlundaki şehvet ve öfke kuvvetini toplayan
mânâ murâd edilir. Nitekim bunun açıklaması ileride gelecektir
ve tasavvuf ehli çoğu zaman bu mânâyı kullanmaktadırlar.

Çünkü ehl-i tasavvuf nefisten, insanoğlunun çirkin sıfatlarını
toplayan asıl ve esası kastederek ´Nefisle mücâhede etmek ve nefsi
kırmak muhakkak lâzımdır´ demektedir. Nitekim bu mânâya Hz.
Peygamberin şu hadîs-i şerîfi işaret etmiştir:

Senin en şiddetli düşmanın, iki yanının (kaburgalarının) arasında bulunan nefsindir!

2.İnsanın hakikati olan ve daha önce zikrettiğimiz lâtifedir.
Bu lâtife insanın zâtıdır. Fakat bu lâtife aynı zamanda hallerinin
değişmesi hasebiyle çeşitli sıfatlarla sıfatlanır. Bu bakımdan em
rin altında durduğu ve şehvetlerin muhalefetinden ötürü tirtir titrediği zaman kendisine nefs-i mutmainne adı verilir. ALLAH Teâlâ
bu nefsin benzeri hakkında şöyle buyurmaktadır: ´Ey itaatkâr nefis! Dön rabbine! Sen O´ndan razı, O da senden razı olarak..´

Birinci mânâya gelen nefis için ALLAH´a dönüş tasavvur
edilemez. Çünkü o mânâdaki nefis, ALLAH´tan uzaklaştırıcıdır ve o
nefis, şeytanın partisindendir. Nefsin sükûneti tamam olmadığı,
fakat şehvâni nefse karşı direndiği ve itiraz ettiği zaman, ona nefs-i levvâme adı verilir. Çünkü bu nefis; sahibi, mevlâsının ibâdetinde
kusur yaptığı zaman sahibini kınar. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Kasem
ederim pişmankâr nefse ki...´(Kıyame/2) buyurmuştur.

Eğer nefis itiraz etmeyi terkederse, şehvetlerin isteğine ve şeytanın çağırısına itaat edip baş eğerse ona nefs-i emmâre-i bi´s-sui (kötülüğü emreden nefis) adı verilir. ALLAH Teâlâ, kulu ve peygamberi olan Hz.
Yusuftan veya Azîz´in hanımından haber vererek şöyle buyurmuştur: ´Ben nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefis gerçekten kötülüğü şiddetle emreder. Ancak RABBİMin esirgediği müstesnadır´. (Yusuf/53).

Bazen nefs-i emmâre´den gaye; nefsin birinci mânâsıdır demek de câiz olur. Bu bakımdan, nefis, birinci mânâ açısından gayet çirkin ve kötüdür, İkinci mânâsıyla mahmûd ve güzeldir. Çünkü ikinci mânâ ile insanın nefsi; yani insanın zâtı ALLAH´ı ve diğer bilinenleri idrâk eden hakikatidir.

..::duyguseli::..
11-13-2008, 02:57
Akıl Kelimesinin Anlamı

Akıl da İlim Kitabı´nda bahsettiğimiz gibi çeşitli mânâlarda müşterek kullanılmaktadır. Bizim gayemizle ilgili olan, o mânâların sadece ikisidir.
1.Akıl bazen emirlerin hakikatini bilmek mânâsında kullanılır. O zaman, merkezi kalp olan ilim sıfatından ibaret olur.
2.Akıl bazen zikredilir, kendisinden ilimleri idrâk eden şey
kasdedilir. O vakit kalbin kendisi demektir. Kalpten gayem; o lâtifedir. Bizler biliyoruz ki, nefsinde varlığı olan her âlim, kendi nefsiyle kâim olan bir asıl ve esastır. İlim de o asıldan bir sıfattır.
Sıfat ise, mevsufun gayrisidir, aynısı değildir. Akıl ´dan bazen
âlimin sıfatı kastolunur. Bazen de idrâkin mahalli; yani idrâk
olunan kastedilir ve bu ikinci mânâ, Hz. Peygamberin şu hadîs-i
şerifiyle kastolunan mânâdır:

ALLAH Teâlâ´nın ilk yarattığı şey akıldır.
Çünkü ilim araz´dır. İlk yaratılmış olması tasavvur olunamaz. Elbette onun kâim olacağı yer ondan önce veya onunla beraber yaratılmalıdır. Çünkü ilme hitâb etmek mümkün değildir. Haberde varid olmuştur ki, ALLAH Teâlâ ilk yarattığı akla şöyle dedi: ´Gel! O da geldi. Sonra ona ´Git!´ dedi ve o da gitti. Madem ki durum budur, öyleyse bu isimlerin mânâları mevcuttur. O mânâlar ise şunlardır: Cismânî kalp, cismanî ruh, şehvanî nefis ve ilimler...
İşte bunlar dört mânâdır. Bahsi geçen dört lâfız, bu mânâlarda kullanılırlar. Bir de bu kelimelerin beşinci ve ortak bir mânâsıvardır ki o da şudur:

İnsanoğlunun bilici ve idrâk edici lâtifesidir. Bu bakımdan mânâlar beş, lâfızlar dörttür ve her lâfız iki mânâda kullanılır. Âlimlerin çoğuna, bu lâfızların ihtilâfı ve değişik mânâlarda kullanılması karanlık görünmüştür. Bunun için de onların hâtırat hakkında konuşup, ´Bu akl´ın hâtırıdır. Bu ruh´un hâtırıdır. Şu kalb´in, şu da nefs´in hatırıdır!´ dediklerini görürsün!
Düşünmeyen kimseler, bu isimlerin mânâları arasındaki farkları idrâk etmemektedirler. İşte bu karanlık kalan cepheden perdeyi kaldırmak için, biz bu isimlerin açıklamasını yaptık. Kur´an ve Sünnet´te kalp lâfzı vârid olduğu zaman, ondan gaye; insanoğlunun anlayan ve şeylerin hakikâtini bilen tarafı kasdedilir. Bazen göğüste bulunan kalpten kinâye olur. Çünkü o lâtife ile kalbin cismi arasında özel bir alâka ve irtibat vardır. Zira kalp, her ne kadar bedenin diğer parçalarıyla alâkalı ve bütün beden mânâsında kullanılıyorsa da, yine de göğüsteki cismanî kalp vasıtasıyla alâkalıdır. Bu bakımdan onun ilk ilgisi kalpledir. Sanki cismanî kalp, onun yeri, memleketi, âlemi ve merkebidir ve bunun içindir ki Sehl et-Tüsterî kalbi arşa, göğsü kürsiye benzeterek şöyle demiştir:

´Kalp arştır, göğüs kürsüdür´. Sakın zannedilmesin ki Sehl et-Tüsteri kalbi ALLAH´ın arşı, göğsü de ALLAH´ın kürsüsü ola-rak görüyor! Zira böyle olması muhaldir. Aksine Sehl et-Tüsterî şunu kastediyor: Kalp, ALLAH´ın memleketi ve tasarruf yeridir. ALLAH´ın tedbîr ve tasarruf için birinci mecraıdır. Bu bakımdan kalp ile göğsün, tedbîre nisbeti, tıpkı arş ve kürsünün ALLAH´a nisbeti gibidirler ve bu teşbih de ancak bazı yönlerden doğru olabilir ki o yönleri açıklamak da bizim gayemize uygun değildir. Bu bakımdan biz onu açıklamaktan vazgeçiyoruz.

..::duyguseli::..
11-25-2008, 20:49
Kalbin Askerleri

ALLAH Teâlâ ´Rabbinin ordularını da ancak kendisi bilir´ (Müddessir/31) buyurmuştur. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kalpler, ruhlar ve başka âlemlerde tâlim ve terbiye ettirilmiş orduları vardır. Onların hakikatlerini ve adedierinin tafsilini ancak ALLAH bilir. Biz şimdilik kalbin bazı ordularına işaret edeceğiz, Çünkü bizim gayemizle ilgili olan odur. Bu bakımdan kalbin iki ordusu vardır: Bir ordusu gözle görülür. İkinci bir ordusu vardır ki gözle değil basiretle görülür. Kalp padişah hükmündedir. Orduları ise, hizmetkâr ve yardımcılar hükmünde.., İşte ordunun mânâsı da budur.

Gözle görülen ordusuna gelince, o el, ayak, göz, kulak, dil ve diğer bâtın ve zâhir âzalardır. Zira bütün bu âzalar kalbin hizmetçisi ve yardımcısı olmuşlardır. Bu bakımdan onlara tasarruf eden; onları yürüten, durduran sadece kalptir. Onlarda kalbe itaat etmek üzere yaratılmıştır. Asla ona muhalif hareket etmeye güçleri yetmez. Ona karşı gelemezler. Meselâ kalp, göze açılmayı emrettiği zaman göz derhal açılır. Ayağa hareket etmeyi emrettiği zaman ayak derhal harekete geçer. Dile konuşmayı emrettiği ve bu emrini kesinlikle yürütmesini ferman ettiğinde dil derhal konuşur. Diğer âzalar da böyledir. Âzalar ve duyuların kalbe tes-hir olunmaları bir yönden meleklerin ALLAH´a (teşbihte hata olmasın) teshir olunmalarına benzer. Çünkü melekler itâat etmek üzere yaratılmışlardır. ALLAH´a muhalefet etmek gücüne sahip değildirler ve emrolunduklarını yaparlar. Bu âzalar ile melekler, ancak bir noktada ayrılırlar. Şöyle ki, yerine getirdikleri emri bilmektedirler. Göz kirpikleri ise, açılmak ve kapanmakta kalbe itâat eder, fakat teshir yönünden eder. Ne nefsinden ve ne de kalbe yaptığı itaatten haberdar değildir!

Kalbin bu ordulara ihtiyacı, yaratılışının sebebi olan yolculuğa çıkmak için merkep ve azığa olan ilgisindendir. Kalbin, çıkması için yaratılmış olduğu yolculuk, ALLAH´a giden yolculuktur. ALLAH´ın mülâkatı için gidilen konaklardır, işte kalpler bunun için yaratılmışlardır. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Ben insanları ve cinleri, ancak beni tanısınlar diye yarattım´ (Zâriyât/56) buyurmuştur. Kalbin merkezi bedendir. Azığı ilimdir. Onu bu azığa götüren ve bu azıktan faydalanmasını mümkün kılan sebepler ancak salih amellerdir. Bu bakımdan bedende durmadıkça ve dünyayı geçmedikçe ALLAH´a ulaşma imkânını kul elde edemez. Çünkü en yakın konağı, en uzak konağa varmak için mutlaka geçmesi gerekir. Bu bakımdan dünya, âhiretin tarlasıdır ve dünya hidayet konaklarından bir konaktır. İki konağın en yakını olduğundan dolayı kendisine, en yakın mânâsına gelen dünya ad olarak verilmiştir. Bu bakımdan insanoğlu bu âlemden azıklanmaya mecburdur. Onu bu âleme götüren merkep bedenidir. O halde bedeni beslemek ve korumak mecburiyetindedir. Beden de ancak kendisine uygun gelen gıda ve benzerlerini kendisine vermek sûretiyle korunur. Helâkinin sebeplerinden olan ve kendisine zıt düşen şeyleri kendisinden uzaklaştırmak sûretiyle korunur. Bu bakımdan kalp, bedene gıdayı ulaştırmak için iki orduya muhtaçtır: Biri şehvetten ibaret olan bâtın ordusudur. Diğeri de gıdayı getiren ayak ve elden ibaret olan zâhir ordusudur.

Onun için kalpte muhtaç olunacak şehvetler yaratıldı. Şehvetlerin âletleri bulunan âzalar yaratıldı ve böylece kalp, mühlikâtı (yok edicileri) defetmek için de iki orduya muhtaçtır:
A)Bâtın ordusu. Bu bâtın ordusunun mühlikâtları defetmekte kullandığı gazabtır ki bununla düşmanlardan intikam alır.

B)Zâhir ordusu. Bu zâhir ordusu el ve ayaktır ki gazabın istediği gibi onlarla çalışır. Bütün bunlar haricî emirlere bağlıdırlar. Bu bakımdan bedenin âzaları silâhlar ve benzerleri gibidir. Sonra gıdaya muhtaç olan bir kimse gıdayı bilmeyince gıdanın şehveti ve ülfiyeti ona zerre kadar fayda vermez. Bu bakımdan gıdayı bilmek için de iki orduya muhtaçtır:

1.Bâtın ordusu. Bu bâtın ordusu kulağın, gözün, burnun, dokunma hissinin ve zevkin idrâkinden ibarettir.
2.Zâhir ordusu. Bu zâhir ordusu göz, kulak, burun ve diğerleridir. Bunlara nasıl muhtaç olunur ve buradaki hikmet nedir? Bunun ayrıntıları meseleyi uzatır, birkaç cilde dahi sığmaz.Biz Şükür kitabında bunun az bir yönüne değinmiş bulunuyoruz.

Kalp ordularının tamamı üç sınıftır:

1.İteleyici ve tergib edici sınıf, ya kalbi şehvetine uygun ve fayda verene teşvik eder veya gazab gibi zararlıyı defetmeye teşvik eder. Bazen de bu teşvikçiye irade denir.

2.İkinci sınıf, bu maksatları elde etmek için âzaları tahrikedendir. Bu ikinci sınıfın adına kudret denir. Kudret insanın diğer âzalarına yayılmış bir ordudur. Öyle ki insanın adalelerine ve adale bağlantısı olan damarlarına kadar yayılmıştır.

3.Üçüncü sınıf, casuslar gibi, şeyleri târif edip idrâk edendir. Bu da göz, kulak, koku,zevk ve dokunma kuvvetidir. Bu kuvvet de belli âzalara yayılmıştır ve buna da İlim ve idrâk´ adı verilir. Bu bâtın orduların her biriyle beraber zâhir ordular vardır. Bu zâhir ordular damar, kan, yağ, et ve kemikten olan âzalardır ki bu âzalar, bu orduların elinde âlet olmak için hazırlanmıştır. Zira çalışma kuvveti sadece parmakladır. Görme kuvveti de ancak gözledir ve diğer kuvvetler de böyledir. Biz burada zâhir ordular (âzalar) hakkında konuşmuyoruz. Çünkü bunlar mülk ve şehâdet âlemindendirler. Biz burada şimdilik sizlerce görünmeyen ve kalbi takviye eden ordular hakkında konuşuyoruz.

Bu üçüncü sınıf ki´ bunların arasındaki idrâk edicidir, zâhir konaklarda duran havass-ı hamse (beş duyu; kulak, göz, burun, zevk ve dokunma) ile bâtın konaklarda ki bu bâtın konaklar da dimağın içerisindeki boşluklardır duranlara ayrılır. Bu bâtın konaklarda duranlar da beş tanedir. Çünkü insanoğlu bir şeyi gördükten sonra, iki gözünü kapatır. Gözünü kapatmadan önce, gördüğü o şeyin sûretini idrâk eder ki bu hayaldir. Sonra o sûret insanoğluyla beraber, koruyucusu olduğu için kalır. O koruyucusu da muhâfız askerdir. Sonra insanoğlu idrâk ettiği şeyler hakkında düşünür. Onun bir kısmını diğeriyle birleştirir. Sonra unuttukları varsa onları hatırlar ve onlar geri gelirler. Sonra hayaline görünür mânâların tamamını, görünenler arasında ortak bulunan bir his ile bir araya getirir. Bu bakımdan iç âlemde ortak olan bir his vardır. Bir de tahayyül ve tefekkür vardır. Hatırlama ve hissetme vardır. Eğer ALLAH Teâlâ tahayyül, hatırlama, düşünce ve korunma kuvvetleri yaratmasay´dı, insanoğlunun dimağı, eli ve ayağı bundan boş olduğu gibi, bu özelliklerden de boş olacaktı. O halde bu özellikler de bâtın âleminin ordularıdır. Onların kışlaları da bâtın âlemindedir. İşte buraya kadar saydıklarımız kalp ordularının kısımlarıdır. Bunun izâhı zayıf kimselerin fehmi idrâk etsin diye misaller vermek sûretiyle oldukça uzar. Bu gibi kitapların hedefi, kuvvetlilerin ve önder âlimlerin faydalanmasıdır. Fakat biz, bunları anlayışlara yaklaştırmak için bazı misaller vermek sûretiyle zayıflara anlatmaya çalışacağız.

..::duyguseli::..
11-25-2008, 20:50
Kalbin Gizli Orduları ve Misâlleri
Şehvet ve öfke orduları bazen tam mânâsıyla kalbe itaat ve inkıyad etmektedirler. Böylece kalp, onların bu itaatleri sayesinde, yürüdüğü yolda kendilerinden yardım görür ve aynı yolda onlarla güzelce arkadaşlık yapar. Bazen de kalbe karşı isyan bayrağını kaldırarak karşı gelirler. Öyle ki kalbi elde edip köleleştirirler. Bu takdirde kalbin helâk olması, ebedî saâdete kavuşmak içladığı yolculuğundan geri kalma durumu vardır. Kalbin başka bir ordusu vardır. O da ilim, hikmet ve tefekkürdür. Nitekim bunun izahı ileride gelecektir. Bu ordudan yardım dilemek kalbin hakkıdır. Çünkü bu ordu, ALLAH Teâlâ´nın, şehvet ve gazap ordusuna karşı çıkardığı ordusu ve partisidir. Zira şehvet ve gazap, bazen şeytanın partisine iltihak ederler! Bu bakımdan eğer kalp, ilim, hikmet ve tefekkür ordusundan yardım istemeyi terkederse, kendi nefsine gazap ve şehvet ordularını musallat kılarsa muhakkak helâk olur ve açıkça zarar eder. Halkın çoğunun durumu budur. Zira halkın akılları, şehvetlerinin giderilmesi için şehvanî kuvvetlere musahhar kılınmıştır. Oysa aklın muhtaç olduğu ko-nularda şehvetin akla musahhar kılınması gerekir. Biz bunu, üç misâl vermek sûretiyle senin anlayışına yaklaştırmaya çalışacağız.
I. Misâl
İnsanoğlunun bedenindeki nefsinin misali ki nefis´ten adı geçen lâtifeyi kastediyorum memleketindeki padişahın misaline benzer. Zira beden, nefsin memleketi, âlemi, istikrar bulduğu yerdir. Âzalar ve kuvvetleri ise, sanatkârlar ve ameller mesabesindedir. Tefekkür ve aklî kuvvet ise, nasihatçi, müsteşar ve akıllı vezir gibidir. Şehvet ise, kötü köle gibidir. Ona yemek ve şehrine azık getirir. Öfke ve gayretkeşlik ise, polis müdürü gibidir. Azığı şehre getiren köle yalancı, hilebaz, kandırıcı ve habistir. Fakat nasihatçi sûretinde görünür. Oysa onun nasihatinin altında korkunç bir şer yatmaktadır. Öldürücü bir zehir vardır. Onun âdeti, hakikî nasihatçi olan vezirin görüşlerinde daima ona karşı çıkmaktır. Öyle ki bir saniye dahi bu karşı çıkıştan geri kalmaz. Nitekim memleketinin tedbîrinde vezîr ile yetinen, onunla istişarede bulunan ve bu kötü kölenin yanıltıcı işaretinden yüz çeviren ve sevabın, bu kölenin görüşüne muhâlif harekette olduğuna kanaat getiren vâlinin işine bu köle karışırsa, polis müdürü tarafından te´dib edilir, vezîre uyması sağlanır, vezirin emrini dinler hâle getirilir ve vezîr vâli tarafından bu habis köleye onun dost ve yardımcılarına musallat kılınır. Öyle ki bu köle, şerre çekici değil, şerden uzaklaştırılan biri olur. Emîr ve düzenleyici değil, memur ve düzene uyan biri olur. Bu takdirde memleketin işleri doğru-düzgün olur ve bu sebepten dolayı adâlet intizamlı yürür. İşte böylece nefis de akıldan yardım talep ettiği zaman, hamiyyetle gazabı edeblendirdiği ve şehvete musallat kıldığı, gazap veya şehvetin birisinden yardım isteyerek diğerini mağlup ettiği zaman şehvetin muhâlefeti ve kandırılmasıyla gazabın gururunu ve mertebesini azaltır, şehvetin isteklerini çirkin göstermek sûretiyle şehveti gemler ve kahreder.

Evet, böyle bir zamanda nefsin kuvvetleri mutedil olur, ahlâkları güzelleşir ve kim bu yoldan dönerse, tıpkı ALLAH Teâla´nın şu ayetinde kötülediği kimse gibi olur:

Heva ve hevesini ilah edinen ve ALLAH´ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağın ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?
(Casiye/23)

Dileseydik elbette onu o ayetlerle yükseltirdik, fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu, tıpkı şu köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur.(A´raf/176)

ALLAH Teâlâ, nefsini hevadan meneden bir kimse hakkında ise şöyle buyurmuştur:
Ama kim rabbinin divanına dur(up hesap ver)mekten korkmuş ve nefsi(ni) kötü heves(ler)den menetmişse, onun barınağı da cennettir.(Nâziat/40-41)

Bu ordularla mücâhede etmenin ve bu orduların bir kısmını diğerine musallat kılmanın keyfiyeti, Nefsin Riyazeti bahsinde -inşaALLAH- gelecektir.

II. Misâl
Beden şehir gibidir. Akıl yani insanın idrâk edici kuvveti, o şehri düzene sokan pâdişah gibidir. Onun zâhir ve bâtın havasslardan meydana gelen idrâk edici kudretleri, padişahın askerleri ve yardımcıları gibidir. Bedenin âzaları halk gibidir. Şehvet ve gazaptan ibaret olan ´kötülüğü emreden nefis´ padişahın memleketini elinden almak için onunla çarpışan ve halkını helâk etmeye gayret gösteren düşman gibidir. Bu bakımdan insanoğlunun bedeni, sınır boylarında bulunan kale ve derbentler gibidir. Nefsi ise, o kale ve derbentlerde nöbet bekleyenler gibidir. Eğer bu nöbet bekleyen, düşmanla çarpışır, onu hezimete uğratır, bedenin istediğ gibi mağlup ederse, huzura vardığı zaman, onun yapmış olduğu güzel hareketler övülür. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ALLAH Teâlâ mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece yönünden oturanlardan üstün kılmıştır. (Nisâ/95)

Eğer kaleyi koruyamaz, halkı ihmâl ederse, yaptığı reddedilir ve ALLAH nezdinde kendisinden intikam alınır. Kıyamet gününde ona şöyle denilecektir:

Ey kötülük çobanı! Sen eti yedin! Sütü içtin, fakat kaybolana sahip çıkmadın. Yaralıyı tedavi etmedin. Bugün senden in-tikam alacağım.3
Bu mücahede tarzına, Hz. Peygamber´in (s.a) şu hadîsiyle işaret edilmiştir:

Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük.4 III. Misâl

Aklın misali, avcı bir süvarinin misaline benzer. Şehveti atı gibidir, gazabı köpeği gibidir. Bu bakımdan ne zaman ki süvari usta, atı talimli, köpeği eğitimli ise, böyle bir süvarinin muzaffer olması uygundur. Ne zaman ki süvari haddi zâtında beceriksiz, atı serkeş, köpeği kendi nefsi için avlanır ise, böyle bir süvarinin altında kendisine itaat eden ne koşar atı vardır, ne de işaretiyle avın üzerine göndereceği köpeği vardır demektir. Bu bakımdan böyle bir süvarinin istediği avı yakalaması şöyle dursun, helâk olması kendisinin hâline daha uygun düşer. Süvarinin bilgisizliği,insanın cehaletine misaldir. Hikmetinin azlığına, basiretinin yorulmasına örnektir. Atın serkeşliği, şehvetin galebe çalmasına misaldir. Midenin ve tenâsül uzvunun şehveti ve köpeğin kendi nefsi için avlanması ise, gazabın galebe çalıp istilâ etmesinin misâlidir. ALLAH Teâlâ´dan lûtf-i ilâhîsi ile güzel tevfîkini bize refik eylemesini diliyoruz.

3)imam Irâkî, hadisin aslına rastlamadığını kaydeder. Fakat Ebu Nuaym, Hilye´de bu hadîsi rivayet eder.
4)Beyhakî

..::duyguseli::..
11-25-2008, 20:52
İnsan Kalbinin Özellikleri

Bizim söylediğimizin tamamını, ALLAH Teâlâ insanoğlunun dışında kalan bütün hayvanlara da ihsan etmiştir. Zira hayvanın da şehveti, öfkesi, zâhirî ve bâtınî duyuları vardır. Hatta koyun, gözüyle kurdu görür, kalbiyle onun düşman olduğunu bilir ve ondan kaçar. İşte bu, bâtın idrâkin tâ kendisidir. Bu bakımdan biz burada insanoğlunun kalbine bahşedilen özellik ve hususiyetten bahsedelim. O özellik ki insanoğlunun şerefi ondan dolayı büyüdükçe büyümüş ve ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmaya müstehak olmuştur. Bu da ilim ve iradeye dönüşmüştür.

İlim
İlim´den gaye; dünyevî ve uhrevî işleri, aklî hakikatleri kapsayan ilimdir. Zira bunlar mahsusatların (hislerle bilinenlerin) ötesinde bulunan emirlerdir. İnsanoğluna burada hayvanlar iştirâk etmemektedirler. Aksine zarurî ve umumî ilimler, aklî özellikle-rindendir. Zira insanoğlu bir şahsın aynı halde iki yerde olmasının düşünülemeyeceğine hükmeder ve insan bu hükmü her şahıs için yürütür. Oysa insanoğlu bazı şahısları hissiyle idrâk etmiştir. Bu bakımdan onun bütün şahıslar üzerinde böyle hükmetmesi hissiyle idrâk ettiğinden fazladır. Zarurî ilim hakkında bunu anladığın zaman, bu durum diğer nazarîler hakkında daha açık bir şekilde anlaşılır.

İrade
İnsanoğlu aklen işin sonucunu ve o işteki salâh yolunu idrâk ettiği zaman, maslahat niyetine bir iştiyâk onun zâtından belirir. Maslahat sebeplerini elde etmeye doğru bir şevki olur, onları irâde eder. Bu irâde ise, şehvet irâdesinin dışındadır. Hayvanların irâdesinin de dışındadır. Hatta bu irâde şehvetin tam zıddına olur.Zira şehvet, bedenden kan aldırmak ve hacamat yapmaktan nefret eder. Akıl ise bunu ister, arar ve bu yolda mal sarfeder. Şehvet, hastalık ânında lezzetli yemeklere meyleder. Akıllı bir kimse ise nefsinde bu lezzetli yemeklerden meneden bir kuvvet hisseder. O menedici kuvvet şehvet değildir. Eğer ALLAH Teâlâ, işlerin sonucunu bilen aklı yaratmış olup, aklın hükmü istikametinde âzaları tahrik ve teşvik edici kuvveti yaratmasaydı, o vakit kesinlikle aklın hükmü zâyi olurdu. Durum bu iken, insanoğlunun kalbi, ilim ve irâde ile hususiyet kazanmış oldu. Hayvanların kalbi ise, bu özellikten mahrumdur. Hatta yaratılışın başlangıcında çocuk da bu özellikten mahrumdur. Ancak bu özellik, erginleşme çağından sonra çocukta oluşur.

Şehvet, öfke, zâhir ve bâtınî hassalar ´a gelince, bunlar çocuklarda mevcutturlar. Sonra bu ilimlerin çocukta oluşmasının iki derecesi vardır: Birinci derece, çocuğun kalbi, ilk basamakta bulunan ve zarurî olan diğer ilimleri kapsamaktadır. Muhallerin muhalliğini, zâhirî mümkünlerin mümkünlüğünü bilmek gibi... Bu bakımdan bu husustaki nazarî ilimler asıl değildir. Ancak bu nazarî ilimler, usûl ve imkânı, yakın ve mümkün kılmışlardır. Çocuğun ilimlere izafeten hâli, yazmaktan ancak divit, kâlem ve tertipli değil de tek olan harfleri bilen kâtibin hâline benzer. Çünkü böyle bir kâtip, yazmaya yaklaşmıştır. Fakat daha bilfiil yazmaya varmamıştır. İkinci derece, fikir ve denemelerle elde edilen ilimlerin çocuğa hâsıl olmasıdır. Bu bakımdan o ilimler, çocuk yanında depolanmış gibidir. Çocuk ne zaman isterse, onlara müracaat edebilir. Çocuğun hâli, yazmak hususunda usta olan bir kimsenin hâlidir. Zira böyle bir kimseye, bilfiil yazmasa dahi, yazmaya kudreti olduğundan dolayı kâtip denilmektedir. İşte bu, insanlık derecesinin en son haddidir. Fakat bu derecede sayılamayacak kadar mertebeler vardır. İnsanlar malûmatın çokluk, azlık, şerefli, hasis ve tahsil yolu ile elde edilmesi sebebiyle bu hususta değişik mertebelere sahiptirler. Zira mükâşefe yolu ile, ilâhî bir ilhamla fertlerin bazısına bunlar verilmiştir. Bazı kalplere de öğrenmek ve çalışmakla verilir. Fakat bazı kalpler bunu çabuk, bazı kalpler ise çalışmasına rağmen geç elde eder. Şu makamda âlimlerin, hükemanın, enbiya ve evliyânın mertebeleri değişiktir. Bu bakımdan bu husustaki terakki dereceleri had ve hesaba gelmez, Zirâ ALLAH Teâlâ´nın malûmatının sonu yoktur. Rütbelerin en yücesi peygamber rütbesidir. O peygamber ki ona bütün hakikatler veya hakikatlerin çoğu keşfolunur. Hem de çalışıp yorulmaksızın... Hatta çok kısa bir zamanda ilâhî bir keşifle keşfolunur. Bu saadetin sayesinde mekân ve mesafe ile değil, hakîkat ve sıfatla ALLAH Teâlâ´ya yakın olur

Bu derecelerin terakki merdivenleri ALLAH´a doğru gidenlerin menzil ve konaklarıdır. Onların haddi hesabı yoktur. Ancak her sâlih kul, sülûkü esnasında vardığı konağı bilir. O konağı ve arkasında kalan konakları târif edebilir. Önündeki konaklara gelince, onların hakikatlerini ilmen kapsayamaz. Fakat îman bi´l-gayb yönünden onları tasdik eder. Nitekim bizler, nübüvvete ve peygambere iman eder, onun varlığını tasdik ederiz. Fakat peygamberliğin hakikatini ancak peygamber bilir ve nitekim cenîn, çocukluk hâlini, çocuk da mümeyyizlik hâlini bilmediği, mümeyyize açılan zarurî ilimleri idrâk etmediği gibi, mümeyyiz de akıllının hâlini ve çalışma neticesinde elde ettiği nazarî ilimleri bilemez. İşte böyle akıllı bir kimse de ALLAH Teâlâ´nın velî ve peygamber kullarına lütfundan ve rahmetinden vermiş olduklarını bilmemektedir. ALLAH Teâlâ´nın kullarına açmış olduğu rahmeti kapatan hiçbir kuvvet yoktur. Bu rahmet ALLAH´ın kerem ve cömertliğinin gereği olarak bol bir şekilde verilir. Hiç kimseden esirgenmemektedir. Fakat bu rahmet ALLAH´ın rahmetinin kokularına açık bulunan kalplerde açık olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak sizin rabbinizin zamanınızın günlerinde dalgalı dalgalı gelen rahmet kokuları vardır. Dikkat ediniz! Bu koku dalgalarına kalbinizi açıp, hazır bulunun.6)

Bu rahmet dalgalarına kalbi açıp hazır bulundurmak, kalbi temizlemek, kötü ahlâktan hâsıl olan bulanıklık ve pisliği kalpten söküp atmak demektir. Nitekim bunun açıklaması ilerde gelecektir. Hz. Peygamber (s.a) şu hadîs-i şerifiyle ALLAH´ın bu tür cömertliğine işaret etmiştir:

ALLAH Teâlâ her gece en yakın göğe (keyfiyeti bizce mâlûm olmayan bir şekilde) iner ve buyurur ki: ´Acaba çağıran var mı ki ben kendisine icâbet edeyim, dileğini kabul buyurayım!6

Rasûlullah´ın rabbinden hikâye ederek söylediği şu hadîs-i şerifle de bu cömertliğe işaret vardır:
Muhakkak ki iyilerin benimle buluşmaya iştiyâkı arttıkça arttı. Oysa ben onlarla kavuşmaya daha fazla iştiyak duyuyorum.7

Bu cömertliğe, ALLAH Teâlâ´nın hadîs-i kudsîde ´Bana bir karış yaklaşana bir zirâ´ yaklaşırım´8 cümlesiyle de işaret edilmektedir. Bütün bunlar şuna işarettir ki, ilimlerin nûrları cimrilikten veya nimet sahibi ALLAH Teâlâ cimrilik ve esirgemeden yücedir, tarafından herhangi bir mâni ile kalplerden perdelenmiş değildir. Fakat ilimlerin nûrları kalpler cihetinden gelen meşguliyet, bulanıklık ve pisliklerden dolayı perdelenmiş olduğu için kalplere giremez. Çünkü kalpler, kaplar gibidir. Kap su ile dolu oldukça hava içine girmez. Bu bakımdan ALLAH´tan başka şeylerle meşgul olan kalplere ALLAH´ın celâlinin mârifeti girmez ve buna Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifiyle işaret edilmiştir:

Eğer şeytanlar Ademoğulları´nın kalpleri etrafında dolaşmasaydı, muhakkak ki Ademoğulları göklerin melekûtunu seyredeceklerdi.9

Bunlardan anlaşılıyor ki, insanoğlunun özelliği ve hususiyeti, ilim ve hikmettir. İlim çeşitlerinin en şereflisi ALLAH, ALLAH´ın sıfatları ve fiillerinin ilmidir. Bu bakımdan bu ilimle insanoğlunun kemâli tamamlanır. İnsanoğlunun saadet, celâl ve kemâl huzurunun komşuluğuna yararlılığı, ancak kemâlindedir. Bu bakımdan beden nefsin merkebidir. Nefis ilmin yeridir. İlim insanın maksududur ve insanoğlunun yaratılışından kastedilen özelliktir. Nitekim at da yük taşıma bakımından merkeple ortaktır, fakat düşman üzerine gitmek ve düşmanın hücumundan süvârisini kurtarmak ve güzel görünüşü gibi hususiyetleriyle merkepten ayrılır. Bu bakımdan at, bu özellik için yaratılmıştır. Eğer bu özellik attan sıyrılırsa, o vakit merkep mertebesine düşer. İnsanoğlu da böylece birtakım işlerde at ve merkeple ortaktır. Onlardan, özelliği olan birtakım işlerle ayrılır. İnsanoğlunun o özelliği, âlemlerin rabbine yakın olan meleklerin sıfatlarındandır. İnsanoğlu mertebe açısından hayvanlar ile melekler arasında bulunur. Çünkü insanoğlu yemesi ve üremesi bakımından bitki gibidir. Hissetmesi ve kendi iradesiyle hareket etmesi bakımından hayvan gibidir. Sûreti ve kıymeti bakımından duvar üzerine nakşedilmiş resim gibidir. Onun özelliği ancak şeylerin hakikatlerini bilmektir. Bu bakımdan kim bütün âzalarını ve kuvvetlerini -onlardan ilim ve amel elde etmek için- yardım istemek yönünde kullanırsa, bu kimse meleklere benzemiş olur. Madem ki meleklere benzer, onlara iltihak etmeye hak kazanır. Ona melek demek, rabbanî demek uygun düşer. Nitekim ALLAH Teâlâ Hz. Yusuf hâdisesine isimleri karışan kadınların şöyle söylediklerini haber vermektedir:

Bu beşer değildir! Ancak bu, şerefli ve kerîm bir melektir! (Yusuf/31)

O halde, kim himmetini, bedenî lezzetlerin arkasında koşmaya sarfederse, hayvanların yediği gibi yerse, böyle bir kimse, hayvan derekesine düşer. Böyle bir kimse, ya öküz gibi akılsız veya domuz gibi obur veya köpek gibi ısırıcı veya kedi gibi tırmalayıcı veya deve gibi kindar veya kaplan gibi kibirli veya tilki gibi hilebaz olur veya inatçı bir şeytan gibi bütün bu kötü sıfatları nefsinde toplar. Hiçbir âza ve hiçbir hâssa yoktur ki ALLAH´a giden yolda onun yardımından istifade etmek mümkün olmasın. Nitekim bunun bir
kısmının izahı Şükür Kitabı´nda gelecektir. Bu bakımdan kim bu yolda herhangi bir âzasını kullanırsa, o zaferi elde etmiştir, kim de bunu kullanmaktan sarfı nazar ederse, böyle bir kimse zarar etmiş ve mahrum olmuştur. Bu husustaki saadetin özeti şudur: Kişi ALLAH ile kavuşmayı kendisine maksat ve hedef edinmelidir. Âhiret evini ebedî yurt, dünyayı konak, bedeni merkep, âzaları hizmetçi yapmalıdır. Bu bakımdan insanoğlunun idrâk edici özelliği padişah gibi memleketinin ortası olan kalpte istikrar etmelidir. Dimağın mukaddimesine bırakılan kuvve-i hayaliye, postacı gibi gidip gelmelidir. Zira hissedilen şeylerin haberleri, dimağların mukaddimesi yanında toplanır. Meskeni dimağın sonunda olan kuvve-i hâfıza, hazine gibi işlenmelidir. Dil de onun tercümanı gibi olmalıdır. Hareket hâlinde olan âzalar onun mektubu gibi olmalıdır. Bu bakımdan onların herbirine bir memleketin haberlerini toplamak vazifesini vermelidir.

Göz, renkler âleminin haberlerini; kulak, sesler âleminin haberlerini; burun, kokular âleminin haberlerini toplamakla görevlendirilmelidir. Diğer âzalar da böyledir. Çünkü o âzalar haber sahipleridir. Bu âlemlerden haberleri toplarlar. Postacı gibi olan kuvve-i hayaliye´ye o haberleri iletirler. Posta sahibi de onu kuvve-i hâfıza dan ibaret olan hazineciye teslim eder. Hazineci de (değerlendirmek için) o haberleri padişaha arzeder. Padişah, memleketinin idaresinde, saadetinde ve üzerinde bulunduğu seferin tamamlanmasında, düşmanını yok edip yol kesicileri bertaraf etmekte kendisine yarayanları o haberlerden çıkarır. Padişah bunu yaptığı takdirde muvaffak ve mutlu olur, ALLAH´ın nimetinin şükrünü yapmış sayılır. Ne zaman ki bunları başıboş bırakırsa veya düşmanın lehinde kullanırsa (düşmanları ise şehvet, gazab ve diğer geçici zevklerdir) veya bunları konağında değil yolunun tâmirinde kullanırsa -zira dünya onun geçtiği yoludur- onun vatanı ve istikrar bulacağı yer âhirettir. Böyle kullandığı takdirde mahrum, şakî ve ALLAH´ın nimetini inkâr etmiş olur. ALLAH´ın ordularını zâyi eden ve düşmanlarına yardımda bulunan ALLAH´ın hizbini yardımsız bırakmış olur. Böylece gazaba, dünya ve âhiretinde uzaklaştırılmaya müstahak olur. Biz böyle olmaktan ALLAH´a sığınırız. Bizim beyan ettiğimiz bu misâle Ka´b´ul-Ahbar işaret ederek şöyle demiştir: Aişe validemizin huzuruna girdim ve ona dedim ki:

İnsanoğlunun gözleri hidayet edici, kulakları derleyici, dili tercüman, elleri kanatlar, ayakları sağa-sola koşturulan postacı, kalbi ise padişahtır. Bu bakımdan padişah iyi oldu mu askerler de iyi olur

Bu sözleri işiten Aişe validemiz ´Ben de Rasûlullah´tan böyle duydum´ demiştir.10 Hz. Ali kalplere misâl olarak şöyle demiştir:

Muhakkak ALLAH Teâlâ´nın yeryüzünde kapları vardır. O kaplar da kalplerdir. Bu bakımdan kalplerin ALLAH´a en se-vimli geleni en incesi, en sâf ve en dürüstüdür.

Sonra Hz. Ali, bunu tefsir ederek şöyle demiştir; ´Bu, din hususunda en kuvvetli, yakîn hususunda en sâf ve müslümanlar için en fazla merhametlisi demektir´. Hz. Ali´nin bu sözü, ALLAH Teâlâ´nın şu ayetindeki ´Kâfirlere karşı şiddetli, aralarında ise merhametlidirler´ (Fetih/29) cümlesine ve yine ´O´nun nûrunun misâli, içinde çıra bulunan bir kandil gibidir´ (Nûr/35) ayetine işarettir.

Ubey b. Ka´b şöyle demiştir: Bu ayetin mânâsı ´Mü´min bir kimsenin nûrunun ve kalbinin misâli, içinde çıra bulunan kandil misâline benzer demektir. ALLAH Teâlâ´nın ´Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir´ (Nûr/40) sözü ise, münâfığın kalbi için misaldir´.

Zeyd b. Eslem ´Mahfuz ve korunmuş bir levh´dedir´ (Buruc/21) ayetini ´mü´minlerin kalbidir´ şeklinde tefsir etmiştir.
Sehl et-Tüsterî ´Kalbin ve göğsün misâli, arşın ve kürsünün misâli gibidir´ demiştir. İşte bunlar kalbin misalleridir.

6)İmam Mâlik, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce, (Ebu Hüreyre´den)
7)Irâkî´ye göre aslına rastlanmamıştır. Ancak Deylemî bu hadîsi nakleder.
8)Buhârî, Müslim
9)İmam Ahmed
10) Ebu Nuaym, Taberânî

..::duyguseli::..
11-25-2008, 20:53
Kalbin Vasıfları ve Misallerinin Toplamı

İnsanoğlu, yaratılış ve terkibinde dört şüphe ile malûldur. İşte bunun için insanoğlunda dört çeşit sıfat vardır. Onlar yırtıcı, hayvanî, şeytanî ve yırtıcı hayvanların fiillerinden olan düşmanlık, buğz, vurmak ve küfretmekle insanlara hücum etmekten ibaret olan fiilleri ile alâkalıdır. Kendisine şehvet musallat olması bakımından hayvanların oburluk, halislik, şehvetperestlik ve benzeri fiilleri yapar ve yaratılışın hakikati açısından bu rabbânî bir emirdir. Nitekim ALLAH Teâlâ ´De ki: Ruh, RABBİMin emrindendir´ (İsra/85) buyurmuştur. Bu bakımdan insanoğlu nefsi için rububiyet iddia eder. İstilâ ve istivâyı sever. Bütün işlerde müstebidane hareket etmek ve sadece sözün kendisinde bulunmasını, tek başına reis olmayı, tevâzu ve ubûdiyet yularından çıkmayı ister. Bütün ilimlere vâkıf olmayı ister. Hatta ilim, mârifet ve her işin hakikatini bildiğini iddia eder. İlme nisbet edildiği zaman sevinir. Cehle nisbet edildiği zaman üzülür. Oysa bütün hakikatleri bilmek, cebir sûretiyle bütün mahlûkata galebe çalmak, rububiyetin sıfatlarındandır ve insanoğlunda bu vasfı elde etmeye karşı bir hırs vardır. Şehvet ve öfkede hayvanlarla ortak olmakla beraber, idrâk ile hayvanlardan ayrılma özelliği bakımından ise, kendisinde şeytanî sıfat hâsıl olur ve böylece şerir olur. Kendisini hayvanlardan ayıran sıfatını şerrin çeşitli yönlerini elde etmede kullanır. Hile ve aldatma ile hedefine varmak ister. Hayrın yerine şerri ister.

İşte bütün bunlar şeytanların ahlâkıdır. Bir de kendisine rabb-ânî, şeytanî, yırtıcı ve hayvanî sıfatlardan dört asıl katışmış olan her insanın -oysa bütün bu vasıflar, kalpte toplanmıştır- sanki derisinde domuz, köpek, şeytan ve bir hekim beraberce bulunurlar! Domuz şehvettir. Zira domuz, renginden, şeklinden ve sûretinden dolayı zemmedilmiş değildir. Aksine oburluğundan, köpekliğinden ve harîsliğinden zemmedilmiştir. Köpek ise öfkedir. Zira yırtıcı hayvan ve dişleyici köpek, sûret, renk ve şekil bakımından yırtıcı ve köpek sayılmış değildir. Aksine onlarda yırtıcılık, saldırganlık ve ısırıcılık mânâsının ruhu vardır da ondan! İnsanoğlunun iç âleminde yırtıcı hayvanın saldırganlığı, öfkesi, domuzun harisliği ve oburluğu vardır. Bu bakımdan domuz,oburluktan ötürü fuhşiyat ve münkeri işlemeye insanoğlunu dâvet eder. Yırtıcı hayvan, öfkeden ötürü zulüm ve eziyet yapmaya dâvet eder. Şeytan ise daimî bir şekilde domuzun şehvetini, yırtıcının öfkesini durmadan körükler, birisini diğeriyle kışkırtır. Yaratılışların îcabı olanı onlara güzel göstermeye gayret eder. Aklın misâli olan hekim ise, şeytanın hilesini ayırt edici basiretiyle keşfedip defetmekle görevlidir. Apaçık ve pırıl pırıl parlayan nûruyla onun desiselerini bilmek ve dolayısıyla köpeği bu domuza musallat kılmak sûretiyle domuzun oburluğunu kırmak ile görevlidir. Zira öfke, şehvetin kabarmasını kırıp söndürür ve yine aklın misâli olan hekim, domuzu köpeğe musallat kılmak sûretiyle köpeğin saldırganlığını defetmekle ve mağlup ederek emrinin altına almakla görevlidir. Eğer hekim bunu yapar ve güç yetirirse iş normale döner, beden memleketinde adalet görünür ve hepsi dosdoğru yol üzerinde yürür. Eğer hekim bunları mağlup etmek-ten âciz kalırsa, bu sefer onlar hekimi mağlup eder ve hizmetlerinde kullanırlar. Artık hekim, daimî bir şekilde domuzu doyurmak ve köpeği razı etmek için çeşitli hilelere baş vurmak ve ince fikirler yürütmek mecburiyetinde kalır. Böylece hekim, daimî bir şekilde köpek ve domuzun hizmetinde bulunur. (Maalesef insanların çoğunun hâli himmetleri, işkembeleri, tenasül uzuvları ve düşmanlara karşı kibir ve gurur cihetine fazlasıyla sarfedildiği için böyledir).

Böyle bir insanın, putperestlerin taşlara yapmış olduğu ibadetlerini kınamaları ne tuhaftır. Oysa eğer bu insanın manevî perdesi kalkar ve hâlinin hakikatini görürse ve hâlinin hakikati kendisine -nitekim uyku ve uyanıklık hâlinde ehl-i keşfe görüldüğü gibi- gösterilirse, nefsinin domuzun önünde el bağlayıp bazen domuza secde ettiğini, bazen domuza rükû ettiğini, bazen de domuza itaat ettiğini, emir ve işaretini beklediğini görür. Bu bakımdan domuz, şehvetlerinden herhangi bir şeyi istediği zaman derhal nefsinin domuzun hizmetine koştuğunu ve isteğini hemen yerine getirdiğini müşahede edecektir veya görecektir ki nefsi, saldırgan bir köpeğin önünde el pençe divan durmuştur. O köpeğe ibâdet edici, itaat edici, onun istek ve arzularını dinleyici, ona itaat etmek için çeşitli hileler hakkında inceden inceye düşünücü olduğunu görecektir. Tabiîdir ki domuza veya köpeğe böyle itaat eden nefis, şeytanın sevgisini kazanmak yolunda çaba sarfetmektedir. Zira domuzu harekete geçiren ve köpeği saldırtan ve onları hizmetine
koşturan şeytandır! Bu nedenle bu tip bir insan, domuza ve köpeğe itaat ettiğinden ötürü şeytana ibâdet etmiş olur. Bu nedenle her kul, hareket ve sekenelerini, sükûtunu, konuşmasını, kalkışını, oturuşunu gözetmeli ve basiret gözüyle bakmalıdır!

Eğer nefsi insaflı ise, bütün gün bunların ibâdetinde koştuğundan başka birşey göremeyecektir. Bu ise, zulmün katmer-lisidir. Çünkü böyle bir insan padişahı köle kılmıştır. Sahibi hizmetkâr, efendiyi kul, gâlibi mağlup kılmıştır. Çünkü efendi, galebe ve istilâya müstehak olan akıldır. Oysa bu insan, aklın domuz, nefis ve şeytana hizmetçi kılmıştır. Madem ki böyle yapmıştır, şek ve şüphe yoktur ki bunların taatinden onun kalbine, kalbi kaplayan birtakım sıfatlar yerleşecek, öyle ki kalp o kötü sıfatlardan ötürü mühürlenecek ve öldürücü ve helâk edici bir pas olarak kalbin yüzüne o sıfatlar sürülecektir. Şehvet domuzunun taatine gelince, bundan hayâsızlık, pislik, israf, cimrilik, riya, utanmazlık, boş bulunmak, harislik, oburluk, yağcılık, hased, kin, başkasının musibetine sevinmek ve benzeri çirkin sıfatlar doğar. Öfke köpeğinin tâatine gelince, o tâatten de kalbe şu sıfatlar yayılır; tehevvür, rezalet, kibir, ucub, öfkeden yırtılmak, gurur, enaniyet (egoistlik), alay, küçük görme, halkı hakir görmek, şerri istemek, zulmün şehveti ve benzerleri... Şehvet ve öfkeye itaat etmek sûretiyle şeytana yapılan ibâdete gelince, bu ibâdetten, kalpte şu sıfatlar oluşur: Mekr (hile), kandırmak, hilebazlık, şeytanî kurnazlık, cür´etkârlık, göz boyayıcılık, insanları birbirine düşürmek, saman altından su yürütmek, sinsilik ve benzerleri...

Eğer iş tersine çevrilirse, bütün bunlar rabbânî sıfatın emri altına sokulup, mağlup edilirse, bu takdirde kalpte rabbânî sıfatlardan olan ilim, hikmet, yakîn, şeylerin hakikatlerini ihata etmek, işlerin künhüne vâkıf olmak, ilim ve basîret sayesinde hepsini istilâ etmek, ilmin kemâli ve celâli için bütün halkın öncülüğüne müstehak olmak gibi sıfatlar yerleşecektir ve bu takdirde şehvet ve öfkeye ibâdet etmekten müstağni olacaktır ve şehvet domuzunu zaptetmek, onu îtidal sınırında durdurmak için kalpte şerefli sıfatlar oluşacaktır. İffet, kanâatkârlık, sükûnet, zâhidlik, verâ, takvâ, inbisat, güzel görünüş, hayâ, zarafet, yardımseverlik ve benzerleri gibi... Yine bu takdirde kalpte öfke kuvvetinin zaptı ve mağlup edilmesi mümkün olacaktır ve bu saldırgan kuvveti gerekli olan duruma şu sıfatlar dönüştürecektir: Şecâat, cömertlik, yardıma koşmak, nefsi zaptetmek, sabır, ilim, zahmetlere katlanmak, affetmek, musibetler karşısında tınmamak, yüksek hedeflere doğru atılmak azmi, şehamet, vekar ve benzerleri... Bu bakımdan kalp, kendisine tesir eden bütün bu şeyler tarafından kaplanan bir ayna hükmündedir. Şu eserler ardı kesilmeksizin kalbe doğru akıp giderler. Bizim zikrettiğimiz güzel eserlere gelince; onlar kalp aynasının cilâsını, revnakını, nûr ve ziyasını daha da arttırırlar. Öyle ki hakkın tecellisi orada pırıl pırıl parlar. Dinde güzel olan işin hakikati o kalpte keşfolunur. İşte Hz. Peygamber (s.a) böyle bir kalbe şu hadîs-i şerifîyle işaret etmiştir:

ALLAH Teâlâ bir kuluna hayrı irâde ettiği zaman, onun kalbinde, ona va´zedici bir kuvvet yaratır.11

Kimin kalbinde ona va´zedici bir kuvvet varsa, ALLAH´tan o kimsenin üzerinde onu koruyucu bir kuvvet var demektir.12

Hadîste bahsi geçen bu kalp, öyle bir kalptir ki ALLAH´ın zikri orada istikrar bulur. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Dikkat ediniz! ALLAH´ın zikriyle kalpler itminan bulur´ (Ra´d/28) buyurmuştur. Kötü eserlere gelince, o eserler kapkaranlık bir duman gibi kalbin aynasına yükselir, zaman zaman onu karartıp simsiyah yapıncaya kadar onun üzerine yerleşir ve böylece kalp tamamen ALLAH´tan gâfil olur. İşte perdeli ve mühürlenen kalp budur ve ALLAH Teâlâ´nın ´Hayır! Doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır´ (Mutaffifîn/14) ve ´Eğer biz dilemiş olsaydık, öncekiler gibi bunlara da günahlarının cezasını verirdik. Fakat biz kalplerinin üzerlerini mühürleriz de onlar gerçeği işitmezler´ (A´raf/100) ayetlerinde görüldüğü gibi, kalbin hak ve hakikati dinlememesi, günahlardan ötürü mühürlenmeye bağlanmıştır.
Nitekim ALLAH Teâlâ, dinlemeyi de başka bir ayetinde takvâya bağlayarak şöyle buyurmuştur:

ALLAH´tan korkun ve emirlerini dinleyin! (Mâide/108)

ALLAH´tan korkun! ALLAH size ilim öğretiyor. ALLAH her şeyi kemâliyle bilicidir.(Bakara/282)

Günahlar ne zaman teraküm ederse, kalpler mühürlenir ve o zaman hakikati idrâk etmekten, dinin salâhını bilmekten kalp körleşir. Ahiret işini hafife alır. Dünya işini oldukça büyük telâkki eder. Bütün himmetini dünyaya sarfeder. Kulağına âhiret işi ve âhiretteki tehlikeler geldiği zaman, bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar. Kalpte istikrar bulmaz. Kendisini tevbeye ve kusurlarını telâfi etmeye doğru itmez. İşte onlar o kimselerdir ki âhiretten kâfirlerin, ölülerin dirilmesinden ümitsiz oldukları gibi ümitsizdirler´. Evet! Kalbin günahlarla kararmasının mânâsı budur. Nitekim bu durumu Kur´an ve Sünnet açıkça beyan etmiştir.

Meymun b. Mehran şöyle demiştir: ´Kul herhangi bir günah işlediği zaman, onun kalbinde simsiyah bir nokta yazılmış olur. Ne zaman günahtan elini çekip tevbe ederse, kalbi kalaylanıp tertemiz olur. Eğer ikinci defa günah işlerse o siyah nokta, kalbini kaplayıncaya kadar fazlalaşır. İşte ayette bahsi geçen rân budur´.

Hz. Peygamber de (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü´minin kalbi tertemizdir. O kalbin içinde pırıl pırıl yanan bir lâmba vardır. Kâfirin kalbi simsiyah ve baş aşağı dönüktür.13

Şehvetlere muhalefet etmek sûretiyle ALLAH´a itaat kalbi temizler. Günahlar ise kalbi karartırlar. Bu bakımdan günaha yönelen bir kimsenin kalbi kararır. Günahın akabinde sevap işleyen bir kimsenin kalbinden ise, günahın eseri silinir, kalp kararmaz, sadece kalbin nûru azalır. Tıpkı üzerine üflenen, sonra silinen ayna gibi. Böyle bir ayna karanlıklardan boş değildir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur.

(s.a) şöyle buyurmuştur.

Kalpler dört sınıftır:
1.Tertemiz bir kalptir ki onun içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu kalp mü´minin kalbidir.

2.Simsiyah bir kalptir ki baş aşağıdır. Bu kalp kâfirin kalbidir.

3.Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlı bir kalptir. Bu kalp münâfığın kalbidir.

4.Açık bir kalptir ki orada hem iman, hem de nifak bulunur. O kalpteki imanın misâli, baklanın misâline benzer. O baklaya tatlı su yardım eder. Oradaki nifakın misâli ise,çıbanın misâline benzer. O çıbanın gelişmesine irin ve sarı
su yardım eder. Bu bakımdan bu iki maddeden hangisi galipse, o kalp için bu galip madde ile hükmedilir.14

Hadîsin diğer bir rivayetinde ´O kalpte hangi madde galipse, kalbi o kapıp götürür´ buyurulmuştur. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, ALLAH´ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulur. Şeytanın vesvesesini atmışlardır bile...(A´raf/201)

İşte görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ, kalbin cilâlanmasının ve kusurlarının telâfi edilmesinin ancak zikirle elde edildiğini haber vermektedir. Bunu da ancak muttakîlerin elde edeceğini bildirmektedir. Bu bakımdan takvâ, zikrin kapısıdır. Zikir de keşfin kapısı, keşif ise en büyük zaferin kapısıdır. En büyük zafer de ALLAH´la mülâki olmaktır.

11)Deylemî
12)Irâkî aslına rastlamadığını kaydeder.
13)İmam Ahmed, Taberânî
14)İmam Ahmed, Taberânî

..::duyguseli::..
11-25-2008, 20:56
İlm´e Nisbetle Kalbin Hâli

İlm´in konağı kalptir. Kalpten gayem; bütün âzaları sevk ve idare eden latifedir. İtaat edilen ve bütün âzalar tarafından hizmetine koşulan sadece bu kalptir. Bu kalbin, malûmatın hakikatlere izafesi, aynanın renkli sûretlere izafesi gibidir. Nasıl ki renklinin sûreti varsa ve o sûretin misali aynada belirip ayna ile meydana gelirse, böylece her malûmun bir hakikati var. O hakikatin de bir sûreti vardır. Kalbin aynasında o sûret belirip keşfolunur. Nasıl ki ayna başka, şahısların sûreti başka ise, aynada misâllerin meydana gelmesi de başkadır ki bunlar üç şekilde olur. Böylece

burada üç husus vardır:
1.Kalp
2.Şeylerin hakikatleri
3.O hakikatlerin bizzat kendisinin kalpte hâsıl ve hazır olması

Bu bakımdan âlim, kendisinde şeylerin hakikatlerinin misâlinin meydana geldiği kalpten ibarettir. Malûm ise, şeylerin hakikatinden ibarettir. İlim ise, o misâlin aynada hâsıl olmasından ibarettir. Nasıl ki, meselâ tutmak, el gibi bir tutucuyu, kılıç gibi bir tutulanı, kılıcın ele alınmasıyla kılıç ile el arasındaki bitişmeyi -ki, ona kabz ismi verilir- istiyorsa, öylece mâlûmun misâlinin kalbe vâsıl olmasına ilim ismi verilir.
Oysa hakîkat mevcuttur. Kalp de mevcuttur. Fakat ilim hâsıl olmamıştır. Çüpkü ilim hakikatin kalbe varmasından ibarettir. Nitekim kılıç da mevcuttur, el de mevcuttur. Fakat kabzın (tutuşun) ismi hâsıl olmamıştır. Çünkü daha kılıç ele geçmemiştir. Evet! Kabz, kılıcın bizzat kendisinin ele alınmasından ibarettir. Malûmun bizzat kendisi ise, kalpte hâsıl olmaz. Bu bakımdan ateşi bilen bir kimsenin kalbinde ateşin bizzat kendisi bulunmaz. Aksine orada bulunan, ateşin târifi ve ateşin sûretine uygun düşen hakikatidir. Bu bakımdan kalbi ayna ile tefsir etmek daha uygundur. Çünkü insanoğlunun özü aynanın içerisine girmez. Ancak aynanın hakikatine uygun bir misâlin kalpte var oluşuna ilim ismi verilir.

Sebepler Nasıl ki aynada şu beş şeyden dolayı sûret gözükmüyor ise...

1.Sırlanmadan, teşekkül etmeden, müdevver kılınmadan önce,demirin cevheri gibi sûretin noksanlığıdır.

2.Her ne kadar şekli tam ise de bulanık, paslı ve kirli olması nedeniyledir.

3.Sûret cihetinden başka cihete çevrilmesidir. Sûretin aynanın arkasında olduğu zamanda olduğu gibi.

4.Ayna ile sûret arasında sarkıtılan perdeden dolayıdır.

5.İstenilen sûretin hangi cihette olduğunun bilinmemesinden dolayıdır ki bu bilgisizlik sebebiyle aynayı sûretin cephesine ve cihetine çevirmek zorlaşır.

İşte böyle bir kalp de kendisinde bütün emirlerdeki hakikatin künhü tecelli etsin diye hazırlanmış bir aynadır. Ancak şu gelecek beş sebepten dolayı kalpler ilimlerden boş bulunurlar:

I.Çocuğun kalbinde olduğu gibi; kalbin zâtında bir eksiklik vardır. Çocuğun kalbi nâkıs olduğu için, orada malûmatlar belirmez.

II.Şehvetlerin çokluğundan ötürü kalbin üzerinde biriken kir ve günahların bulanıklığıdır. Çünkü bu bulanıklık kalbin saflığını ve cilasını yok eder. Bu nedenle bulanıklığından ve karanlığından dolayı hakkın orada belirmesi mümkün olmaz. Nitekim Hz. Peygamber´in şu hadîs-i şerifinde buna işaret vardır:

Kim bir günah işlerse, o kimseden akıl bir daha dönmemek üzere ayrılır!

Yani onun kalbinde, eseri bir daha kalkmamak üzere bir bulanıklık meydana gelir. Çünkü onun bu bulanıklığı kaldırmak için en son yapacağı onu silecek bir sevabı işlemektir. Bu bakımdan eğer daha önce, günah yapmadan bu sevabı işleseydi, hiç şüphesiz kalbi daha fazla parlardı. Madem ki günah, bu sevaptan önce işlenmiştir, sevabın faydası düşmüş demektir.Ancak o sevap sayesinde kalp, günahtan önceki durumuna dönebilir. Fakat o sevaptan ötürü, günahtan önceki kalbin parlaklığına herhangi bir parlaklık eklenmez. İşte bu apaçık bir zarardır ve kurtuluşu olmayan bir eksikliktir. Bu bakımdan önce kirlenen, sonra temizlemek sûretiyle temizlenen ayna, kirlenmeden parlaklığını daha fazlalaştırmak için temizlenen ayna gibi değildir. O halde ALLAH´ın taatına yönelmek, şehvetlerin isteklerinden yüz çevirmek kalbi parlaklaştırır, saflaştırır. Bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: ´Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki ALLAH, iyilik yapanlarla beraberdir´ (Ankebût/69). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Bildiğiyle amel eden bir kimseye ALLAH Teâlâ bilmediklerinin bilgisini ihsân eder.

III. İstenilen hakikatin cihetinden döndürülmesidir. Çünkü sâlih ve itaatkâr bir kimsenin kalbi, her ne kadar saf ise de bu durumda orada hakkın açıklığı tam mânâsıyla belirmez. Çünkü hakkı talep etmediği gibi aynasını da istenilenin tam yönünde tutmamaktadır. Aksine çoğu zaman himmetini bedenî ibâdetlerin ayrıntılarıyla ve maişet sebeplerinin hazırlanmasıyla meşgul etmektedir. Rubûbiyet hakkında, ilâhî ve gizli hakîkatler konusunda fikrini düşünceye doğru yöneltememektedir. Bu bakımdan ancak kendisine, düşündüğü amellerin âfetlerinin incelikleri, nefis ayıplarının gizlilikleri inkişaf eder. Eğer bu hususta düşünüyorsa tabiî... Eğer yaşantısının maslahatları için düşünüyorsa, onun maslahatları kendisine inkişâf eder. Amellere bağlanmak ve ibadetlerin ayrıntıları hakkın tecelli ve inkişafına mâni oluyorsa, acaba hikmetini dünyevî şehvetlere; lezzet ve ilgilere sarfeden bir kimse hakkında artık nasıl düşünürsün? Acaba böyle bir kimse hakikî keşiften nasıl mahrum olmaz?

IV.Hicab dır; zira şehvetini yenen, itaatkâr, hakikatlerin hakîkati hakkında saf bir düşünceye dalan bir kimse için bazen bu düşündüğü hakîkat keşfolunmaz. Çünkü ta çocukluk devresinden beri taklid yoluyla ve hüsnü zan ile kabullendiği bir inançtan dolayı o hakkı görmekten perdelenmiştir. Zira bu yanlış inanç,onunla hakkın hakikati arasına perde olarak girer. Taklidin zâhirinden elde ettiği zanndan başka birşeyin kalbinde inkişâf etmesine engel olur. İşte bu da büyük bir perdedir. Kelâmcıların ve mezheb müteassıblarının çoğu bu perde ile hakikatten geri
kalmışlardır. Hatta gök ve yerin melekûtu hakkında düşünen sâlih kimselerin çoğu da böylece mahrum kalmışlardır. Çünkü onlar da nefislerine dönüp kalmış, kalplerinde yerleşmiş birtakım taklidî îtikadlar yüzünden bu hakikatlerden perdelenmişlerdir ve onların o taklidî inançları, kendileri ile hakikatlerin idrâki arasında gerilmiş birer perde olmuştur.

V.Matlûba götüren vesileyi bilmemektir. Çünkü ilim isteyen
bir kimse için, meçhul ile ilmi elde etme imkânı yoktur. Ancak insanoğlu, matlûbuna uygun ilimleri hatırlamak sûretiyle elde edebilir. İnsanoğlu, o ilimleri hatırlar ve nefsinde hususî bir şekilde
âlimlerce bilinen ve nazar-ı îtibara alınan yollardan elde ederse, o
zaman istediği yere ulaşabilir. Böylece matlubun hakikati onun
kalbinde belirir. Çünkü matlub olan ilimler, fıtrî ve yaratılıştan
değildir. Onlar ancak hâsıl olan ilimlerin ağını kurmak sûretiyle
elde edilirler. Hatta her ilim ancak daha önce geçmiş ve özel bir
şekilde birleşen ve biri diğerine yakınlaşan ve onların birleşmesinden üçüncü bir ilim hâsıl olan iki ilimden elde edilir.
Tıpkı yavrunun, erkek ve dişinin çiftleşmesinden meydana gelmesi gibi... Sonra tıpkı bir kimse bir tayı elde etmek istediği zaman,
onu eşek ile deveden veya insandan elde etme imkânına sahip
değilse, tayı ancak dişi ve erkek atın hususî bir aslından elde
edebiliyorsa, öylece her ilmin iki hususî aslı vardır. O asıllar
arasında birleştirmede takip edilen bir yol vardır. Onların
birleşmesinden istenilen ve istifade edilen ilim hâsıl olur. Bu
bakımdan o asılları bilmemek ve çiftlerin birleşme yolunu kestirememek, ilmin elde edilmesine mânidir. Bunun misâli ise, daha önce sûretin bulunduğu ciheti bilmemektir.

Hatta onun misâli şudur: İnsanoğlu ensesini ayna ile görmek istiyorsa, aynayı yüzünün tam hizasına tuttuğu zaman o aynayı ensesinin hizasına getirmiş sayılmaz. Bu bakımdan o aynada ensesi görülmez. Eğer aynayı ensesinin hizasına kaldırırsa, bu takdirde de aynayı gözünden kaçırmış olur. Ne aynayı ve ne de aynadaki ensesinin sûretini görebilir, Bu bakımdan ikinci bir aynaya muhtaç olur ki o aynayı ensesinin arkasına tutsun, önündeki aynayı da tam onun hizasına getirsin ki arkadaki aynayı görmüş olsun ve iki aynanın duruşu arasındaki uygunluğu gözetmeli ki ensesinin sûreti öndeki aynada görünsün, işte böylece ilimleri elde etmekte de acaip yollar vardır. O yollarda dolambaçlar ve kayganlıklar vardır. Bunlar ayna hakkında söylediklerimizden daha acaiptirler. Yeryüzünde o dolambaçlardan yürümenin keyfiyetini bilen insan pek azdır. İşte bunlar, kalpleri işlerin hakikatini bilmekten meneden sebeplerdir. Aksi takdirde her kalp fıtrî ve yaratılışının icabı olarak hakikatlerin mârifetin elverişlidir. Çünkü kalp, rabbânî ve şerefli birşeydir. Bu özellik ve şereften ötürü âlemin diğer cevherlerinden ayrılmaktadır ve ona ALLAH Teâlâ´nın şu ayetiyle işaret edilmiştir:

Biz emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi.(Ahzab/72)

Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Ancak anne ve babası onu yahudi veya hiristiyan veya putperest yapar.15

Bu ayet-i celîle işaret eder ki, kalbin bir özelliği vardır.O özellik sayesinde kalp, göklerden, yer ve dağlardan ayrılır. O özellik sayesinde ALLAH´ın emanetini yüklenmeye hazır olur ve esasında bu yükü çekmeye gücü yeter. Fakat teker teker zikrettiğimiz sebepler, emaneti yüklenmekten ve emanetin hakikatine varmaktan insanoğlunu geciktirmekte ve mâni olmaktadır. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Eğer şeytanlar Ademoğulları´nın kalpleri etrafında dönüp dolaşmasaydılar, muhakkak Ademoğulları göklerin melekûtuna bakacaklardı.16

Bu hadîs, sebeplerin bir kısmının kalp ile melekût âlemi arasında perde olduklarına işarettir ve yine İbn Ömer´den (r.a) rivayet edilen hadîste de bu hakikate işaret edilmiştir: Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle soruldu:

´Ey ALLAH´ın Rasûlü! ALLAH nerededir? Yerde mi, gökte mi?´ Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurmuştur: ´Mü´min kullarının kalplerinde!´17

Bir hadîs-i kudsî´de ALLAH Teâlâ´nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
Benim arzımı ve benim semâm beni istiâb edemedi. (Fakat beni) sâkin, yumuşak ve mü´min kulumun kalbi istiâb etti.18

Hz. Peygamber´e ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! İnsanların en hayırlısı kimdir?´ diye sorulduğunda, cevap olarak şöyle buyurmuşlardır:

-Her mü´minin kalbi mahmûmdur!

-Kalbi mahmûm olan da ne demektir?

- Kalbi mahmûm demek; muttaki, kalbinde hile olmayan, zulüm, gadr, kin ve hased bulunmayan tertemiz mü´min demektir!19

İşte bunun için Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: ´Kalbim RABBİMi gördü!´ Zira aradaki perde takvâ ile kaldırıldı. Kimin kendisiyle ALLAH arasındaki perde kalkarsa, mülk ve melekûtun sûreti onun kalbinde tecelli eder. O. eni gökler ve yer kadar olan cennetin bir kısmını görür. Cennetin tamamı ise, göklerden ve yerden çok daha geniştir. Çünkü gökler ve yer, mülk ve şehâdet âleminden ibarettir. Her ne kadar göklerin ve yerin etrafları genişse, birbirlerinden uzaksa da onun sonu vardır. Melekût âlemi ise -ki o da gözlerin müşahedesinden uzak olan ve basiretin idrâkine mahsus bulunan sırlardan ibarettir- onun sonu yoktur. Evet, o âlemden kalbe görünen sonlu bir miktardır. Fakat esasında ve ALLAH´ın ilmine izafeten sonu ve nihayeti yoktur. Mülk ve melekût âleminin tamamı, bir defada ele alınırsa buna rubûbiyet hazreti denir. Çünkü rubûbiyet hazreti, bütün mevcudatı kapsayıcıdır. Zira varlıkta ALLAH´tan ve O´nun fiillerinden başka birşey yoktur. O´nun memleketi ve kulları ise, bir kavme göre cennetin ta kendisidir ve bu ehl-i hak nezdinde cennete müstehak olmanın sebebidir. Cennetteki mülkünün genişliği, mârifetinin genişliği hasebiyledir. ALLAH Teâlâ´nın sıfat ve fiilleri ne kadar kulun kalbine tecelli etmişse, o kadardır. İbadetler, âzaların amellerinin bütün gayesi, kalbin tasfiyesi, tezkiyesi ve cilâlanmasıdır. Kalbini temizleyen felâha kavuşmuştur. Kalbin temizlenmesinden gaye; iman nûrlarının orada meydana gelmesi, mârifet nûrunun parlamasıdır. Nitekim şu ayetle de bu mânâ kastedilmiştir:

ALLAH kime hidayet etmeyi dilerse onun göğsünü İslâm´a açar, gönlüne genişlik verir.(En´am/125)

ALLAH´ın İslâm nûruyla kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o, rabbinden bir hidayet üzeredir. O halde vay o ALLAH´ın zikrinden kalpleri katı olanlara! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.(Zümer/22)

Bu tecelli ve bu imanın üç mertebesi vardır:

I.Avâmın imanıdır. Bu iman katıksız taklidî bir imandır.

II.Kelâmcıların imanıdır, Bu iman bir nevi istidlâlle karışıktır. Derecesi avâmın imanı derecesine yaklaşır.

III.Ariflerin imanıdır, Bu iman yakîn nûruyla müşahede edilen imandır.

İşte sana bu mertebeleri bir misâl ile beyan edeceğiz. Şöyle ki: Mesela Zeyd´in evde olduğunu tasdik etmenin üç derecesi vardır:

I.Doğruluğundan emin olduğun bir kimsenin sana haber vermesidir ki bu kimsenin yalan söylediğine vakıf olamamış ve hiçbir zaman onu itham edecek bir hâlini görememişsindir. Böyle bir kimsenin haber vermesiyle kalbin mutmain olup sadece ondan duymak sûretiyle kalbin sükûnete kavuşur. İşte bu mücerred taklid ile var olan imandır. Bu âvam-ı nâsın imanı gibidir. Zira halk
tabakası erginlik çağına vardığı zaman, babalarından ve annelerinden ALLAH´ın varlığını, ilmini, irâdesini, kudretini ve diğer sıfatlarını dinlerler. Peygamberler gönderildiğini, doğru olduklarını ve getirdikleri ilâhî nizamı işitirler. İşittikleri gibi de kabul edip bunun üzerinde sebat ederler. Kalpleri mutmain olur ve kalplerine işittiklerinin aksi birşey de gelmez. Çünkü babalarına, annelerine ve öğretmenlerine sonsuz güvenleri ve güzel zanları vardır. Bu iman, âhirette kurtuluş sebebidir. Bu imanın sahipleri ashâb-ı yemin mertebelerinin ilk saflarını teşkil ederler. Fakat
mukarreblerden değildirler. Çünkü bu tür imanda keşif, basîret ve yakîn nûruyla kalbin inşirahı yoktur. Zira fertlerden dinlenilen hükümde yanlışlık mümkündür. Hatta inançlarla ilgili konularda yanılmalar sayılamayacak kadar vardır. Zira yahudi ve hiristiyanların kalpleri de atalarından dinledikleriyle mutmaindir.
Ancak onlar inandıklarına yanlış bir şekilde inanmışlardır.
Çünkü kendilerine yanlış şekilde telkin edilmiştir. Müslümanlar
ise hakka inanmışlardır. Bu hakka inanışları, hakka vâkıf
olmalarından değildir. Aksine onlara hak kelimesi telkin edilmiş
olduğu içindir.

II.Senin, evinin içinde konuşan Zeyd´in konuşmasını ve sesini
işitmendir. Fakat bunu duvarın arkasından dinlersin ve bununla Zeyd´in içeride olduğuna karar verirsin. Bu bakımdan senin imanın, tasdikin ve yakînin, Zeyd´in içeride olduğuna dair sadece ´Zeyd içeridedir´ demekle tasdik edenin tasdikinden daha kuvvetlidir. Çünkü sen ´Zeyd içeridedir´ denildiği zaman, onun sesini de işitirsen yakînin daha da artar. Zira sesler, sûreti müşâhede ettiği halde, sesi dinleyenin nezdinde şekil ve sûrete delâlet ederler. Böylece müşahede edenin kalbi ´bu ses o şahsın sesidir´ diyerek daha da kuvvet kazanır. İşte bu tür iman, delil ile karışık bir imandır. Yanlışlığın bu imana da karışması mümkündür. Zira ses, bazen başka bir sese benzer. Bazen de taklid yoluyla başkasının sesine benzetmek mümkündür. Ancak bu durum dinleyenin kalbine gelmez. Çünkü dinleyen, itham etmek için herhangi bir sebep ve bu hileli durumda herhangi bir hedef ve garezin olduğunu o anda düşünemez.

III. Eve girip kendi gözünle Zeydi görmen ve müşahede etmendir. İşte hakikî mârifet, yakînî müşâhede budur. Bu, mukarrebler ve sıddîkların müşahede ve mârifetine de benzer. Çünkü mukarreb ve sıddîklar görüp de iman ediyorlardı. Bu bakımdan onların imanının kapsamına avâm-ı-nâsın ve kelâmcıların imanı dahildir. Üstelik onlar yanlışlık ve yanılma imkânını ortadan kaldıracak bir özellikle de avam-ı nas ve kelâmcılardan ayrılmış bulunuyorlar. Evet, mukarrebler ve sıddîklar da ilimlerine ve keşif derecelerine nisbeten derece alırlar.

İlimlerin derecelerine gelince, onun misâli şudur: Zeyd´i evde yakından görmek. Evin sahanlığında görmek.... Güneşin pırıl pırıl parladığı vakitte görmek... Böyle bir görüşte idrâk tam kemâle erer. Başka birisi onu bir evde görür veya uzaktan görür veya akşam vakti görür. Zeyd´in sûretinde ona öyle bir misâl görünür ki yakînen onun Zeyd olduğuna kanaat getirir. Fakat onun nefsinde Zeyd´in sûretindeki incelikler ve gizlilikler temessül etmez. İşte bunun gibisi ilâhî emirlerin müşahedesindeki farklılıklarda da tasavvur edilebilir.

İlimlerin miktarına gelince, evde Zeyd, Amr, Bekr ve başkasını görmendir. Diğer biri de ancak Zeyd´i görür. Bu bakımdan bunun mârifeti malûmatların çokluğuyla artar ve artmasında şüphe de yoktur! İşte bu, ilimlere izafeten kalbin hâlidir. En doğrusunu ALLAH bilir!

15) Buhârî, Müslim
16)Daha önce geçmişti.
17)Taberânî
18)Irâkî´ye göre aslına rastlanılmamıştır. Fakat Taberânî benzerini rivayet etmiştir
19)İbn Mâce

..::duyguseli::..
11-25-2008, 20:59
Kalbin Aklî, Dünyevî ve Uhrevî İlimlerin Kısımlarına Nisbeten Hâli

Kalp, yaratılşıyla -daha önce de geçtiği gibi- mâlumatın hakikatlerini kabul etmeye hazırdır. Fakat kalbe gelen ilimler, aklî ve şer´î olmak üzere iki kısma ayrılır. Aklî ilimler de zarurî ve kesbî ilimler diye iki kısma ayrılır. Kesbî ilimler de uhrevî ve dünyevî diye iki kısma ayrılır.

Aklî ilimlere gelince, aklî ilimlerden gayemiz; aklın tabiatının istediği ilimdir. Taklid ve dinlemekle elde edilemeyen ilimlerdir. Bu ilimler, insanoğlunun tek şahsın aynı anda iki yerde bulunamayacağını ve tek şeyin hem hâdis (sonradan olma), hem kadîm, hem var, hem yok olmayacağını bildiği gibi, nerede ve ne zaman var olduğu bilinmeyen zarurî ilimdir. Bu ilimler ta çocukluk çağından beri insanoğlunun nefsinde bulunmakta ve insanoğlu bu ilimlerle birlikte yaratılmış olmakta ve bu ilim nerede ve ne zaman kendisinde oluştuğunu, yani yakîn sebebini bilmemektedir. Eğer ´Yakîn sebebini bilmemektedir´ dememizin sebebi, kesinlikle insanoğlu kendisini yaratan ve hidayet edenin ALLAH olduğunu bilir. Bir de istidlâl ve öğrenmekle elde edilen kesbî ilimlere bölünmektedir. Bu iki kısım ilme de aklî ilimler denilir. Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:

Aklı iki akıl olarak gördüm, birisi metbû (fıtrî), diğeri mesmû (öğrenmek yoluyla elde edilen)... Fıtrî akıl olmadıkça öğretilmekle elde edilen akıl fayda vermez. Nitekim göz kör olduğu zaman güneşin fayda vermemesi gibi...
Birinci akıl, Hz. Peygamber´in Hz. Ali´ye söylemiş olduğu şu hadîste kastolunmaktadır:

Nezdinde akıldan daha şerefli birşeyi ALLAH yaratmış değildir.20

İkinci akıl, Hz. Peygamberin Hz. Ali´ye söylemiş olduğu şu hadîste kastedilmiştir:

Ya Ali! insanlar ALLAH´a iyiliğin çeşitleriyle (mânen) yaklaştığı zaman, sen de aklınla yaklaş!21

Zira fıtrî şeylerle ve zarurî ilimlerle ALLAH´a yaklaşmak mümkün değildir. Aksine insan çalışma neticesinde elde edilen ilimlerle ALLAH´a yaklaşır. Fakat Hz. Ali gibi kahramanlar ancak aklını kullanıp ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmaya vesile olan ilimleri elde edip ALLAH´a yaklaşmaya muktedir olurlar. Bu bakımdan kalp, göz yerine geçer. Kalpteki akıl denilen nesne ise, gözde görünen kudret yerine geçer. Görme kuvveti ince bir kuvvettir. Kör olan bir kimsede okuma kaybolur. Gözleri sağlam olan bir kimsede ise gözlerini kapatsa veya, kapkaranlık bir gece olsa bile okuma kaybolmaz. Onun vasıtasıyla kalpte hasıl olan ilim, gözdeki görme özelliğinin kuvvet-i idrâkiyesi ve şeylerin bizzat kendilerini görme kuvveti yerine geçer.

Erginlik ve bülûğ çağına kadar çocukluk müddetinde ilmin, aklın bizzat kendisinden geri kalması, tıpkı görünen eşya üzerine feyezan eden ve güneşin pırıl pırıl parlama çağına kadar gözden geri kalan görmeye benzer. Kalp sayfalarının üzerine ALLAH tarafından yazan kalem ise, güneş kursunun yerine geçer. Erginlik çağından önce, çocuğun kalbinde hâsıl olması gereken ilim ancak şundan dolayı hâsıl olmamıştır: Çünkü çocuğun kalbi henüz ilmin bizzat kendisini kabul edecek raddeye gelmemiştir. Kalem, ALLAH Teâlâ´nın yarattığı mahlûklardan sadece bir tanesidir. ALLAH onu ilimlerin beşerin kalbine nakşedilmesine sebep kılmıştır... Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

O kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. (Alâk/4-5)

ALLAH´ın vasfı, mahlûkatının vasfına benzemediği gibi, kalemi de mahlûkatnın kalemine benzemez. Bu bakımdan ALLAH Teâlâ´nın kalemi ne kamıştandır, ne de ağaçtandır. Nasıl ki zâtı da ne cevherdir, ne araz... O halde, bâtın basiret ile zâhir görme arasındaki muvazene bu yönlerden doğrudur. Ancak şeref hususunda aralarında münasebet yoktur. Çünkü bâtın basîret, idrâk edici lâtifeden ibaret olan nefsin ta kendisidir. Bâtın basîret süvari gibidir. Beden ise at gibidir. Süvarinin körlüğü süvariye atın körlüğünden daha fazla zarar verir- Hatta bu iki zararın arasında kıyas bile tasavvur edilemez. Bâtın basîret, zâhir basiretle muvazeneli olduğu için ALLAH Teâlâ, bâtın basirete zâhir basiretin ismini vererek şöyle buyurmuştur.

Gördüğünü kalp tekzib etmedi.
(Necm/11).
İşte görüldüğü gibi burada kalbin idrâk ettiğine görme denilmiştir. Böylece ALLAH Teâlâ´nın şu ayeti de te´vil edilmelidir

Biz İbrahim´e atasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, göklerin ve yerin acâipliklerini ve güzelliklerini de gösteriyorduk ki tevhid hususunda yakîn sahibi olsun!(En´am/75)

ALLAH Teâlâ buradaki ´göstermekten´ zâhirî görmeyi irâde etmemiştir. Bu sadece Hz. İbrahim´in özelliği değildir ki bununla ALLAH Teâlâ Hz. İbrahim´e minnet etsin! İşte bunun içindir ki bu görmenin zıddına körlük adı verilmiştir.

Gerçek şudur ki gözler kör olmaz. Fakat asıl sinelerin içindeki kalpler kör olur.(Hacc/46)

Bu dünyada kör olan kimse, âhirette de kördür (dünyada doğru yolu göremeyen, âhirette de kurtuluş yolunu göremeyecektir, hatta o) yol bakımından daha da sapıktır.(İsrâ/72)

İşte buraya kadar aklî ilimlerin açıklaması yapıldı. Dinî ilimlere gelince, bunlar peygamberlerden (s.a) taklid yoluyla alınmıştır. Bu da ALLAH´ın Kitabı´nı okumak, Hz. Peygamber´in sünnetini öğrenmekle meydana gelir, Kitab ve Sünnet´in mânâsını anlamakla elde edilir. Bu ilimle kalbin sıfatı kemâle, erer. Kalp, hastalık ve marazlardan selâmette kalır. Bu bakımdan aklî ilimler tek başına kalbin selâmeti için yeterli değildir. Her ne kadar kalp, bu aklî ilimlere muhtaç ise de... Nitekim beden sıhhatinin devamında sadece aklın yeterli olmadığı gibi... Aksine insanoğlu doktorlardan öğrenmek yoluyla ilâçların özelliklerini, bitkilerin özelliklerini bilmeye muhtaçtır... Sadece akıl buna yetmez... Bunu işittikten sonra anlaması da ancak akılla mümkün olur. Bu nedenle işitmeden akıl ve akıl olmadan da işitmek yeterli olmaz, ikisi birden lâzımdır. O halde aklı tamamen bir kenara iterek katıksız bir taklide çağıran bir kimse câhildir. Sadece akılla Kur´an ve Sünnet´in nûrlarından istifade etmeye kalkışan bir kimse de mağrur ve aldanmıştır. Bu bakımdan bu iki grubun birisinden olmaktan sakın! İki aslı bir arada bulunduranlardan ol! Çünkü aklî ilimler gıda, şer´i ilimler de ilaçlar gibidir. Hasta bir şahıs, ilaçsız gıda aldığı zaman, gıda kendisine zarar verir. İşte böylece kalplerin hastalıklarının tedavisi ancak şeriattan istifade edilen ilaçlarla mümkündür. Bu ilaçlar da kalplerin ıslahı için peygamberler tarafından terkibi yapılan´ ameller ve ibâdetlerin vazifeleridir. O halde, hasta kalbini şer´î ibâdetlerle tedavi etmeyen ve sadece aklî ilimlerle yetinen bir kimseye bu aklî ilimler zarar verirler. Nitekim hasta bir kimsenin gıdadan zarar gördüğü gibi...

Aklî ilimlerin şer´î ilimlere zıt düştüğünü, bu iki ilmin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını zanneden bir kimsenin zannı, bâsiretinin körlüğünden meydana gelen bir zandır. Böyle bir zandan ALLAH´a sığınıyoruz. Hatta böyle diyen bir kimsenin görüşünde şer´î ilimlerin bir kısmını diğer bir kısmıyla çarpışmaktadır ve bu kimse şer´î ilimlerin çeşitli kısımlarını bir arada bulundurmaktan da âcizdir. Bu zavallı zanneder ki bu, dinde -hâşâ- bir tenakuzdur ve böylece şaşkına döner. Dolayısıyla yağdan çekilen kıl gibi, dinden sıyrılıp dinin dışına çıkar! Böyle olması da ancak nefsindeki âcizliğinden, dinde tenakuz olduğunu hayal etmesinden ileri gelir. Oysa ALLAH´ın dininde tenakuz nerede ve ne gezer! Bu zan sahibinin misâli tıpkı bir kavmin evine giren ve ev içinde yerli yerinde bulunan kapkacağa dolaşıp düşen bir körün misâline benzer. Bu kör, ev sahiplerine şöyle haykırır: ´Neden bu kap kacak yolun üzerinde bırakılmış? Neden bu kap kacak yerli yerine konulmuyor?´ Ev sahipleri kendisine derler ki: ´O kap-kacak yerli yerinde yerleştirilmiştir. Fakat sen körlüğünden dolayı yolu görmemekte ve gidip onlara takılmaktasın. Senin durumuna hayret etmek gerekir. Sen düşmeni neden körlüğüne hamletmiyor, bir türlü kusurun kendinde olduğunu kabul etmiyorsun da kusuru başkasında görüyorsun´.

İşte buraya kadar söylediğimiz, dinî ilimlerin aklî ilimlerle olan nisbetidir. Aklî ilimler dünyevî ve uhrevî diye iki kısma ayrılır. Dünyevî ilimler, tıp, matematik, hendese, astronomi ve sair sanat ilimleri gibidir. Uhrevî ilimler de kalplerin halleri, amellerin âfeti, ALLAH´ın sıfatlarının ve fiillerinin ilmi gibidir. Nitekim biz bunlardan İlim Kitabı´nda uzun uzadıya bahsettik. Bu iki ilim, birbirine zıttır. Yani zıddiyetlerinden şunu kastediyoruz; kim inayetini onların birisine sarfeder ve bu iki ilimden birinde derinleşirse, artık basireti çok zaman öbür ilme ulaşmaz. Onu hakkıyla elde edemez ve bu sırra binaen Hz. Ali (r.a) dünya ve ahiret için üç darb-ı mesel getirerek şöyle demiştir: ´Dünya ve ahiret, terazinin iki kefesi, veya batı ile doğu veya iki kuma gibidir. Ne zaman onlardan birini razı edersen, diğerini küstürürsün´. Bunun için dünya işlerinde, tıp, matematik, hendese ve felsefe de akıllı olanları görürsün ki, âhiret işlerinde câhildirler. Âhiret ilimlerinin inceliklerinde akıllı olan kimseleri görürsün ki dünya ilimlerinin pek çoğunda câhildirler. Çünkü aklın kudreti çoğu zaman iki işi birden yapmaktan âcizdir. Bu bakımdan bu işlerin biri, diğerinin mükemmel olmasına mânidir ve bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Cennet ehlinin çoğu, dünya işlerinden habersiz olan kimselerdir 22)

Hasan Basrî, va´zlarının birinde şöyle demiştir: ´Biz öyle bir kavme yetiştik ki eğer sizler onları görmüş olsaydınız, muhakkak onlara deli derdiniz. Eğer onlar da sizleri görmüş olsaydılar muhakkak size şeytan derlerdi!´
Buna rağmen ne zaman dinî emirlerden garip ve pek yayılmamış bir emri, diğer ilimlerde ilerlemiş bir kimsenin inkâr ettiğini görürsen sakın onların inkârı seni bu emri kabul etmekten alıkoymasın! Çünkü doğudaki yolcunun, batıdaki şeyleri bilmesi muhaldir. İşte böylece dünya ve âhiret işleri devam eder ve bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Öldükten sonra huzurumuzda hesap vermeyeceklerini umup dünya hayatına razı ve onun emniyeti içinde olanlar, bir de delillerimizden gâfil bulunanlar, işte bunların elde ettikleri kötü ameller sebebiyle varacakları yer cehennem ateşidir!(Yunus/7)

Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler; âhiretten ise tamamen habersizdirler.(Rûm/7)

Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyen kimseden yüz çevir! İşte onların ilimden erebildikleri budur.(Necm/29-30)

Buna rağmen dünya ve din maslahatlarında basîretin kemâline varmak, ancak ALLAH Teâlâ tarafından kullarının dünya ve âhiretini tedbir ve tedvir etmekle kemâle erişen kimseler için müyesser olur. Bunlar da ´Rûh´ul-Kudüs´ ile teyid ve takviye edilen peygamberlerdir. O peygamberler ilâhî bir kuvvetten yardım alırlar. O ilâhî kuvvet ki bütün işleri kabzasına alır ve işlerin çokluğundan yorulmaz. Diğer yaratıkların kalplerine gelince, bunlar dünya işleriyle meşgul oldukları zaman âhiretten yüz çevirirler. Âhirette kemâle varmaktan mahrum kalırlar.

20)Hakîm-i Tirmizî, Nevâdir
21)Ebu Nuaym
22) Bezzar, (Enes´ten zayıf olarak); Kurtubî, Tezkire, (sahih olarak); İbn Adîy´e göre bu ri-münker´dir.

..::duyguseli::..
11-25-2008, 21:02
İki Makam Arasındaki Farkın Bir Misâl İle Beyanı

Kalbin acaip halleri duyuların idrâklerinin dışına taşmıştır. Çünkü kalp de hissin idrâkinin dışındadır. Duyularla idrâk edilmeyen birşeyi, anlayışlar ancak görünür bir misâl ile kavrayabilir. Biz de bunu zayıf anlayışlara iki misâl ile yakınlaştıracağız.

Birinci Misâl: Bir yerde kazılmış bir havuz düşünürsek, nehirlerden bu havuza su akma ihtimali vardır veya havuzun altından deşilip toprağı atmak sûretiyle suyun merkezine varıncaya kadar kazarsak havuzun altında suyun kaynaması ihtimali de vardır. Bu şekilde elde edilen su daha saf ve daha devamlıdır. Bazen de daha bol olur. İşte kalp havuza benzer, ilim de suya... Beş duyu da nehirlere... Bazen ilimleri, duyular vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Bazen de görünenlerden ibret alma vasıtasıyla kalbe gönderme imkânı vardır. Böylece kalp, ilimle dolar. Bu nehirleri halvete ve uzlete çekilmek, gözü kapatmak, temizleyerek kalbin derinleşmesini sağlamak, kalpten perdeleri kaldırmak sûretiyle kapatmak da mümkündür ki kalpte ilmin pınarları içten kaynasın!

Eğer ´İlimden boş olduğu halde, kalpte ilmin kaynaması nasıl mümkün olabilir?´ dersen, bil ki böyle olması, kalp sırlarının acâipliklerindendir. Muamele ilminde bunu açıklamaya ruhsat yok-tur. Açıklaması mümkün olan miktar şudur: Şeylerin hakikatleri levh-i mahfuzda yazılıdır. Hatta mukarreb meleklerin kalplerinde de yazılıdır. Nasıl ki mühendis olan bir zat, birtakım binaları kalbinde tasavvur eder, sonra tasavvur ettiği gibi onu fiiliyata dökerse, aynen onun gibi gökler ve yeri yoktan var eden ALLAH da âlemin plânını başından sonuna kadar levh-i mahfuzda yazmıştır. Sonra ona uygun olan varlık âlemine çıkmıştır. Sûretiyle var olan âlemden diğer bir sûret his ve hayale sirayet eder. Çünkü göğe ve yere bakan bir kimse, sonra gözünü kapatırsa, hayalinde gök ve yerin sûretini görür. Hatta sanki onlara bilfiil bakıyormuş gibi olur. Faraza yer ile gök yok olup, o adam kalsa dahi yine nefsinde yer ile göğün sûretini bulacaktır. Sanki onları müşahede eder, onlara bakar gibi... Sonra onun havalinden bir eser kalbine nüfuz eder. Kalpte, his ve hayale giren şeylerin hakikatleri hâsıl olur. Kalpte hâsıl olan, hayalde hâsıl olan âleme, hayalde hâsıl olan âlem de insan hayalinin ve kalbinin haricinde olan mevcut âleme uygun-dur. Mevcut âlem de levh-i mahfuzda mevcut olan şeye uygundur. Sanki âlemin varlıkta dört derecesi vardır:

1.Levh-i mahfuz´daki varlık. Bu varlık, cismanî varlıktan öncedir.

2.Bu varlığın arkasında, varlığın ikinci derecesi olan hakikî
varlık gelir.

3.Bunu da hayalî varlık takip eder. Hayalî varlıktan gaye;
sûretinin hayaldeki varlığı demektir.

4.Hayalî varlığın peşinden aklî varlık gelir. Aklî varlıktan
maksadım; sûretinin kalpteki varlığıdır. Bu varlıkların bazısı ruhanî, bazısı cismanîdir. Ruhanî varlıkların bazısının ruhanîliği bazısından daha şiddetli ve kuvvetlidir. Bu lûtuf, ilâhî hikmetten gelmektedir. Çünkü ALLAH Teâlâ senin gözbebeğinin küçüklüğüne rağmen onu öyle yaratmıştır ki oracıkta âlemin, göklerin ve yerin bunca genişliğine rağmen sûreti tab´ olunur. Histeki varlığından bir varlık hayale sirayet eder. Hayalden bir varlık kalbe gelir. Çünkü sen, hiçbir zaman sana gelenin dışında birşeyi idrâk etmemektesin. Eğer bütün âlemin bir misâli senin zatında olmamış olsaydı asla zâtına aykırı düşen şeyden senin haberin olmayacaktı. Kalpte ve gözde, bu acaiplikleri tedvîr eden, sonra bunların idrâkinden kalbi ve gözleri kör eden -öyle ki halkın çoğunun kalpleri,kendi nefsini ve nefsindeki acaiplikleri bilmemektedir ALLAH´ın şânı ne yücedir!

Biz maksud olan hedefimize dönelim. Kalpte âlemin hakîkat ve sûretinin hâsıl olması, bazen duyulardan, bazen de levh-i mahfuz-dan ileri gelir. Nasıl ki gözde, güneşin sûreti, bazen güneşe bakmak, bazen de güneşin tam kaşısında bulunup güneşin sûretini yansıtan suya bakmak sûretiyle hâsıl oluyorsa... Bu bakımdan kalp ile levh-i mahfuz arasındaki perde kalktığı zaman, levh-i mahfuzdaki eşyayı görür ve levh-i mahfuzdan kalbe doğru ilim akmaya başlar. Böylece duyuların, iç âlemlerinden ilimleri iktibas etmeye ihtiyacı kalmaz ve böyle olan bir kalp, tıpkı yerin derinliğinden kaynayan suya benzer. Görünenlerden hâsıl olan hayallere yöneldiği zaman kalbin bu yönelişi levh-i mahfuz´u seyretmesine perde olmaktadır. Nitekim su nehirlerde toplandığı zaman, bu toplanışı yerden suyun kaynamasına mâni olduğu gibi veya güneşin sûretini yansıtan suya bakan bir kimsenin güneşin kendisine bakmış olmadığı gibi... Bu bakımdan kalbin iki kapısı vardır:

1.Melekût âlemine açılan kapı. Melekût âlemi, ´levh-i mahfuz´
ve ´melekler âlemi´ demektir.

2.Beş duyuya doğru açılan kapı. O duyular ki mülk ve şehâdet âlemine yapışıktırlar. Şehâdet ve mülk âlemi de bir tür yansıtma ile melekût âlemini aksettirirler. Duyulardan iktibasa doğru kalbin açılan kapısı ise, bunun nasıl olduğu sence gizli değildir.Melekût âlemine ve levh-i mahfuz´un mütalâasına açılan dahilî kapı ise, onu ancak yakînen rüyanın acaipliklerini, kalbin uyku âleminde gelecek zamandaki olaylara muttalî olmasını veya mâ-
zide olan olayları görmesini, duyular cihetinden bunları iktibas ihtimâli olmadığı halde, böyle olmasını güzelce düşünürsen öğrenmiş olursun. Bu kapı, ancak ve ancak ALLAH Teâlâ´nın zikri için tamamen boşalmış bir kimseye açılır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a) şöyle demiştir:

-Müferridler yarışı kazandılar.

-Ya RasûlALLAH! Müferridler de kimlerdir?

-O kimselerdir ki ALLAH´ın zikrine bütün varlıklarıyla
dalmışlardır. O´ndan başkasıyla konuşmazlar. Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir ve onlar bu sayede kıyamete yükleri hafif olduğu halde gelmişlerdir.25

Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Acaba yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi bilir misin veya herhangi bir kimse biliyor mu?
Onlara ilk verdiğim nûru onların kalbine atarım. Buna binâen benim onlardan haber verdiğim gibi onlar da benden haber vermeye başlarlar.26

Bu haberlerin giriş kapısı dahilî kapıdır. Bu bakımdan evliyâ ile enbiyânın ilimleriyle ulema ile hükemânın ilimleri arasındaki fark şudur: Evliyânın ve enbiyânın ilimleri kalbin dahilinden gelir, melekût âlemine açılan kapıdan gelir. Hikmet ilmi ise, duyuların kapılarından gelir. O kapılar ki mülk âlemine açılmışlardır. Kalp âleminin acaiplikleri, kalbin şehâdet ve gayb âlemleri arasındaki tereddüdünü muamele ilminde tamamen sayıp dökmek mümkün değildir. İşte bu, iki âlemin girişlerinin arasındaki farkı sana bildiren bir misâldir.

İkinci Misâl: Sana iki amelin arasındaki farkı bildirir. İki amelden gaye, âlimlerin ve velîlerin amelidir. Zira âlimler, ilimlerin bizzat kendisini öğrenip kalbe celbetmek için çalışırlar. Sûfîlerin velîleri ise, sadece kalbin cilâsı, temizlenmesi, tasfiye ve kalaylanması için çalışırlar. Hikâye ediliyor ki Çinliler ile Romalılar bir padişahın huzurunda sanatlarının güzelliğiyle ve nakış yaptıkları sûretlerin güzellikleriyle karşılıklı olarak övündüler. Neticede padişah onlara büyük bir salon tahsis edip Çinlilerin salonun bir tarafına, Romalıların da öbür tarafına nakışlarını işlemesine, iki grubun arasına perde gerilmesine ve böylece birisinin diğerinin yaptığından haberdar olmamasına, sonunda ikisinin sanatının karşılaştırılmasına karar verdi ve öyle yapıldı. Bunun üzerine Romalılar, hadde hesaba gelmeyecek kadar garip boyalar toplayarak çalışmaya başladılar. Çinliler ise, boyasız girdiler ve paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar da kendi paylarına düşen duvarı temizleyip cilâladılar. Romalılar paylarına düşen duvarı bitirdikleri zaman Cinliler de işlerini bitirdiklerini söylediler. Fakat iki grubu kontrol eden padişah, Çinlilerin iddiasına hayret etti. ´Nasıl bunlar boyasız nakışlarını bitirebilir?´ diye şaşkına döndü. Çinlilere ´Siz nasıl olur da duvarınızı boyasız bitirebilirsiniz?´ dedi. Çinliler de ´Sizi ilgilendirmez. Siz perdeyi kaldırınız´ dediler ve böylece perde kaldırıldı. Gördüler ki Çinlilerin duvarında Romalıların sanatlarının acaiplikleri, daha fazla bir parlaklık ve câzibe ile pırıl pırıl parlamaya başlamış! Zira Çinlilerin payına düşen duvar, sikalin çokluğundan cilâlı bir ayna gibi olmuştu. Sikalin çokluğu sebebiyle Çinlilerin tarafı daha fazla güzelleşmişti. İşte kalbin temizlenmesine, cilâsına, tezkiye ve tasfiyesine ihtimam gösteren ve dolayısıyla o kalpte sonsuz bir ışıkla hakkın tecellisini parlatan velîlerin durumu da Çinlilerin yaptığı gibidir. Hükema ve ulemanın çalışma yoluyla ilimleri nakşetmek, o nakışları kalpte tahsil etme ihtimamları Romalıların yaptığı gibidir.

İş nasıl olursa olsun, müslümanlarm kalbi ölmez. Ölüm çağında onun ilmi imhâ edilmez. Kalbinin saflığı bulanmaz. Nitekim Hasan Basrî (r.a) şu sözleriyle buna işaret etmiştir: ´Toprak, imanı yiyemez. Aksine toprak ALLAH´a yaklaşmanın bir vesilesi olur´. Kişinin tahsil ettiği ilim, ilmi kabul etmek için gayretle sarfettiği istidat ve saflık ise, kişi bundan müstağni olamaz ve hiç kimse için, ilim ve mârifet birlikte olmadığı takdirde saadet tasavvur edilemez. Saadetlerin bir kısmı diğer bir kısmından daha şerefli ve üstün olur. Nitekim malsız zenginlik tasavvur edilmediği gibi... Bu bakımdan bir dirhemin sahibi zengin, ağzına kadar dolu hazinelerin sahibi de zengindir. Saidlerin derecelerinin değişikliği mârifet ve iman değişikliğine göredir. Nasıl servetlerinin azlığı ve çokluğu hasebiyle zenginlerin dereceleri değişik oluyorsa, saidlerin dereceleri de öyledir. Bu bakımdan mârifetler nûrlardır. Mü´minler ALLAH´ın mülâkatına ancak nûrlarıyla varabilirler. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

O gün mü´min erkekleri mü´min kadınları nûrları önle-rinde ve sağlarında koşuyor görürsün!(Hadid/12)

Nitekim şöyle bir rivayet de nakledilmiştir:

Müzminlerin bir kısmına dağ gibi nûr verilir. Bir kısmına daha küçük nûr verilir. Hatta en son gelen bir kişiye, ayaklarının baş parmağı üzerinde bir nûr verilir. O nûr bazen ışık verir, bazen söner. Işık verdiği zaman iki ayağını ileriye atıp yürür. Söndüğü zaman olduğu yerde kalır. Mü´minlerin köprü üzerindeki geçişleri nûrları nisbetindedir; kimi göz kırpmak kadar çabuk geçer, kimi çakan şimşek gibi, kimi de bulut gibi, kimi kayan yıldız gibi, kimi yarış meydanında şiddetle koşan at gibi geçer. Ayağının baş parmağı üzerinde kendisine nûr verilmiş olan kimse ise yü-züstü sürünür, el ve ayak üstü sürünerek yürür. Bir eli çeker, diğer eli sarkıtır. Onun etrafına ateş isabet eder. Kurtuluncaya kadar bu durumda kalır.27

İşte bu hadîsle ortaya çıkmaktadır ki insanlar imanda çeşitli derecelere sahiptirler. Eğer Ebubekir´in imanı, nebîler ve rasûller hariç, bütün âlemin imanı karşısında tartılsa, mutlaka ağır gelir. Bu hüküm, Hz. Peygamber´in şu sözüne de benzer: ´Eğer güneşin ışığı yeryüzündeki bütün lambaların ışığına karşı tartılsa mutlaka onlara ağır basar´. Bu bakımdan halk tabakasının fertlerinin imanının nûru, lamba ışığı gibidir. Bazılarının nûru mum ışığı gibidir. Sıddîkların imanının nûru ise ay ve yıldızların ışığı gibi-dir. Peygamberlerin imanı ise, güneş gibidir. Nasıl ki güneş ışığında, genişliğine rağmen bütün âfâkın sıfatı belirir, lambanın ışığında ise ancak evin daracık bir zâviyesi görünürse, aynen böyle mârifetler vasıtasıyla kalp inşirahının farklılığı da düşünülebilir. Melekût âleminin genişliği böylece âriflerin kalplerine inkişâf eder.

Kıyamet gününde ´Kalbinde bir miskal, yarım miskal, çeyrek miskal, bir arpa, hatta yarısı veya dörtte biri veya bir şaire veya bir zerre kadar imanı olan bir kimseyi ateşten çıkarın!´ denir.28

Bütün bunlar iman derecelerinin farklı olduğuna işaret etmektedir. İmanın bu kadarının insanı ateşe girmekten alıkoymadığına işarettir. Bu hadîsin mefhumunda şu vardır: İmanı miskalden fazla olan kimse ateşe girmez. Girse de herkesten önce ateşten onun çıkması emredilir. Yine işaret eder ki kalbinde zerre kadar iman olan bir kimse ateşe girse dahi ebediyyen orada kalmaya müstehak değildir.

Mü´min insan hariç, hiçbir şey yoktur ki bin mislinden daha hayırlı olsun!

Bu hadîs-i şerîf de yakîn derecesinde ALLAH´ı bilen ârif kişinin kalbinin faziletine işarettir; zira böyle bir kişinin kalbi, halk tabakasından olan bin kişinin kalbinden daha hayırlıdır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.(Alu İmran/139)

Mü´minleri müslümanlardan daha üstün kılmak yönünden ALLAH Teâlâ böyle ferman buyurmuştur. Buradaki mü´minden gaye taklidçi mü´min değil, ârif mü´mindir.

ALLAH sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.(Mücâdele/1l)

ALLAH Teâlâ bu ayette mü´minlerden ilimsiz olarak ALLAH´ı tasdik edenleri kastetmiştir ve onları ilim sahiplerinden ayırmıştır. ALLAH Teâlâ´nın bu ayırması delâlet eder ki mü´min ismi mukallid bir kimseye de verilir, isterse bu mukallidin tasdiki basîret ve keşiften ileri gelmesin!

İbni Abbas ´Kendilerine ilim verilenler için ise dereceler vardır´ ayet-i celîlesini tefsir ederken şöyle demiştir: ´ALLAH mü´min âlimi, âlim olmayan mü´minden yediyüz derece daha üstün tutmuştur. Bu yediyüz derecenin herbirinin arası yer ile gök arası kadardır´.

Cennet ehlinin çoğu, dünya işinden pek fazla anlamayanlardır. İlliyyûn denilen makam da akıl sahipleri içindir.29

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Âlimin âbidden üstünlüğü, benim, ashabımın derece bakımından en küçüğünden üstünlüğüm gibidir.30

Diğer bir rivayette şöyle gelmiştir: ´Ondörtlük ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir´.

İşte bu delillerle sana açık bir şekilde göründü ki cennet ehlinin dereceleri arasındaki farklılık, kalpleri ve mârifetleri arasındaki farklılığa göredir. Bunun içindir ki kıyâmet günü Tegâbün Günü (zarar ve kâr günü) olmuştur. Zira ALLAH´ın rahmetinden mahrum olan bir kimsenin zararı çok büyüktür.

Mahrum bir kimse derecesinin üstünde çok büyük dereceler görür. Bu bakımdan bu kimsenin o üstün derecelere bakması, tıpkı on dirheme sahip olan bir zenginin şarktan garba sahip olan bir zenginin servetine bakması gibidir. Bunların ikisi de zengindir. Fakat aralarındaki fark pek büyüktür. Bundan nasibini almayanın zararı ne kadar da büyüktür!

25)Müslim (Ebu Hüreyre´den)
26)Müslim ve Hâkim
27) Taberânî
28)Taberânî
29)Daha önce geçmişti.
30)Tirmizî (Ebu Umâme´den)

..::duyguseli::..
11-25-2008, 21:03
Mûtad Yolu Takip Etmeksizin ve Bir Öğrenme Olmaksızın Ehl-i Tasavvufun Marifet´i Elde Etmesinin Sahih Oluşuna Delâlet Eder

İlham yoluyla ve bilmediği bir yönden kalbe gelmek sûretiyle -az da olsa- kendisine birşey keşfolunan bir kimse, tasavvuf ehlinin yolunun doğru olduğunu bilen bir ârif olur. Hiç bir zaman nefsinde bunu idrâk etmeyen bir kimsenin kalben bunu tasdik etmesi uygundur. Çünkü buradaki marifet derecesi cidden pek nadirdir. Bunun hakikatine şer´î deliller, tecrübeler ve hikâyeler şahitlik etmektedirler. Şer´î delillere gelince, onlardan biri şu ayet-i celîledir:

Bize itâat uğrunda mücahede edenlere gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz.(Ankebût/69)

Bu nedenle öğrenmeksizin, ibadete devam etmekten ötürü kalpte oluşan her hikmet keşif ve ilham yoluyla olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur

Bildiğiyle amel eden bir kimseye ALLAH Teâlâ bilmediğinin ilmini ihsân eder. Cennete müstehak oluncaya kadar onu çalıştığı sahada muvaffak kılar. Bildiğiyle amel etmeyen bir kimse ise bilmediğinde şaşkına döner ve çalışma sahasında muvaffak olamaz. Dolayısıyla ateşe müstehak olur.31

ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur:
Kim de ALLAH´tan korkarsa, ona (darlıktan) genişliğe bir çıkış yolu ihsân eder.(Talâk/2)

Yani ALLAH Teâlâ müşkilât ve şüphelerden çıkmak için kendisine bir yol ihsân eder, öğrenmeksizin ona bir ilim öğretir, tecrübe olmaksızın kendisini tecrübe sahibi yapar.

Ey müminler! Eğer ALLAH´tan korkarsanız, O size hak ile bâtılı ayırdedecek bir anlayış verir.(Enfal/29)

Bazı müfessirler ´Bu anlayıştan gaye, hak ile bâtılı ayırdedecek bir nûrdur´ demişlerdir. Kişi bu nur vasıtasıyla şüphelerin içinden çıkar ve bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a) duasında ALLAH´tan çokça nûr isteyerek şöyle dua etmiştir:

Ey ALLAHım! Bana nûr ver, nûrumu artır. Kalbimde bana bir nûr kıl! Kabrimde bana bir nûr kıl! Kulağımda nûr, gözümde nûr kıl! Hatta devamla şunu da buyurmuştur: Kıllarımda, derimde, etimde, kanımda ve kemiğimde nûr kıl!32

ALLAH´ın İslâm dini için kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü, nûrsuz kimse gibi midir? Elbette o rabbinden bir hidayet üzeredir.(Zümer/22)

Bu ayet-i celîle´de geçen genişlik ´ten gayenin ne olduğu Hz. Peygamber´e sorulduğu zaman, şu cevabı vermiştir:

Nûr bir kalbe atıldığı zaman, göğüs oldukça genişleşir ve inşiraha kavuşur.33

Hz. Peygamber, İbn Abbas için şöyle demiştir:

Ey ALLAHım! Onu dinde anlayışlı kıl ve ona Te´vîl´i öğret!34

Hz. Ali (r.a) der ki: ´Biz ehl-i beyt´in yanında Hz. Peygamberin gizlice bize teslim ettiği herhangi birşey yok! Ancak ALLAH´ın kuluna verdiği anlayış vardır´. Hz. Ali´nin sözünde bahsi geçen kulun anlayışı öğrenmekle değildir.

´Hikmeti dilediğine verir´ (Bakara/229) ayetinin tefsirinde denilmiştir ki:
´Bu hikmetten gaye ALLAH´ın Kitabı´nda anlayış sahibi olmaktır´.

´Biz o meselenin hükmünü Süleyman´a bildirdik´. Hz. Süleyman´a (a.s) keşif yoluyla görünen hakîkat ´fehm´ kelimesiyle tahsis edilmiştir.

Ebu Derdâ şöyle der: ´Mü´min o kimsedir ki incecik bir perdenin arkasından ALLAH´ın nûruyla bakar. ALLAH´a yemin ederim! ALLAH hakîkati onun diliyle söyletir´.

Mü´minin ferâsetinden sakınınız! Çünkü mü´min, ALLAH´ın nûruyla bakar!35

Seleften biri şöyle demiştir: ´Mü´minin zannı kehanettir´. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Elbette bunda keskin anlayışlılar için ibret alâmetleri vardır.
(Hicr/75)

Biz kesinlikle inanan bir kavim için ayetleri beyan ettik. (Bakara/118)

Hasan, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder:

İlim iki kısımdır: Bir bâtın ilim vardır ki kalpte saklıdır. İşte en fazla fayda veren ilim odur.36

Bazı âlimlerden ´bâtın ilmin´ ne olduğu sorulduğunda, cevap olarak şöyle demişlerdir: ´ALLAH Teâlâ´nın sırlarından bir sırdır. ALLAH Teâlâ o sırrını dostlarının kalbine atar. O sırra ne bir melek, ne de bir insan muttali olabilir´.

Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki benim ümmetimde ilham alanlar, öğretilenler ve kendileriyle konuşulanlar vardır ve muhakkak ki Ömer de bunlardan biridir.37

İbn Abbas ´Senden önce hiçbir peygamber göndermedik´ (Enbiya/25) ayetinin hemen akabinde ´Nebî ve ilham alan da göndermedik´ ibaresini eklemiştir. İbn Abbas ´ilham alanlar´ dan sıddîkları kastetmiştir. Hadîste ve İbn Abbas´ın sözünde geçen ´Muhaddes´ kelimesi ´ilham alan´ mânâsına gelir. İlham alan o kimsedir ki dâhilî cihetten onun kalbinin bâtınında ona hakîkat keşfolunmuştur. Hariçten ve mahsusat cihetinden değil... Kur´an, takvânın hidayet ve keşif anahtarı olduğunu açıkça belirtmektedir.Bu ise öğrenmeksizin elde edilen bir ilimdir. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

ALLAH´ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklarda, ALLAH´tan korkan bir kavim için büyük deliller ve ibretler vardır.(Yunus/8)

Görüldüğü gibi, ALLAH Teâlâ, ALLAH´tan korkan muttakîleri bu delil ve ibretlerden anlayan kimseler olarak ilân etmektedir.

Yine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
İşte Kur´an-ı Kerîm´de olan bu kıssalar bütün insanlar için hak sözü açıklamadır ve ALLAH´tan korkanlar için de bir öğüt!(Âli İmran/138)

Ebu Yezid ve bir başka âlim der ki: ´Âlim, kitaptan birşeyler ezberleyen değildir. Çünkü ne zaman ezberlediklerini unutursa câhil kesilir. Aksine âlim o kimsedir ki istediği vakitte ezberlemeksizin ve ders okumaksızın ilmini rabbinden alandır´. İşte rabbânî âlim, bu âlimdir!

Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve katımızdan bir ilim öğretmiştik!(Kehf/65)

Bütün ilimler ALLAH´ın nezdinden gelmesine rağmen ilimlerin bir kısmı insanların öğretmesi vasıtasıyla olduğundan ona ´ledünnî ilim´ denilmez. Bilakis ´ledünnî ilim´ o ilimdir ki hariçten gelen ve bilinen bir sebep olmaksızın kalpte açılıp inkişaf eder. İşte bunlar naklî delillerdir. Eğer bu konuda gelen ayet, haber ve eserlerin tamamı bir araya getirilirse hadde hesaba sığmaz.

Tecrübelerle bunu görmeye gelince, bu da hesaba sığmayacak kadar çoktur. Sahabîler, tâbiîn ve onlardan sonra gelenlerde meydana gelmiştir. Nitekim Ebubekir Sıddîk (r.a) vefat edeceği zaman, kızı ve mü´minlerin vâlidesi Hz. Aişe´ye şöyle demiştir: ´Ancak onlar senin iki kardeşin ve iki kız kardeşindirler´. Ebubekir Sıddîk bu sözü söylediği zaman hanımı hamile idi ve bir müddet sonra bir kız doğurdu. İşte görüldüğü üzere, Ebubekir Sıddîk, hanımının doğumundan önce karnındaki yavrunun kız olacağını bilmiştir.

Hz. Ömer (r.a), hutbesinin ortasında şöyle haykırdı: ´Ey Sâriye! Dağa, dağa koş!´ Çünkü Hz. Ömer´e keşfolundu ki düşman, dağın tepesine çıkmaktadır. Bunu bildiğinden dolayı kumandanı Hz. Sâriye´yi bundan sakındırdı. Hz. Ömer´in sesinin Sâriye´nin kulağına gitmesi büyük kerâmetlerdendir.38

Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Ben yolda giderken bir kadına rastladım ve keskin bakışlarla ona baktım. Kadının güzelliği hakkında düşündüm ve böylece Hz. Osman´ın huzuruna girdim. Osman (r.a) beni görünce şöyle dedi: ´Sizden herhangi biriniz, iki gözünde zinanın eseri açıkça görüldüğü halde huzuruma giriyor! Ey Enes! Sen bilmez misin? Gözlerin zinası, nâmahrem bir kadına bakmaktır. ALLAH´a yemin ederim, ya sen bu günahtan tevbe edeceksin veya seni cezalandıracağını!7

Bu söz üzerine ben şöyle îtirazda bulundum:

-Hz. Peygamber´den sonra vahy var mıdır?
-Hayır! Ondan sonra vahy yoktur. Fakat bâsiret, burhan ve doğru feraset vardır. (Yani ben basiret ve ferâsetimle bunu anladım).

Ebu Said el-Harraz´dan şöyle rivayet ediliyor: Mescid-i Harâm´a girdim, orada sırtında iki hırka olan bir fakir gördüm. İçimden şunları geçirdim: Bu ve benzeri kimseler, halkın sırtından geçiniyorlar, halkın boynunda asalaktırlar! Derhal bana döndü ve dedi ki: ´Ey kişi! ALLAH senin içinden geçeni biliyor! O halde ALLAH´ın kahrından kork!´ Bunun üzerine ALLAH´tan af talep ettim. Tekrar bana haykırdı ve dedi ki: ´Ey kişi! Kulun tevbesini kabul eden O´dur!´ Sonra benim gözümden kayboldu ve kendisini bir daha da görmedim.

Davud´un oğlu Zekeriyya der ki: Mesruk´un oğlu Ebu Abbas, hasta olan ve Haşim soyundan gelen Ebu Fadl´ın yanına gitti. Ebu Fadl denilen bu zat, aynı zamanda çoluk çocuk sahibi idi ve belli bir geliri de yoktu. Ebu Abbas der ki: Ziyaretinden kalkıp çıkmak istediğim zaman içimden şöyle dedim: ´Bu kişi nereden yiyor?´Arkamdan şöyle bağırdı; ´Ya Ebu Abbas! Bu kötü töhmeti kalbinden at! Çünkü ALLAH Teâlâ´nın gizli olan nice lûtufları vardır´,

Ahmed en-Nakib der ki: Ebubekir eş-Şiblî´nin huzuruna girdim. Beni görünce dedi ki: ´Ya Ahmed! Fitnelendik!´ Ben ´Durum nedir?´ diye sorunca dedi ki: "Oturuyordum. Kalbimden ´sen cimrisin´ diye geçti´. Dedim ki: ´Ben cimri değilim´. İkinci bir defa aynı şey hatırımdan geçti: ´Sen cimrisin´. Bunun üzerine kendi kendime dedim ki: ´Bugün bana ne gelirse, ilk rastladığım fakire onu vereceğim´. Şiblî devamla dedi ki: Kalbimden geçen bu söz henüz tamam olur olmaz, baktım ki halifenin hizmetçilerinden Mü´nis´in bir arkadaşı huzuruma girdi. Beraberinde elli dinar vardı. Bana dedi ki: Bunu maslahatına sarfet! Bunun üzerine ben kalktım, o elli dinarı aldım. Dışarı çıktım, baktım ki iki gözünden âma bir fakir bir berberin önünde oturmuş, başını traş ettirmekte... ona yaklaştım ve elli dinarı eline uzattım. Bana dedi ki: ´Bunu berbere ver!´ Dedim ki: ´Onun hakkı şu kadardır!´ Bunun üzerine âma zat bana şöyle dedi: "Biz daha önce sana ´sen cimrisin´ demedik mi?" Bu söz üzerine parayı berbere uzattım. Berber bana ´Bu fakir benim önümde oturduğu zaman aramızda ücret almayacağımıza dair sözleştik´. Şiblî der ki: Bu durum karşısında kalınca parayı Dicle´ye fırlattım ve dedim ki: ´Seni aziz eden bir kimse muhakkak ALLAH tarafından zelîl edilmiştir´.

Abdullah el-Alevî´nin oğlu Hamza diyor ki: Ebu Hayr et-Tinânî´nin39 huzuruna girdim. Ona selâm vermek ve onun evinde birşey yemeden çıkıp gelmek niyetindeydim. Evinden çıktığım zaman baktım ki, arkamdan bir kap yemek yetiştirdi ve dedi ki: ´Ey genç! Sen artık bu saatte o kalbindeki niyetin dışına çıkmış bulunuyorsun! Onun için ye!´ Ebu Hayr et-Tinânî denilen zat, kerametlerle şöhret bulmuştu.

İbrahim er-Rukkî diyor ki: Ebu Hayr et-Tinânî´ye selâm vermek maksadıyla gittim. Akşam namazı oldu, nerede ise doğru dürüst Fâtiha´yı sonuna kadar okuyamayacak bir durumdaydı. İçimden dedim ki: ´Benim´ buraya kadar gelişim boşuna gitti!´ Selâm verdiğim zaman abdeste çıktım. Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti. Ben Ebû Hayr´ın yanına geri döndüm ve kendisine dedim ki: ´Bir yırtıcı hayvan bana hücum etti´. Bu söz üzerine dışarı çıktı ve o yırtıcı hayvana ´Sana, benim misafirlerime karışma demedim mi?´

Bu söz üzerine arslan geri geri çekildi. Ben de abdest alıp eve dönünce Ebu Hayr şöyle dedi: ´Siz dışınızı düzeltmeye çalışmışsınız! Fakat arslandan korkuyorsunuz. Biz de iç âlemimizi düzeltmeye çalışmışız. Arslan bizden korkuyor´.

Meşâyih-i kirâmın ferâsetinden, halkın inancını okuyuşlarından ve birçok kimsenin kalbinden geçirdikleri niyetleri keşfedişleri hakkında gelen hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur. Hatta onların Hızır´ı görmeleri, Hızır´dan sormaları, gaybdan gelen sesleri işitmeleri ve kerametlerin diğer türleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat inkâr eden, nefsinde bu durumu müşahede etmedikçe bu hikâyeler kendisine fayda veremez. Aslı inkâr eden bir kimse tafsilâtı da inkâr eder. Kesin delil odur ki hiç kimse tarafından inkâr edilmez, bunlar iki tanedir.

1.Doğru rüyaların acaiplikleridir. Zira doğru rüyalarla gayb âlemi keşfolunur. Madem ki bu uyku halinde caizdir ve oluyor, öyleyse uyanıklık halinde de olması muhal değildir demek olur.Çünkü uyku ancak beş duyunun durmasıyla uyanıklıktan ayrılır.O duyuların görünen şeylerden ilgisini kesmesiyle uyku uyanıklıktan ayrılır. Oysa nice uyanık kimseler vardır ki oldukça dalmış, ne dinler, ne de görür! Çünkü nefsi ile meşguldür.

2.Hz. Peygamber´in gaybdan ve gelecekte olacak şeylerden haber vermesidir. Nitekim Kur´an bu durumu kapsamaktadır. Madem ki peygamberle gaybdan ve gelecekten haber vermek caiz ve mümkündür, öyleyse başkalarının da gaybdan haber vermesi caiz ve mümkün demektir. Çünkü peygamber (a.s) işlerin hakikatine vâkıf ve halkın ıslahıyla meşgul olan bir şahıs demektir. Bu
bakımdan dünyada işlerin hakikatini keşfedip halkın ıslahıyla
meşgul olmayan başka bir şahsın varlığı muhal değildir. Bu ikinci
şahsa ´Peygamber´ denilmez, ´Velî´ denir. Kim peygamberlere
inanır, doğru rüyayı tasdik ederse, şeksiz ve şüphesiz kalbin iki
kapısı olduğuna inanması gerekir. Bu kapılardan biri,duyulardan ibaret olan ve dışa açılan kapıdır. İkincisi kalbin dahilinde melekûta açılır. Bu iç kapı ilham, kalbe üfürme ve vahy kapısıdır. Ne zaman ki kişi bu iki kapıyı tasdik ederse, bu takdirde ilmi sadece öğrenmek ve bilinen sebeplere öğrenmeyi hasretmek onun için mümkün değildir. Hatta mücahede etmenin de ilme varan bir yol olmasını caiz görür. İşte bu hüküm, bizim söylediklerimizin hakikatine dikkati çekmektedir. O söylediklerimiz de şehâdet ve melekût âleminin arasındaki kalbin acaip bir şekilde tereddüdüdür.

İşin rüyâ âleminde tabire muhtaç olan bir misâl şeklinde keşfolunmasının ve böylece peygamberlere ve velîlere çeşitli şekillerde görünmesinin sebeplerine gelince, bunlar da kalp acâipliklerinin esrarındandır. Bunu izah etmek, mükâşefe ilmine dâhildir. Bu bakımdan biz söylediklerimizle kalalım. Çünkü söylediklerimiz, mücâhedeye teşvik ve mücâhede yoluyla keşfi elde etmeye teşvik hususunda yeterlidir.

Keşif erbabından biri dedi ki: ALLAH´ın meleği bana göründü! Melek benden kendisine, tevhidî müşahedemden gelen gizli zikrimden birşeyler okumamı istedi ve devamla melek bana dedi ki:

-Biz senin herhangi bir amelini yazmıyoruz. Oysa biz istiyoruz ki seni ALLAH´a yaklaştırıcı bir amelini ALLAH´ın huzuruna yükseltip götürelim.

-İkiniz farzları yazmıyor musunuz?

-Evet, yazıyoruz!
-O halde bu sizin için kâfidir!

Bu söz işaret eder ki ´Kirâmen kâtibîn´ melekleri kalbin sırlarına muttali olmazlar, ancak zâhirî amellere muttalî olurlar.

Ariflerden biri der ki: Abdalların birinden yakînin müşahedesini sordum. Bu sual üzerine abdal, soluna baktı ve dedi ki: ´ALLAH senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?´ Sonra sağına baktı ve yine ´ALLAH senden razı olsun! Bu hususta fikrin nedir?´ dedi. Sonra başını öne eğerek ´ALLAH senden razı olsun! Sen ne dersin?´ diye sordu. Sonra dünyada işittiğim cevapların en garibini verdi ve ben kendisine şöyle sordum: ´Neden önce soluna, sağına sonra önüne bakarak birşeyler sordun?´ Dedi ki: "Mesele hakkında benim kuvvetli bir cevabım yoktu. Önce soldaki melekten sordum. O ´bilmem´ dedi. Sonra sağdaki melekten sordum -ki sol-dakinden daha âlimdir- o da ´bilmem´ dedi. Sonra kalbime baktım; ona sordum. İşte sana vermiş olduğum cevabı kalbim bana haber verdi. Bu bakımdan kalbim iki melekten de daha âlimdir".

Sanki bu olay Hz. Peygamberin şu hadîs-i şerifinin mânâsıdır. ´Muhakkak benim ümmetimden ilham alanlar vardır ve muhakkak Ömer, onlardan biridir´.

Bir hadîs-i kudsî´de şöyle buyurulmuştur: ´Herhangi bir kulun kalbine bakıp, onun kalbinde zikrime yapışma düşüncesini görürsem, o kulumun idaresini yürüten ben olurum. Onun arkadaşı ben, onunla konuşan ben olurum´.

Ebu Süleyman ed-Darânî der ki: ´Kalp, kurulmuş bir çadır mesabesindedir. Onun etrafında kapalı kapılar vardır. Ona hangi kapı açılırsa oradan girer´. Böylece anlaşıldı ki kalbin kapılarından bir kapı, melekût ve mele-i âlâ âleminin tarafına açılır ve o kapı ancak mücahede ve takvâ ile açılır. Dünya şehvetlerinden yüz çevirmek sûretiyle açılır ve bunun için de âdil halîfe Hz. Ömer (r.a), hududlarda çarpışan ordu kumandanlarına şöyle yazdı: ´ALLAH´a itaat eden kullardan dinlediklerinizi ezberleyin! Çünkü ALLAH´a itaat eden kullara birçok doğru şeyler keşfolunur´.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´ALLAH´ın kudret eli hükemanın ağızları üzerindedir. Bu bakımdan hükema, ancak ALLAH Teâlâ´nın kendilerine hazırladığı hakikati haykırırlar´.

Başka biri de şöyle demiştir: ´Eğer dilersem diyebilirim ki muhakkak ALLAH Teâlâ, kendisinden korkan kullarını birtakım sırlarına muttali kılar´.

31)ilim bölümünde geçmişti.
32)Buhârî, Müslim
33)İlim bölümünde geçmişti.
34)Buhârî, Müslim
35)Tirmizî
36)İlim bölümünde geçmişti.
37)Buhârî
38) Vâkıdî, (Usame b. Zeyd´den, o da Hz. Ömer´den)
39) Tinan, Musul´un köylerindendir. Bu zat aslen Mağriblidir, el-Ekda mahlasıyla tanınmaktadır.

..::duyguseli::..
11-25-2008, 21:07
Şeytanın Kalbe Vesvese İle Tasallutu, Vesvese´nin Anlamı ve Galebe Çalmasının Sebebi

Söylediğimiz gibi kalp kurulmuş bir çadır gibidir ve birtakım kapıları vardır. Her kapısından kendisine durum ve haller gelir ve yine kalbin misâli hedefe benzer. Ona her taraftan oklar atılır veya kalp, dikilmiş bir aynaya benzer. O aynanın üzerinde çeşitli sûretler geçer. Bir sûretten sonra başka bir sûret görünür. O ayna bu geçen sûretlerden boş değildir veya bir havuzun sularına benzer. Çeşitli nehirlerden o havuza sular akar... Her durumda kalbe akan bu yeni yeni eserlerin giriş noktaları ya beş duyudan veya bâtındandır. Hayâ, şehvet, öfke ve insan mizacından oluşan şeylerdendir. Çünkü insanoğlu beş duyusuyla birşeyi idrâk ettiği zaman, o idrâk edilen şeyden kalpte bir eser oluşur. Böylece fazla yemekten veya mizacdaki bir kuvvetten dolayı şehvet kabardığı zaman onun kalpte bir etkisi olur. Her ne kadar kalp, hissettirmekten engellense de nefiste meydana gelen hayaller devamlı kalırlar. Hayal birşeyden diğer birşeye geçer. Hayalin geçişine göre, kalp de bir halden diğer bir hâle geçer. Maksat şudur; kalbin değişmesi ve etkilenmesi daima bu sebeplerdendir. Kalpte oluşan eserlerin en güzeli hatıralardır. Hatırat´tan gayemiz; kalpte meydana gelen fikir ve zikirlerdir. Bunlardan gayemiz; teceddüd veya tezekkür yoluyla gelen ilimlerdir. İşte bu ilimlere ´hâtırat´ adı verilir. Çünkü bunlar, kalp onlardan gâfil olduktan sonra kalbe gelirler. İradeleri harekete getiren hatırat´tır. Çünkü niyet, azim ve irade ancak niyet edilen mânânın tamamının kalpte meydana gelmesinden sonra oluşur.

Bu bakımdan fiillerin başlangıcını ve rağbeti tahrik eden hatırat´tır. Rağbet de azmi tahrik eder, azim de niyeti tahrik eder. Niyet ise âzayı harekete geçirir. Rağbeti harekete geçiren hatırat) şerre dâvet eden, sonucu zarar veren hâtırat ile hayra dâvet eden ahirette fayda veren hâtırat diye ikiye ayrılır. Bu iki kısım değişik hâtırattır. Bu bakımdan değişik isimlere muhtaçtırlar. Güzel sonuç veren hâtırata ´ilham´, kötü hâtırata (şerre dâvet eden âtırata) ise Vesvese´ adı verilir. Bunu bildikten sonra anlarsın ki bu hâtıratlar, hâdis (sonradan olma)dır. Her sonradan olanın mutlaka ´muhdis´i (icat edicisi) vardır. Havadis ne zaman değişik olursa, onların değişmeleri, sebeplerinin çeşitliliğine delâlet eder. İşte müsebbebleri sebeplere bağlamak tertibindeki ALLAH Teâlâ´nın kanunundan anlaşılan budur! Ne zaman evin duvarları ateşin ışığıyla aydınlanırsa, tavanı ateşten çıkan duman ile kararırsa, bilirsin ki kararmanın sebebi, aydınlanmanın sebebinden ayrıdır.

İşte böylece kalbin nûrları ve zulmeti için de iki değişik sebep vardır. Bu bakımdan hayra davet eden hâtırat sebebine ´melek´ ismi verilir. Şerre dâvet eden hâtıratın sebebine ´şeytan´ ismi verilir. Kalbin, sayesinde hayır ilhamını kabul etmeye hazır olduğu lûtufa ´tevfîk´ ismi verilir. Kalbin, sayesinde şeytanın vesvesesini kabul etmeye hazır olduğu şeye de ´iğvâ´ ve ´hizlân´ ismi verilir. Çünkü çeşitli mânâlar, değişik isimlere muhtaçtırlar. Melek, ALLAH Teâlâ´nın yarattığı ve şanı hayır ile ilmi ifade etmek olan bir mahlûktan ibarettir. Bu mahlûk hakkı keşif, hayrı va´d ve emr-i bi´1-ma´ruf yapar. ALLAH Teâlâ onu yaratmış ve bu vazifelerde kullanmak üzere kendisini musahhar kılarak görevlendirmiştir. Şeytan ise, öyle bir yaratıktan ibarettir ki, meleğin zıddıdır. Yani şerri ve fuhşiyatı emreder, hayrı yapmaya azmettiğin zaman fakirlikle korkutur. Bu bakımdan vesvese ilhamın tam zıddıdır. Şeytan ise, meleğin tam zıddıdır... Tevfik de hizlân´ın zıddıdır ve bu duruma şu ayet-i celîle ile işaret vardır:

Herşeyden iki çift (erkek-dişi) yarattık. (Zâriyât/49)

Çünkü varlıkların tümü çifttirler. Ancak ALLAH Teâlâ bu hükmün dışındadır. Çünkü ALLAH Teâlâ ´tek´dir. O´nun karşılığı yoktur. Bil ki birdir, haktır ve bütün çiftleri yaratandır. Bu bakımdan kalp, şeytan ile melek arasında çekilmektedir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Kalbe gelen iki şey vardır. Birisi melekten gelen şeydir ki hayrı vadedip, hakkı tasdik eder. Bu bakımdan kim kalbinde bunu görürse, bilsin ki bu ALLAH´tan gelen bir lütûftur ve bunun için ALLAH Teâlâ´ya hamdetmelidir. Düşmandan gelen ikinci birşey vardır. O da şerri va´d edip hakkı yalanlar ve hayrı yasaklar. Kim kalbinde böyle birşeye rastlarsa kovulmuş şeytanın şerrinden ALLAH´a sığınsın!40

Rasûlullah bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu.
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. ALLAH ise size kendi tarafından bir mağfiret ve bir fazl va´dediyor. ALLAH(ın lütfu) geniştir, herşeyi kemâliyle bilendir.(Bakara/268)

Hasan Basrî diyor ki: Kalpteki bu iki hâdise, kalpte durmadan cevelan eden iki himmettir. Biri ALLAH´tan gelen, biri de şeytandan gelen himmet... O halde, ALLAH o kuldan razı olsun ki ALLAH´tan gelen himmetin hududunda durur ve ALLAH´tan geleni yapar, ALLAH´ın düşmanından gelenle mücadele edip reddeder. Kalp, musallat olan bu iki himmet arasında çekildiğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Mü´minin kalbi rahman ALLAH´ın kudret parmaklarından iki parmak arasındadır.41

Çünkü damar, kan, kemik ve etten oluşan ´parmak´tan ALLAH Teâlâ münezzehtir. Boğumlara taksim olunan parmaktan ALLAH Teâlâ´nın şânı yücedir. Fakat parmaktan maksat süratle çevirmektir. Hareketlendirme ve bozmaya muktedir olmaktır. Çünkü sen, parmağını parmak olduğundan dolayı değil, evirip çevirmekteki çalışmasından dolayı istersin. Nasıl ki, parmaklarınla fiillerde bulunuyorsan, ALLAH Teâlâ da yaptıklarını, melek ve şeytanı musallat kılmak sûretiyle yapar. Bunların ikisi, ALLAH´ın kudretiyle, kalpleri evirip çevirmekle görevlendirilmişlerdir. Senin parmaklarının cisimleri evirip çevirmekte sana musahhar olduğu gibi...

Kalp -yaradılış itibariyle- melekten gelen eserleri de, şeytandan gelen eserleri de kabul etmeye eşit bir şekilde elverişlidir. Bunların biri diğerine esasında ağır basmamaktadır. Ancak taraflardan birinin ağır basması, nefsin hevasına uymak, şehvetlere düşmek veya şehvet ve hevâ-i nefisten yüz çevirmekle olur. Eğer insanoğlu öfkesinin ve şehvetinin isteğine ayak uydurursa heva-i nefis vasıtasıyla şeytanın kendisine tasallut ettiği anlaşılır. Kalp böylece şeytanın yuvası ve kaynağı olur. Çünkü heva-i nefis, şeytanın merasıdır. Eğer insanoğlu şehvetlerle mücahede edip onları nefse musallat kılmazsa ve meleklerin ahlâkına uyarsa, bu takdirde onun kalbi meleklerin istikrar yeri ve iniş merkezi olur. Hiçbir kalp; şehvet, öfke, hırs, tamahkârlık ve kötü emelden, kısacası hevâ-i nefisten dallanıp budaklanan beşerî sıfatlardan boş olmadığı için şeytanın vesveseyle dolaşmadığı kalp yoktur. Bunun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

-Hiç kimse yoktur ki onun bir şeytanı olmasın.

-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Senin de şeytanın var mı?

-Benim de var. Ancak ALLAH Teâlâ bana yardım ederek şeytanı mağlup etti ve böylece benim şeytanım teslim oldu.Bu bakımdan o bana hayırdan başkasını emretmez.42

Hz. Peygamber´in şeytanının böyle olması, şu hikmetten ötürüdür: Şeytan ancak şehvet vasıtasıyla musallat olur. O halde şehvetine karşılık ALLAH´ın yardımına mazhar olan bir kulun şehveti, istediği yerde harekete geçer ve istediği hududlara kadar varır, bu kulun şehveti şerre dâvet etmez. Bu bakımdan şehvetin zırhına bürünmüş şeytan da ancak hayrı emreder.

Ne zaman hevanın istekleriyle dünyanın zevki kalbe hâkim olursa, şüphesiz şeytan, bir imkân bulur ve vesveseye başlar. Ne zaman ki kalp, ALLAH´ın zikrine dönerse, şeytan oradan göçeder ve onun için imkân kapısı oldukça daralır ve böylece melek gelip ilham eder. Kısacası kalbin savaş meydanında meleklerin ordusu ile şeytanların ordusu arasında daimî bir kavga vardır, kalp ikisinden birine teslim oluncaya kadar devam eder. Böylece fetheden geçebilir. Kalplerin çoğu, şeytanların orduları tarafından fethedilerek mülk edinilmiştir. Geçici dünyayı ahirete tercih etmeye, ahireti atmaya dâvet eden vesveselerle dolmuşlardır. Şeytan ordu-arının istilâları şehvetlere ve hevâ-i nefse tâbi olmakla başlar ve bundan sonra kalbin melekler tarafından fethedilmesi şeytanın pisliklerinden, yani hevâ ve şehvetlerden boşaltmak sûretiyle mümkün olur. Meleklerin iz bıraktıkları mekân olan kalbi ALLAH´ın zikriyle tâmir etmek de ancak meleklerce fethedilmesiyle mümkün olur.

Câbir b. Ubeyde el-Adevî şöyle anlatır: el-Ulaye b. Ziyad´a kalbimdeki vesveseden şikayet ettim. Bana dedi ki: ´Bunun misali, içinden hırsızların geçtiği bir evin misaline benzer. Eğer o evde birşeyler varsa hırsızlar sağa sola başvurur, evi arayıp tararlar. Eğer birşey yoksa evi bırakıp geçip giderler´.

Yani hevâ-i nefisten boş olan bir kalbe şeytan girmez ve bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Benim (gerçek) kullarım(a gelince) senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. Rabbin ise, vekil olarak yeter!(İsrâ/65)

Bu bakımdan hevâ-i nefsine tâbi olan herkes ALLAH´ın değil, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de ALLAH Teâlâ kendisine şeytanı musallat kılarak şöyle buyurmuştur: ´(Ey Rasûlüm)! Şimdi o kimseyi gördün ya! (Hidayeti bırakıp keyfine taparcasına) zevkini kendisine ilâh edinmiş´ (Câsiye/23). Bu ayet işaret eder ki hevâ-i nefsini kendisine ilah edinen bir kimse ALLAH´ın kulu değildir, hevâ-i nefsinin kuludur ve bunun için de Amr b. As Hz. Peygamber´e şöyle sorar:

-Ya Rasûlullah! Şeytan benimle namazımın ve okuyuşumun arasına girdi!

- O bir şeytandır ki kendisine hanzeb denir. Seninle ibadetlerinin arasına girdiğini hissettiğin zaman onun şerrinden ALLAH´a sığın ve üç defa sol tarafına tükür.43

Amr der ki: ´Ben Hz. Peygamberin dediğini yaptım ve bu sayede ALLAH Teâlâ o şeytanı benden uzaklaştırdı´.

Muhakkak ki abdestin ´Velhan´ adlı bir şeytanı vardır. Onun şerrinden ALLAH Teâlâ´ya sığının!44

Şeytanın vesvesesini ancak vesvese veren şeyden başkasını düşünmek siler. Çünkü herhangi birşeyin hatırlanması kalpte meydana gelirse, ondan önce kalpte bulunan şey yok olur. Fakat herşey ALLAH Teâlâ´nın gayrisidir ve herşey ALLAH ve ALLAH ile irtibatlı olanın gayrisidir. O, vesveseye vesile olup şeytanın at oynatma meydanı olabilir. Bu bakımdan veseveseyi silip artık bir daha şeytana cevelân etme imkânını vermeyen tek şey, ALLAH´ın zikridir ve bilinir ki ALLAH´ın zikrinde şeytanın mecali yoktur ve hiçbir şey zıddından başkasıyla tedavi olunamaz. Şeytanî vesvesenin tamamının zıddı ise, istiaze etmek vasıtasıyla ALLAH´ı anmaktır. Kuvvet ve kudretinden tamamen uzaklaşıp ALLAH´a iltica etmektir. Böyle yapman senin eûzü billâhi min´eş-şeytân´ir-racîm ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi´l-aliyyıl-azîm demenin mânâsıdır. Böyle bir durumu meydana getirmek ancak muttakîlerin işidir. O muttakîler ki ALLAH´ın zikri onlarda galiptir. Şeytan ise ancak gaflet anlarında onları ziyaret eder.

ALLAH´tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman ALLAH´ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile...(A´raf/201)

Meşhur müfessir Mücâhid, Nas suresinin 4. ayetini şöyle tefsir etmiştir: ´Şeytan kalbe yayılır. Ne zaman insan, ALLAH´ı anarsa, geri çekilip kalıbına döner. İnsanoğlu gâfil olduğu zaman yeniden kalbi istilâya başlar!´ Bu bakımdan ALLAH´ın zikriyle şeytanın vesvesesi arasında zulmet ile nûrun, gece ile gündüzün arasında olduğu gibi, kovalamaca vardır. Biri diğerinin zıddı olduğu için ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Şeytan onları kuşatmış onlara ALLAH´ı anmayı unutturmuştur.(Mücâdele/19)
Enes, Hz. Peygamber´den şöyle rivayet eder:

Muhakkak ki şeytan hortumunu Ademoğlunun kalbine sarkıtır. Eğer Ademoğlu ALLAH´ı zikrederse, şeytan gerisin geriye çekilir. Eğer ALLAH´ı unutursa şeytan onun kalbini yutar.45

İbn Veddah´ın naklettiği bir hadîs ise şöyledir:

Kişi, kırk yaşına gelip de tevbe etmezse, şeytan onun yüzünü eliyle sıvazlar ve kendisine ´Babam felâha kavuşmamış bir kimsenin yüzüne kurban olsun!´ der.
Nasıl ki şehvetler, Ademoğlunun et ve kanına karışmışsa, şeytanın tasallutu da öylece etine, kanına karışmış ve her taraftan kalbini kuşatmıştır.

Muhakkak ki şeytan, insanoğlunun damarlarında dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaştığı yolları, aç kalmak (oruç tutmak) sûretiyle daraltınız.46

Neden şeytanın yolları acıkmak sûretiyle daralır? Çünkü acıkma, şehveti kırar. Şeytanın yolu ise şehvetlerdir. Şehvetler her taraftan kalbi kuşattığı için ALLAH Teâlâ İblis´ten hikâye ederek şöyle buyurur:

Öyleyse beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki insanoğullarını saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna oturacağım, vesvese verip pusu kuracağım. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.

Şeytan, Ademoğlunu kandırmak için yollarda oturmuştur, Ademoğlu´nun İslâm yoluna şeytan oturdu ve Ademoğluna şöyle sordu: ´Sen müslüman mı oluyorsun? Sen dinini ve ecdadının dinini mi terkediyorsun?´ Şeytanın bütün ısrarına rağmen Ademoğlu kendisine isyan ederek müslüman oldu. Sonra şeytan, Ademoğlunu kandırmak için hicret yoluna oturup ona şöyle dedi: ´Sen öz memleketinden hicret mi ediyorsun?´ Yine Ademoğlu şeytana isyan edip hicret etti. Sonra şeytan onu aldatmak için cihad yoluna oturdu ve dedi ki: ´Sen cihada mı gidiyorsun? Oysa cihad, nefsin ve malın telef edilmesidir. Savaşıp öldürüleceksin. Karıların başkası tarafından nikâh edilecektir ve malın vârislere taksim edilecektir´. Ademoğlu, şeytanın bu iğvasına rağmen, ona isyan edip cihada devam etti. Kim böyle yapıp ölürse, onu cennete göndermek ALLAH Teâlâ´ya hak olur.47

İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber vesvesenin mânâsına zikretti. Vesvese, mücahid bir kimsenin kalbine ´Sen öleceksin! Kadınların kocaya gidecekler´ gibi sözler söyleyerek insanoğlunu cihaddan caydırır. Bunlar malûm ve herkesce bilinmektedir. Bu bakımdan vesveseler de müşâhede ile malûmdurlar. Kalbe gelen herşeyin bir sebebi vardır ve o sebep, bilinmesi için bir isme muhtaçtır. Bu bakımdan vesvesenin sebebinin ismi şeytandır ve insanoğulları şeytana isyan etmek veya ona tâbî olmak sûretiyle değişik durumda bulunurlar ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Hiçbir kimse yoktur ki bir şeytanı olmasın!48

Böylece basiretin bu çeşidiyle vesvese, ilham, melek, şeytan ve hizlân´ın mânâları açığa kavuşmuş oldu. Bu hakikatten sonra, şeytanın zâtını düşünüp, acaba lâtif bir cisim midir veya cisim değil midir? Acaba cisim değilse, cisim olan insanın bedenine nasıl girer? Bu tür düşünceye muamele ilminde hiçbir ihtiyaç yoktur. Şeytanı bu yönden tedkik eden bir kimsenin misâli, tıpkı elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimsenin misâline benzer. Elbisesinin içerisine yılan girmiş bir kimse, herşeyden önce, yılanı çıkarıp atmaya ve zararını kendisinden uzaklaştırmaya muhtaçtır. Oysa adam yılanı çıkarıp atmıyor da onun şeklini, rengini, uzunluğunu tedkik etmekle meşgul oluyor. Bu ise, cehâletin ta kendisidir. Bu bakımdan insanoğlunu şerre iteleyici hatıratın bir sebepten doğduğu anlaşıldı ve şüphesiz düşman da anlaşıldı. Bu bakımdan düşman ile mücadele etmekle meşgul olması uygundur. ALLAH Teâlâ da şeytanın düşmanlığını Kur´an´ın birçok ayetinde tarif etmiştir ki ehl-i iman bu tarif sayesinde şeytanın şerrinden emin olup sakınsın!

Hakîkaten şeytan (öteden beri) size düşmandır. Siz de onu düşman edinin! Çünkü o, avanesini cehennemlik olmaya çağırır.(Fâtır/6)

´Şeytana itâat etmeyin. O size açık bir düşmandır´ diye size öğüt vermedim mi ey Ademoğulları?(Yâsin/60)

Bu bakımdan kulun, düşmanı kendisinden uzaklaştırmakla meşgul olması gerekir. Düşmanın soyunu sopunu, yerini yurdunu sormakla meşgul olması gerekmez. Evet! Düşmanın silahını bilmesi gerekir ki onu nefsinden uzaklaştırsın. Şeytanın silahı ise, hevâ-i nefis ve şehvetlerdir ve bunu bilmek âlimlere kâfidir. Şeytanın zatını, sıfat ve hakikatlerini ve meleklerin hakikatini bilmeye gelince, bu ancak mükâşefe ilmine dalmış ârif kişilerin işidir. Muamele ilminde bunu bilmeye insanoğlu muhtaç olmaz. Evet, hatıratın şu kısımlara ayrıldığını herkes bilmelidir:

A)Kesinlikle şerre dâvet eden bir kısmı vardır ve bu kısmın vesvese olduğu da gizli değildir.

B)Kesinlikle hayra dâvet ettiği bilinen hâtırattır. Bunun ilham olduğunda şek ve şüphe yoktur.

C)Hangi kısım olduğunda tereddüt ve şüphe olandır. Bunun, meleği yaklaştıran hasletten mi geldiğini, yoksa şeytanı yaklaştıran hasletten mi geldiğini bilmek kolay değildir. Çünkü şerri, hayır şeklinde göstermek şeytanın hilelerindendir.

Acaba bu hayır mıdır yoksa şeytanın hilesiyle ´hayır´ şeklinde gösterilen ´şer´ midir diye ayırmak çok zordur. Âbidlerin çoğu bu üçüncü kısımla helâk olmuşlardır. Çünkü şeytan onları doğrudan doğruya açık şerre dâvet etmeye muktedir değildir. Bu bakımdan onları aldatmak için ´şerr´i hayır sûretinde göstererek tasvir eder. Nitekim âlim kişiye va´z ve nasihat yoluyla der ki: ´Sen halka bakmaz mısın? Onlar cehaletten ölüdürler, gafletten helâk olmuşlar, ateşe yaklaşmışlardır. ALLAH´ın kullarına hiç merhametin yok mudur? Nasihat ve va´zınla onları tehlikelerden neden kurtarmıyorsun? Oysa ALLAH sana gören bir kalp, ateşli bir dil, halk tarafından kabul edilen bir konuşma ihsan etmiştir. Bu bakımdan sen nasıl ALLAH´ın nimetini inkâr eder, dolayısıyla ALLAH´ın kahrına kendini maruz bırakırsın? Hakîkati haykırmaktan nasıl susarsın? Halkı dosdoğru yola davet etmekten nasıl geri kalırsın?!!´ Evet böylece şeytan, âlimin kalbinde bunu yerleştirmeye çalışır. Onu ince hilelerle durmadan çeker, ta ki o halka va´z ve nasihat yapmakla meşgul oluncaya kadar. Meşgul olduktan sonra onu halka süslü görünmeye, lâfızları güzelce telâffuz etmeye, hayrı açıkça söylemek sûretiyle riyâkârlık yapmaya dâvet eder ve âlime der ki: ´Eğer sen böyle yapmazsan senin konuşmanın tesiri cemaatin kalbinden düşer ve cemaat doğru yolu bulamaz´.

Böylece âlimin kalbinde bunu daimî bir şekilde işler ve böylece âlimin kalbinde riyânın kokularını yerleştirir. Halk tarafından kabul edilsin zihniyetini, dünyada rütbe sahibi olmanın lezzetini, yardımcılarının ve kendisinden ilim alanların çokluğuyla aziz olma fikrini, halka hakaret gözüyle bakmayı yerleştirir. Dolayısıyla miskin âlim, va´z ve nasihatinden ötürü helâke doğru sürüklenir gider. Hayrı kasdettiğini zannederek konuşur. Oysa maksadı post kapmak ve halk tarafından kabul görmektir ve bundan dolayı da helâk olur! ALLAH nezdinde bir kıymeti olduğu zannına kapılır. Oysa kendisi Hz. Peygamber´in şu sözlerinin mefhumuna dâhil olanlardan olur.

Muhakkak ki ALLAH bu dini, ahlâksız bir kavimle de takviye ve te´kid eder.49

Muhakkak ki ALLAH bu dini fâcir ve fâsık kişiyle de takviye eder.50

Bu sırra binaen rivayet edilir ki İblis, Hz. İsa´ya misâl âleminde görünür ve der ki: ´Lâ ilâhe illâllah de!´ Buna karşılık olarak Hz, İsa (a.s) şöyle der: ´Lâ ilâhe illâllah hak bir kelimedir. Fakat senin sözünle bu kelimeyi söylemem!´

Hz. İsa´nın (a.s) böyle söylemesinin hikmeti şudur: İblis´in hayra çağırmasında da birtakım karıştırmalar vardır. Şeytanın bu tür karıştırmaları sayılamayacak kadar çoktur ve bu tür karıştırmalarından ötürü birçok âlim, âbid, zâhid, fakir, zengin ve şerrin zâhirinden nefret eden, açık günahlara girmeyi nefislerine uygun görmeyen halk sınıfları helâk olmuşlardır.

Biz bu bölümün sonunda gelen Gurur Kitabı´nda şeytanın hilelerinden bir kısmını zikredeceğiz. Eğer zaman mühlet verirse, biz özel olarak bu hususta bir kitap telif edeceğiz ve telif edeceğimiz kitaba ´Telbîsu İblis´ (İblis´in Kandırmaları) adını vereceğiz. Çünkü zamanımızda îblis´in aldatması memleketler ve kullar arasında oldukça yayılmıştır. Hele mezhep ve inançlar sahasında daha da fazla yaygındır. Hatta hayırlardan sadece resimler ve görünür tarafları kalmıştır. Bütün bunlar, İblisin kandırma ve hilelerine kurban olmaktan kaynaklanmıştır. Bu bakımdan kul´a, kalbine gelen her fikrin yanında durup süzmek gerekir ki bu fikrin melekten mi, yoksa şeytandan mı geldiğini bilsin ve basiret gözüyle derin derin düşünsün ve tabiattan gelen hevâ-i nefisle hareket etmesin! Kişi böyle bir hakikate ancak takva, basiret nûru ve ilmin çokluğu ile vâkıf olabilir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ALLAH´tan korkanlar kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, ALLAH´ı ve azabını düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile....(A´raf/201)

Yani ilmin nûruna dönmüşlerdir ve böylece onlara müşkil meseleler, hakikî yönüyle görünür ve keşfolunur.

Nefsini takva ile bezemeyen bir kimseye gelince, bu kimse tabi-atça hevâ-i nefsine tâbi olduğundan ötürü şeytanın hilesine meyleder ve böylece şeytanın kandırması bu kimsede çoğalır ve bilmediği halde acelece şeytanın helak edici vesveselerine kurban gider. Böyle kimseler hakkında ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Artık zannetmedikleri bir azap ALLAH tarafından onlar için meydana çıkmıştır.(Zümer/47)

Denildi ki: ´Onlar için meydana çıkan azap´, hayır zannettiği ve hakîkaten günah olan amelleridir. Muamele ilminin çeşitlerinin en çözülmez olanı, nefsin hilelerine ve şeytanın desiselerine vâkıf olmaktır. Oysa bunlara vâkıf olmak, her kul için farz-ı ayınıdır. Ama halk bunu ihmâl etmiştir. Kendilerini vesveseye çeken ilimlerle meşgul olmuşlardır. Şeytan onlara musallat olmuş, düşmanlığını onlara unutturmuştur. Şeytanın düşmanlığından sakınma yolu onlara unutturulmuştur. İnsanı ancak vesveselerin kapılarını kapatmak kurtarır. Hatıratın kapıları ise, beş duyudur. Bu kapılar şehvetlerden ve dünya ilgilerinden ötürü kalbe açılır. Karanlık bir evde oturmak, duyuların kapısını kapatır. Aile efradından ve maldan uzak durmak, vesveselerin kalbe girişlerini azaltır. Fakat bununla beraber kalpte cereyan eden hayallerde bulunan bâtınî menfezler kalır. Bu menfezleri kapatmak da ancak kalbi ALLAH´ın zikriyle meşgul etmekle mümkün olur. Sonra şeytan durmadan böyle bir kalbi çeker, onunla çekişir ve onu ALLAH´ın zikrinden gâfil etmeye çalışır. Bu bakımdan şeytanla daima mücahede etmek gerekir. Bu mücahede ise, ancak ölümle sonuçlanır. Zira hiç kimse hayatta oldukça şeytandan kurtulamaz.

Evet! İnsanoğlu bazen şeytana itaat etmeyecek derecede kuvvet kazanır. Mücahede sayesinde şeytanın şerrini nefsinden uzaklaştırır. Fakat kan bedende dolaştıkça, bu kişi cihad etmek ve şeytana karşı müdafaada bulunmaktan kurtulamaz. Çünkü kişi, sağ oldukça şeytanın kapıları onun kalbinde açık bulunur ve kilit-lenmez. O kapılar da şehvet, öfke, hased, tamahkârlık, oburluk ve benzerleridir. Nitekim bunların beyanı ileride gelecektir. Kapı açık bulundukça, düşman da gâfil olmadıkça, düşmanın şerri ancak nöbet beklemek ve mücahede etmek sûretiyle defedilir.

Bir kişi, Hasan Basrî´ye şöyle sorar: ´Ey Ebu Said! Şeytan uyur mu?´ Hasan Basrî (r.a) tebessüm ederek şöyle cevap verir: ´Eğer şeytan uyusaydı, biz istirahat ederdik. Hiçbir zaman ehl-i iman şeytandan kurtulamaz´.

Evet! Her müslümanın şeytanı defetmek ve kuvvetini zayıf düşürmek için bir yolu vardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki mü´min kimse, herhangi birinizin sefer hâlinde devesini zayıflattığı gibi şeytanını zayıflatır.51

İbn Mes´ud şöyle der: ´Mü´minin şeytani, zayıf ve bi´tabdır´.

Kays b. Haccac şöyle demiştir: "Benim şeytanım bana dedi ki: ´Ben senin bedenine girdiğim zaman kocaman bir deve gibiydim. Şimdi ise bir kuş gibi oldum!´ Ben ona ´Neden böyle oldu?´ diye sorunca, bana ´Sen beni ALLAH´ın zikriyle eritiyorsun!´ diye cevap verdi".
Bu bakımdan takvâ ehli için şeytanın kapılarını kapatmak zor gelmez. Nöbet beklerse şerrinden sakınmak güç gelmez. Kapılardan zâhir kapıları ve açık günahlara götüren apaçık yolları kastediyorum. Takva sahibi zatlar, ancak şeytanın çözülemez veya çözülmesi zor olan yollarında kayarlar. Çünkü onlar bu dolambaçlı yolları bilmezler ki onlardan sakınsınlar. Nitekim biz buna âlimler ve vâizlerin aldanışı bahsinde işaret etmiştik.

Müşkil olan mesele şudur: Şeytanın kalbe açılan kapıları pek çoktur. Meleklerinki ise bir tek kapıdır. Kaldı ki bu tek kapı, şeytanın o çok olan kapılarıyla karışmaktadır. Bu bakımdan bu kapılarda kul, yolları çok olan ve hangi yolun nereye gideceği pek kestirilmeyen bir çölde, kapkaranlık bir gecede şaşıp kalan bir yolcuya benzer. Bu yolcu ancak gideceği yolu, basiret gözüyle seçebilecek duruma düşer veya pırıl pırıl parlayan güneşin doğuşuna muhtaç olur.

Burada ki göz ise, takvâ ile temizlenmiş kalptir. Pırıl pırıl parlayan güneş ise, ALLAH´ın Kitabı´ndan ve Hz. Peygamber´in sünnetinden öğrenilen ilimdir. İnsanı, seçilmesi güç olan yollara hidayet eden ilim... Eğer böyle bir durum mevcut değilse, yollar çok ve karışıktır. Çıkması pek zordur. Abdullah bin Mes´ud (r.a) şöyle rvayet eder:

Hz. Peygamber (s.a) birgün bize bir çizgi çizdi ve şöyle dedi: ´İşte bu çizgi ALLAH´ın yoludur´. Sonra o çizginin sağına ve soluna birçok çizgiler çizdi ve şöyle dedi: ´Bunlar çeşitli yollardır. Bu yolların herbirinin üzerinde bir şeytan durmakta ve insanları bu yola davet etmektedir´. Sonra şu ayeti okudu: ´Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara (ve dinlere) uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar´. (En´âm/53)

İşte ayette geçen ´başka yollar´ bu çizgilerdir. Böylece Hz. Peygamber (s.a) yolların çokluğunu anlatmış oldu.52

Biz, bâtıl yollardan ayırdedilmesi pek güç olan hak yol için bir misal zikrettik. O yol ki âlimler ve şehvetlerine sahip olan âbidler, zâhirî kötülüklerden nefislerini meneden kullar onunla aldanırlar. Bu bakımdan biz âdemoğlunun yürümeye mecbur olduğu yola bir misal verelim. Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilmektedir:

İsrâiloğulları´ndan bir rahip vardı. Onun zamanında şeytan bir kız çocuğunun gırtlağına sarılıp onu boğdu. Yani onu sara hastalığı gibi boğmacaya benzer bir hastalığa müptela etti. Sonra o kızın ailesinin kalbine ´bunun tedavisi ancak rahibin yanında mümkündür´ diye ilka etti. Bu bakımdan aile efradı, kız çocuğunu rahibe getirdiler. Rahip ise, onu yanına alıp tedavi etmekten kaçındı. Onlar kızı rahibe kabul ettirinceye kadar yalvardılar. Kız tedavi için rahibin yanında bulunduğu sırada şeytan, rahibe geliverdi. Kıza yaklaşıp cinsî ilişki kurmasını rahibin kalbine vesvese yoluyla ilka etti ve rahip, kızla cinsî münasebette bulununcaya kadar şeytan bu vesvesesine devam etti ve kız, rahipten gebe kaldı. Bu sefer şeytan, rahibe şu vesveseyi verdi: "Ey rahip! Ne yapıyorsun? Şimdi rezil olacaksın! Kızın ailesi sana gelecektir. O halde kızı öldür. Çünkü senin için bundan başka çıkar yol yok! Eğer onlar senden kızın ne olduğunu sorarlarsa, kızın vefat ettiğini söyle". Bunun üzerine rahip, kızı öldürüp gömdü. Sonra şeytan, kızın aile efradına gitti. Onlara vesvese verdi. Kalplerine ´Rahip, kızı gebe bıraktıktan sonra öldürdü ve gömdü´ diye ilka etti. Bunun üzerine kızın aile efradı rahibe geldi. Kızın durumunu sordu. Rahip kızın öldüğünü söyledi. Onlar rahibi tutup kızın yerine öldürmek istediler. Bunun üzerine şeytan, rahibe gelip dedi ki: ´Kızı sara illetine müptela eden ve sonra aile efradının kalbine ´rahibe götürün o tedavi eder´ fikrini atan benim. Bu bakımdan bana itaat edersen, seni onlardan kurtarırım´. Rahip ´Nasıl ve ne ile sana itaat edeyim?´ dedi. Şeytan ´Bana iki defa secde et!´ dedi. Bunun üzerine rahip, şeytana iki secde yaptı! Şeytan, rahibe şöyle dedi: ´Ben sen-den beri ve uzağım´.

İşte bu rahip hakkında ALLAH Teâlâ, Haşr sûresinin onaltıncı ayetinde şöyle buyurmuştur:
(Yahudileri savaşa teşvik etme hususunda münafıkların hâli) şeytanın hâli gibidir. Hâni insana ´kâfir ol!´ demişti de o insan kâfir olunca ´Ben senden beriyim. Çünkü ben âlemlerin rabbi ALLAH´tan korkarım´ dedi.53

Şimdi şeytanın hilelerine, rahibi nasıl bu büyük günahları işlemeye mecbur ettiğine dikkatle bak! Bütün bunlar bir sebepten doğmuştur. O da rahibin şeytana itaat edip cariyeyi tedavi etmek için yanına kabul etmesidir. Bu ´kabul ediş´ kolay görünür. Hatta bunu kabul eden, çoğu zaman bunu hayır ve hasene olarak görür ve şeytan gizli bir heva ile kendisine bunu güzel gösterir ve o da bunu hayır işleyen bir kimse gibi yapar. Ondan sonra iş kendisinin ihtiyarından çıkar ve bir kısmı diğer bir kısmını çekip davet eder. Öyle ki artık kurtuluş yolunu bir türlü bulamaz. Bu bakımdan işlerin başlangıçlarını zâyi etmekten ALLAH´a sığınırız! Buna Hz. Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle işaret buyurmuştur:

Kim korunun etrafında dolaşırsa, oraya girmesi pek yaklaşır!54

40)Tirmizî, Nesâî
41)Daha önce geçmişti
42)Müslim, (İbn Mes´ud´dan)
43)Müslim
44)Tirmizî
45)İbn Ebî Dünya, Ebu Yâ´lâ, İbn Adîy
47)Nesâî.
48)Daha önce geçmişti
49)Nesâî
50)Buhârî, Müslim
51)Ahmed
52)Nesâî
53)İbn Ebî Dünya, İbn Merduveyh, {mürsel olarak)

..::duyguseli::..
11-25-2008, 21:09
Şeytan´ın Kalbe Giriş Yolları

Kalbin misali, bir kalenin misaline benzer. Şeytan, kaleye girmek isteyen bir düşmandır. Onu kuşatıp sahip olmak ister. Kaleyi düşmandan korumak ancak kapılarını, giriş noktalarını ve kalede açılan delikleri korumak ve oralarda nöbet beklemek sûretiyle mümkündür. Kalenin kapılarını bilmeyen bir kimse, o kapıların nöbetçiliğini yapamaz. Bu bakımdan kalbi, şeytanın vesveselerinden korumak farzdır. Hem de her mükellef kulun üzerine farz-ı ayındır. İnsanın, sayesinde farza yetiştiği şey de farzdır. Şeytanı defetmeye insanoğlu ancak onun giriş noktalarını bilmekle muktedir olabilir. Bu bakımdan onun giriş noktalarının bilinmesi farzdır. Şeytanın giriş noktaları ve kapıları kulun sıfatlarıdır. Bu sıfatlar pek çoktur. Fakat biz kocaman yollar ve geçitler mesabesinde olan büyük yollarına işaret edeceğiz. O yollar ki binlerce askerin yürümesiyle dahi daralmaz. Bu bakımdan şeytanın büyük kapılarından biri gazap (öfke) ve şehvettir. Çünkü öfke, aklın kandırıcısı ve helâk edicisidir. Ne zaman aklın askeri zayıflarsa, şeytanın askeri hücuma geçer ve ne zaman insan öfkelenirse, şeytan onunla oynar, tıpkı çocukların topla oynadığı gibi...

Rivayet ediliyor ki İblis, Hz. Musa´ya (a.s) rastladı ve ona şöyle dedi: ´Ya Musa! Sen o kimsesin ki ALLAH Teala seni peygamberliğine seçmiş ve seninle konuşmuştur. Ben de ALLAH´ın bir mahlukuyum. Günah işledim ve tevbe etmek istiyorum. Bu bakımdan RABBİMin yanında bana şefaatçi ol ki RABBİM tevbemi kabul etsin´. Musa (a.s) ´Olur´ dedi, sonra dağa çıkıp rabbi ile konuştuğu zaman oradan inmek istedi. O vakit ALLAH Teâlâ,
Musa´ya ´Ya Musa! Emanetini yerine getirdim. O halde git kendisine söyle, tevbesinin kabul olunması için gitsin Âdem´in mezarına (tâzim) secdesinde bulunsun´. Bundan sonra Musa (a.s), İblis´e rastladı ve kendisine dedi ki: Ya İblis! Senin dileğin kabul edildi. Tevbenin kabul edilmesi için, Âdem´in kabrine secde etmekle emrolundun´. Bu söz üzerine İblis öfkelenip böbürlendi ve dedi ki: ´Âdem hayatta iken ben ona (tâzim) secdesi yapmadım. Kaldı ki şimdi ölüdür. Şimdi ben ona secde mi yapacağım?´ Sonra dedi ki: Ya Musa! Sen rabbinin yanında benim için şefaatte bulunduğundan dolayı senin bende bir hakkın vardır. O halde (o hakkı ödemek için sana şunları tavsiye ediyorum):

Beni üç şeyin yanında hatırla! Böyle yaptığın takdirde o üç şeyde seni helâk etmeyeceğim:

1.Öfkelendiğin zaman öfkenin benden geldiğini hatırla.Çünkü o anda benim ruhum senin kalbinde, gözüm senin gözündedir ve ben sende, kanın dolaştığı yerlerde dolaşmaktayım. Öfkelendiğin zaman beni hatırla! Çünkü insanoğlu öfkelendiği
zaman ben onun burnuna üflerim, o âdeta ne yapacağını bilmez bir şaşkına döner.

2.Düşmanla karşı karşıya geldiğin zaman beni hatırla! Çünkü ben o anda âdemoğluna gelir, ona zevcesini, çocuğunu hatırlatırım. O arkasını düşmana çevirip kaçıncaya kadar, yakasını bırakmam.

3.Sakın mahremin olmayan bir kadının yanında oturma!Çünkü ben o kadının sana gönderilmiş elçisi olurum! Senin de ona gönderilmiş elçin olurum. Seni onunla ve onu da seninle fıtnelendirinceye kadar elçilik vazifeme devam ederim.

Şeytan bu sözüyle şehvet, öfke ve harisliğe işaret etti. Çünkü düşmandan kaçmak dünyaya haris olmaktan ileri gelir. Şeytanın, Hz. Âdem´in ölüsüne secde etmekten kaçınması ise haseddir ve hased de şeytanın giriş noktalarının en büyüklerindendir.

Rivayet edildiğine göre, velîlerden biri şeytana der ki: ´Âdemoğlunu nasıl mağlup ettiğini bana göster!´ Şeytan da ona şöyle cevap verir: ´Ben öfke ve hevâ-i nefis ânında onun yakasına yapışırım´.

Hikâye ediliyor ki İblis bir rahibe göründü. Rahip, İblis´e şöyle sordu:

- İnsanoğlunun hangi ahlâkı sana daha yardımcıdır?

- Hiddeti! Çünkü kul, hiddetli olduğu zaman, çocukların topu evirip çevirmesi gibi biz de kendisini evirip çeviririz.

Şeytanın şöyle dediği rivayet ediliyor: ´Âdemoğlu nasıl beni mağlup edebilir? Zira o razı olduğu zaman, ben gelir kendisinin kalbine oturuncaya kadar ona yaklaşırım. Öfkelendiği zaman da onun kafasında karar buluncaya kadar uçarım!´

Şeytanın büyük kapılarından biri de hased ve hırstır. Bu bakımdan kul ne zaman herşeye karşı haris ise, harisliği onu şeylerin ayıbını görmekten kör ve duymaktan da sağır eder. Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bir şeyi sevmen, seni hem kör eder, hem sağır! (Onun ayıbını görmekten seni kör, kusurunu dinlemekten de sağır yapar).55

Basiret nûru ile şeytanın giriş noktaları bilinir. Ne zaman hased ve hırs basireti örterse, artık insanoğlu şeytanın giriş noktalarını görmez olur. O zaman şeytan fırsatı elde eder ve haris bir kimseye şehvete götüren her şeyi güzel gösterir, hatta şehvete götüren şey münker ve fahiş olsa dahi...

Rivayet ediliyor ki Hz. Nuh (a.s) gemiye bindiği zaman, her canlıdan bir çifti gemiye aldı. Nitekim böyle yapmasını ALLAH kendisine emretmişti. Bu esnada gemide tanımadığı bir ihtiyar gördü. Nuh (a.s) bu ihtiyara ´Seni buraya getiren nedir?´ diye sordu. İhtiyar ´Ben buraya senin arkadaşlarının kalplerine vesvese vermek için girdim, ta ki onların kalpleri benimle, bedenleri seninle olsun!´ dedi. Bunun üzerine Nuh (a.s) ona ´Ey ALLAH´ın düşmanı! Gemiden çık! Çünkü sen ALLAH´ın rahmetinden uzaklaştırılmış bir mel´unsun´ dedi. Bunun üzerine İblis, Hz. Nuh´a dedi ki: ´Beş şey vardır, onlar vasıtasıyla insanları helâk ederim. Onlardan üç tanesini sana haber vereceğim. İki tanesini ise bildirmeyeceğim´. Bunun üzerine ALLAH Teâlâ, Nuh´a vahy göndererek ´Sana söyleyeceği o üç şeye ihtiyacın yoktur. Bu bakımdan onları değil de söylemek istemediği o iki şeyi haber versin´ dedi. Hz. Nuh (a.s) İblis´e şöyle sordu: ´Söylemek istemediğin o iki şey nedir?´ İblis ´O iki şey sayesinde beni yalanlamazlar, bana muhalefet etmezler, onlar vasıtasıyla halkı helâk ederim. Onlardan biri hased, diğeri de hırstır! Hasedden ötürü lânetlendim ve ALLAH´ın rahmetinden kovulmuş bir şeytan oldum. Hırsa gelince, o da Adem´e (a.s) bir ağaç hariç, bütün cennet mübah kılındı. Ben ihtiyacımı, hırstan ötürü Âdem´den koparabildim´ dedi.

Şeytanın büyük kapılarından biri de her ne kadar helâl ve saf ise de doyasıya yemektir. Çünkü doymak, şehveti takviye eder. Şehvetler ise şeytanın silahlarıdır. Zira rivayet ediliyor ki İblis, Yahya b. Zekeriyya´ya göründü. Yahya (a.s) şeytanın üzerinde çengellerin takılı olduğunu gördü.

-Ey İblis! Şu çengeller nedir?

-Bunlar şehvetlerdir! Onlarla Ademoğlu´nu avlarım!

-Acaba bunlarda bana ait birşey de var mı?

-Sen bazen doyuyorsun! Biz bu takdirde senin namaz kılmanı ve zikir yapmanı ağırlaştırıyoruz.

-Acaba bundan başka bir şeyim var mı?

-Hayır!

-Yeminim olsun ki artık ebediyyen karnımı yemekle doyurmayacağım.

-O halde benim de yeminim olsun ki, bundan böyle hiçbir müslümana nasihatta bulunmayacağım.

Çok yemekte altı tane kötü haslet vardır:

1.ALLAH korkusunu kalpten çıkarır.

2.Halka karşı merhameti kalpten söker. Çünkü tok bir kimse herkesin tok olduğunu zanneder.

3.İbadetleri ağırlaştırır.

4.Tok bir kimse hikmetli bir konuşmayı dinlediği zaman o konuşmanın kalbinde bir incelik meydana getirdiğini hissetmez.

5.Tok bir kimse, vaazda bulunur ve hikmetli konuşursa onun konuşması halkın kalbine tesir etmez.

6.Tokluk, kişide çeşitli hastalıklar doğurur ve hastalıklarını artırır,

Şeytanın kapılarından biri de ev eşyası, elbise, evin süsü ve fazla konforu sevmektir. Çünkü şeytan, bu süsün insanoğlunun kalbinde galip olduğunu görünce o kalpte yumurtlar, civcivler çıkarır ve böylece daimî bir şekilde insanı evi tamir etmeye davet eder. Evin tavanını ve duvarlarını süslemeye, odalar ve salonları genişletmeye teşvik eder. Elbisenin ve bineklerin süsüne davet eder ve bu hususta Ömrü boyunca onu kendisine hizmetçi yapar. Onu bir defacık buraya soktuğu zaman ikinci bir defa uğraşmasına gerek kalmaz. Çünkü bu şeylerin bazısı insanoğlunu diğerine çekip sürükler ve götürür. Böylece insanoğlunu bir şeyden diğer bir şeye -eceli gelip ölünceye kadar- bu dünya sevgisi sürükler götürür. İnsanoğlu, şeytanın yolunda ve hevâ-i nefsinin arkasındadır ve bu gidişatından ötürü imansız gitmesinden korkulur. Böyle bir gidişattan ALLAH´a sığınırız!
Şeytanın büyük kapılarından biri de halkın elindekine göz dikmek ve tamahkârlık yapmaktır. Çünkü bu tamahkârlık kalbe galip geldi mi, şeytan, malına göz diktiği kimseye karşı tasannu yapmasını ve süslü püslü görünmesini, riya ve hilelerin çeşitlerine bürünerek yağcılık yapmasını kendisine süslü gösterir. Hatta insanın tamah ettiği şey sanki onun ilahı olur! Böylece şeytan daimî bir şekilde o şeyi insana sevdirmenin yollarını araştırıp durur ve bu hedefe varmak için her çareye başvurur. En azından insanoğlu malına göz diktiği bir kimsede olmayan sıfatlarla o kimseyi över, ona karşı emr-i bi´l-ma´rûfu (iyiliği em-retmeyi) ve nehy-i an´il-münker´i, (kötülüğü yasaklamayı) terket-mek sûretiyle yağcılık yapar.

Saffan b. Selim rivayet ediyor ki: İblis, Abdullah b. Hanzele´ye göründü ve kendisine şöyle dedi:

- Ey Hanzele´nin oğlu! Benden sana öğreteceğim birşeyi ezberle.

-Senden gelen birşeye ihtiyacım yok!

-Benden öğreneceğin şeye bir bak, eğer hayır ise tut, şer ise reddedip at! Ey Hanzele´nin oğlu! ALLAH´tan başka hiç kimseden rağbet ederek isteme ve sorma, öfkelendiğin zamanda durumunun nasıl olduğuna dikkat et! Çünkü öfkelendiğin zaman
senin gemin benim elime geçer´.

Onun büyük kapılarından birisi de acele etmek ve işlerde tahkik yapmayı bırakmaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Acele şeytandandır. Yavaşça ve teenni ile hareket etmek ALLAH´tandır.56

ALLAH Teâlâ da şöyle buyurmuştur:

İnsan aceleci yaratıldı. (Enbiya/37)

İnsan pek acelecidir.(İsra/11)

Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur´an oku-mada acele etme!(Tâhâ/114)

Aceleciliğin, şeytanın büyük kapılarından olmasının sebebi şudur: Amellerin, görme ve marifetten sonra yapılması daha uygundur. Görmek ise, düşünmeye ve zamana muhtaçtır. Acelecilik ise, insanı bundan mahrum eder. Acelecilik anında şeytân -insanoğlunun bilmediği şekilde- şerrini insanoğlunun kalbine zer-keder.

Rivayet edliyor ki; Meryem oğlu İsâ (a.s) doğduğu zaman şeytanlar İblis´in yanına gelerek dediler ki: ´Putlar tepetaklak oldu! (Bu nedendir)?´ İblis ´Muhakkak bu, bir hâdiseden ötürüdür. Siz durun da ben tedkik edip geleyim´ dedi. Yeryüzünü gezip dolaştı. Hiçbir şey görmedi. Sonra Hz. İsâ´nın doğduğunu öğrendi ve baktı ki melekler onun etrafını çepeçevre sarmışlar. Bu manzarayı gördükten sonra, kendisine başvuran şeytanlara dönüp geldi ve dedi ki: ´Dün gece bir peygamber doğmuş. Hiçbir kadın yoktur ki gebe kaldığı ve doğurduğu zaman, ben onun yanında hazır bulunmayayım. Ancak bu çocuk müstesna... Siz bu geceden sonra putlara ibâdet edileceğinden ümidinizi kesin. Fakat bundan böyle insanoğluna acelecilik ve düşüncesizlik yönünden gelin´.

Şeytanın büyük kapılarından biri de dirhem ve dinar (para) ile menkul, gayr-i menkul servetlerin diğer sınıflarıdır. Zira insanın ihtiyacından fazla olan her servet şeytanın istikrar bulduğu yerdir. Çünkü beraberinde gıdası ve nafakası bulunan bir kimsenin kalbi, üzüntülerden uzaktır. Eğer bu kişi, mesela bir yolda yüz dinar bulsa, kalbinde o şehvet kabarır. Bu şehvetlerin herbiri, başka dinarlara muhtaç olur. Dolayısıyla elde ettiği yüz dinar ona kâfi gelmez. Çünkü dokuz yüz dinara daha muhtaçtır. Oysa yüz dinarı bulmadan önce zengindi. Şimdi ise, bulduğu yüz dinarla zengin olduğunu zannetti. Oysa onunla beraber dokuz yüz dinara daha muhtaç oldu ki onunla tamir edeceği bir evi, cariyesi, ev eşyaları olsun, güzel elbiseler satın alsın. Bütün bunlar ise, kendisine uygun düşen başka şeyleri ister. Bu istekler ise sonsuza doğru gider! Böylece kişi bir uçuruma yuvarlanır ki onun sonucu cehennem derinliğidir ve cehennemden başka onun sonucu yoktur!

Sâbit el-Bennânî der ki: Hz. Peygamber, peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, İblis yardımcılarına ´Yeryüzünde bir hâdise koptu. Onun ne olduğunu tedkik ediniz´ diye emir verdi. Şeytanlar yeryüzüne dağıldılar, yorulup bîtab düşünceye kadar gezdiler. Sonra gelip ´bilmiyoruz´ dediler. İblis onlara ´Ben size bu haberi getiririm´ dedi. Gitti, hayli dolaştıktan sonra geldi ve dedi ki: ´ALLAH, Muhammed´i peygamber olarak göndermiştir´.

Sabit der ki: Bundan böyle İblis, şeytanlarını ashâb-ı kirâm´a gönderdi. Şeytanlar mahrum olarak, İblisin yanına döndüler ve şöyle dediler: ´Biz bunlar gibi bir kavim görmedik, onları aldatıyoruz, sonra namaza kalkıyorlar ve o günahları siliniyor!´ İblis ´Onlar hakkında sabırlı olun! Umulur ki ALLAH onlara dünyayı açsın. O vakit biz ihtiyacımızı kendilerinden alırız´ dedi.

Rivayet ediliyor ki Hz. İsâ birgün bir taşı yastık edindi. İblis onun yanından geçerek şöyle dedi: ´Ey İsa! Sen dünyaya rağbet mi ettin?´ Bu söz üzerine Hz.İsâ (a.s) taşı aldı ve İblis´e fırlatarak şöyle dedi: İşte bu, dünya ile beraber senin olsun!´

Hakîkaten bir taş alıp uyku sırasında onu yastık yerine kullanan bir kimse şeytanın eline kendisini kandırmak için bir koz vermiştir. Çünkü mesela geceleyin namaza kalkan bir kimse, yastık edinecek bir taş yakınında bulunduğu zaman, o taş onu uykuya ve kendisini yastık yapmaya davet eder. Eğer böyle bir taş olmazsa, uyku onun kalbine gelmez ve uykuya bir isteği de olmaz. İşte bir taş böyle ise, acaba yumuşacık yastıklar, yayılı yataklar, güzel tenezzühler edinenin hâli ne olacaktır? Böyle bir kimse ALLAH´ın ibâdetine ne zaman dalacaktır?

Şeytanın büyük kapılarından biri de cimrilik ve fakirlikten korkmaktır. Zira insanı infak etmekten ve sadaka vermekten, ancak cimrilik ve fakirliğin korkusu meneder. İnsanı azık edinmeye, mal biriktirmeye ve elem verici azaba davet eden cimriliktir. İstifçiler için Kur´an´ın buyurduğu gibi, va´dedilen de budur.

Hayseme b. Abdurrahman57 der ki: Şeytan şöyle dedi:

Eğer Âdemoğlu beni bir defa mağlup ederse de, kesinlikle üç şeyde beni mağlup edemez:

1.Ona malı, hakkı olmayan yerden edinmeyi emrettiğim,

2.Malı, hakkı olmayan yere infak etmesini emrettiğim ve,

3.Malı, hakkından menetmeyi emrettiğim zaman. Yani almasına müstehak olmadığı bir yerden almayı, müstehak olmayan bir kimseye infakı ve müstehak olan bir kimseden menetmeyi kendisine emrettiğim zaman, bana muhalefet etmez.

Süfyan es-Sevrî der ki: -´Şeytanın, fakirlik korkusu kadar keskin bir silahı yoktur. Ne zaman onun bu vesvesesi kabul edilirse, bâtıla başlar, hakkı meneder, hevâ-i nefisle konuşur ve rabbi hakkında kötü zanlara kapılır!´

Cimriliğin âfetlerinden biri de mal toplamak için pazarlardan ayrılmamaya heves etmektir. Oysa pazarlar, şeytanların yuvalarıdır, daimî olarak şeytanlar orada merkez kurarlar. Oradan ayrılmayan bir kimse aldatılabilir. Nitekim Ebu Umâme Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle buyurduğunu nakleder:

İblis yeryüzüne indiği zaman şöyle dedi:

-Ya rabbî! Beni yeryüzüne gönderdin ve beni rahmetinden uzaklaştırdın. O halde bana bir ev ver.

-Senin evin hamamlardır.

-Yarab! Bana bir meclis ver!

-Senin meclisin çarşılar, pazarlar ve yol kavşaklarıdır.

-Yarab! Bana bir yemek ver.

-Senin yemeğin, üzerine ALLAH´ın ismi anılmayan yemektir.

-Yarab! Bana bir içki ver!

-Senin içkin, aklı gideren her türlü şeydir.

-Yarab! Bana bir müezzin ver!

-Senin müezzinin ´mizmar´ denilen çalgı aletleridir.

-Yarab! Bana bir Kur´an ver!

-Senin Kur´an´ın şiirdir.

-Yarab! Bana bir kitap ver!

-Senin kitabın derilere yapılan dövmelerdir.

-Yarab! Bana bir hadîs ver!

-Senin hadîsin yalandır.

-Yarab! Bana avlanma aletleri (tuzaklar) ver.

- Senin avlanma aletlerin (tuzakların) kadınlardır!58

Şeytanın büyük kapılarından biri de mezhepler, hevâ-i nefisler için gösterilen taassub ve hasımlara karşı kin gütmek, onlara istihza ve istihkâr gözüyle bakmaktır. Bu hareketler, hem âbid, hem de fâsık kimseleri felâkete götüren hareketlerdir! Zira halkı ayıplamak, onların eksikliklerini zikretmekle meşgul olmak, tabiatta yaratılmış yırtıcı sıfatlardan bir sıfattır. Ne zaman şeytan, insanoğluna bunun hak olduğunu hayâl ettirirse ve bu da insanoğlunun tabiatına uygun ise, bunun tadı insanoğlunun kalbine galip gelir. İnsanoğlu bütün himmetiyle bununla meşgul olur, bununla sevinir, övünür: Böylece din hakkında gayret sarfettiğini sanır. Oysa şeytanların arkasına takılıp gitmektedir! Onlardan birisini görürsün ki Hz. Ebubekir (r.a) için ifrat derecede taassub gösterir, onu sever görünür. Oysa haram yer, gereksiz sözlerle ve yalanla dilini meşgul eder, fesâdın her çeşidini işler. Eğer Hz. Ebubekir kendisini görseydi, onun baş düşmanı olurdu. Zira Ebubekir Sıddîk´ı seven; onun yolunda giden, onun yaşantısına uyan, onun ağzından çıkanı hıfzeden bir kimsedir. Ebubekir Sıddîk´ın (r.a) sîretinden biri, fuzulî işler hakkında konuşmak için, ağzına taş koymasıydı. Acaba fuzulî konuşan bu insan Hz. Ebubekir´i sevdiğini ve onun ahlâkıyla ahlâklandığını nasıl iddia edebilir?

Başka bir fuzulî şey daha görüyoruz ki, Hz. Ali´nin (r.a) taassubunu güdüyor. Oysa Hz. Ali zühd ve takvası gereği halife olduğu zaman, üç dirheme satın aldığı ve yenlerini bileklerine kadar kestiği bir elbise giymişti. Onu sevdiğini iddia eden bu fâsık ise, ipekli elbiseler giymekte, haramdan kazandığı mallarla süslenmektedir. Buna rağmen Hz. Ali´yi sevdiğini iddia etmektedir Oysa kıyamet gününde onun ilk hasmı Hz. Ali olacaktır. Keşke bilseydim, bir insanın aziz ve gözünün nûru olan evlâdını, hayatı olan yavrusunu alıp döven, parçalayan, saçlarını çeken ve makasla etlerini doğrayan bir kimse, bununla beraber nasıl o yavrunun babasını sevdiğini ve onun arkasından gittiğini iddia edebilir? Bu câni insanın, bu babanın yanında durumu acaba nasıl olur? Herkesin malûmudur ki din ve şeriat, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve diğer sahabe nezdinde onların evlatlarından, hatta öz nefislerinden daha sevimlidir. Şer´an günah sayılan şeylere pervasızca dalanlar ise dini yırtıp paramparça edenlerdir. Şehvetlerin makaslarıyla parçalayanlardır. Böyle yaptıklarından dolayı ALLAH´ın düşmanı ve velîlerinin düşmanı iblis´e yaklaşıyor ve onun sevgisini kazanıyorlar. Acaba bu kimselerin kıyamet gününde sahabenin ve ALLAH´ın velî kullarının nezdinde hallerinin ne olacağını ve nasıl karşılanacaklarını tahmin edebilir misin? Hayır! Eğer perde kalksaydı ve bu kimseler, ashabın Ümmet-i Muhammed´den kimleri sevdiklerini bilseydiler, muhakkak o sahabîlerin isimlerini bile bu kötü fiillerinden ötürü ağızlarına almaktan utanacaklardı. Bütün bu hakikatlerden sonra bil ki, şeytan onlara şu hayali vermektedir: Herhangi bir kimse, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´i sevdiği halde ölürse, ateş ona yaklaşmaz. Şeytan başka birisine de şu hayali vermektedir: Hz. Ali´yi sevdiği halde ölen bir kimse için, korku sözkonusu değildir. Oysa Hz. Peygamber´i kendisinden bir parça olan kızı Hz. Fâtıma´ya (r.a) şöyle derken görüyoruz:

Ey Fâtıma! Çalış ve amel et! Muhakkak ki ben ALLAH´ın azabından zerre kadar sana fayda verici değilim.59

Hevâ-i nefisten olarak zikrettiğimiz bir misâldir bu... İmâm Şafiî, İmam Ebu Hanife, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel için taassub gösterenlerin hükmü de böyledir. Diğer imamların müfrit taraftarlarının hükmü de budur. Bu bakımdan herhangi bir kimse müctehid imamlardan birisinin mezhebini takib ettiğini iddia edip o imamın ahlâkıyla ahlâklanmazsa, bu kimsenin kıyamet gününde en büyük hasmı o mezhebin kurucusu olan imamdır. Zira o imam, kıyamet gününde bu sahtekâra der ki:

Benim mezhebim, çalışmak ve amel etmekti. Sadece dil ile söylemek değildi. Dil ile söylemek ise, hezeyan kusmak için değil, aksine amel etmek içindir. Sen amelde ve ahlâkta bana muhalefet ettiğin ve yürüyüp ALLAH´a vardığın yolundan ibaret olan mezhebimde bana aykırı hareket ettiğin halde neden yalandan benim mezhebimin mensubu olduğunu iddia ettin?

Evet! Bu kapı, şeytanın giriş noktalarının büyüklerindendir. Şeytan bu noktadan girmiş, âlemin çoğunu helâk etmiş ve böylece ALLAH´tan az korkan, din hususunda basiretleri zayıflamış bulunan, dünyaya olan rağbetleri oldukça kabaran, yardımcılar edinmeye fazlasıyla haris bulunan ve bunu da ancak taassub yoluyla elde edenlerin eline medreseler teslim edilmiştir! Bu kimseler, bu kötülükleri kalplerinde gizlemekte, şeytanın buradaki hilelerine muttali olmakta ve halkı mütenebbih kılmamaktadırlar. Aksine şeytanın hilesini infaz etmek hususunda, şeytanın vekili olmuşlardır. Böylece halk, bu sathî görüşün üzerinde yürümekte, dinin temel meselelerini unutmuş bulunmaktadır. Böylece hem kendileri helâk oldular ve hem de helâk ettiler. ALLAH onların da bizim de tevbemizi kabul etsin!

Hasan Basrî der ki: Kulağımıza geldiğine göre İblis şöyle demiştir: ´Ben günahları, Ümmeti Muhammed´in gözünde süslü püslü gösterdim. Fakat onlar benim belimi, tevbe-istiğfar etmek sûretiyle kırdılar. Böylece ben onlara birtakım günahları cilveli bir şekilde gösterdim ki onlar onun günah olduğunu bilmedikleri için ondan istiğfar etmiyorlar. Bu günahlar da hevâ-i nefistir´.

Mel´un doğru söylemiştir. Çünkü Ümmet-i Muhammed, nefsin hevâlarının insanı günahlara çeken sebeplerden olduğunu bilmemektedir. O halde onun için nasıl istiğfar edip af dileyeceklerdir?

Şeytanın büyük hilelerinden biri de mezheplerde ve husûmette insanlar arasında vâki olan ihtilâflarla insanı meşgul edip insana nefsini unutturmasıdır.

Abdullah b. Mes´ud der ki: ´Bir kavim oturup ALLAH´ı zikretti. Şeytan onları dağıtmak ve o meclisten kaldırmak için geldi. Fakat buna gücü yetmedi. O oturan gruba katılmak üzere ikinci bir grup geldi. Onlar dünya işlerinden konuşmakta idiler ve böylece ALLAH´ı ananların arasını bozdular. Kalkıp birbirlerine girişip kıyasıya dövüştüler. Oysa bu dövüşenler şeytanın hedefi değildi. Bunlar dövüşürken, ALLAH´ı ananlar, bu sefer, onları ayırmak için kalkıp meşgul oldular ve böylece meclislerinden dağılıp gittiler. Zaten şeytanın maksadı da bu idi.´

Şeytanın kapılarından biri de okumamış avam tabakasını ALLAH´ın zâtı, sıfatları ve avamın aklının yetmediği konularda onları düşünmeye zorlamasıdır ki onları dinin esasında şek ve şüpheye düşürsün, ALLAH´ın münezzeh olduğu hayâlleri onların kafalarına yerleştirsin! O hayâller ki insan onlarla kâfir veya bid´atçı olur. Oysa kişinin kalbine girmiş olan şek ve şüpheden dolayı kişi mesrur ve sevinçli olur. Çünkü kişi, kalbine geleni mârifet ve basiret sanmaktadır ve zanneder ki zekâsı ve fazla aklıyla kendisine keşfolunan bir hakikattir. Bu bakımdan insanların hamakat yönünden en şiddetlisi, akıllı olduğuna en fazla inanandır. İnsanların akıl yönünden en doğrusu, nefsini en şiddetli itham edenidir ve âlimler arasında en fazla soru soranlardır. Hz. Âişe Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini nakleder:

Şeytan herhangi birinize gelerek der ki:

-Seni yaratan kimdir?

-Beni yaratan ALLAH Teâlâ!

-O halde ALLAH´ı kim yarattı?

Bu bakımdan sizden bir kimse böyle bir vesveseyi hissettiği zaman şöyle desin: ´Ben ALLAH´a ve onun Rasûlü´ne iman ettim´. Zira böyle demek ve inanmak, o vesveseyi kişinin kalbinden söküp atar.60

Hz. Peygamber (s.a), bu vesvesenin tedavisi hakkında tedkik yapmayı emretmemiştir. Çünkü âlimler değil, halk tabakası bu vesveseyi kalbinde bulmakta ve hissetmektedir. Oysa halk tabakasının vazifesi; iman edip kayıtsız-şartsız ALLAH´a ve nizamına teslim olmaktır, ibâdet ve geçimiyle meşgul olup, ilmi âlimlere terketmektir. Halk tabakasından olan bir kimsenin zinâ etmesi ve hırsızlık yapması dahi ilim hakkında konuşup fikir beyan etmesinden daha hayırlıdır! Zira ilmi tam mânâsıyla hazmetmeden ALLAH ve dini hakkında konuşan bir kimse, bilmediği bir noktadan küfre girmiş olur. Tıpkı yüzmeyi bilmediği halde denize atlayan bir kimse gibi... Şeytanın inançlar ve mezheplerle ilgili hileleri sayılmayacak kadar çoktur. Biz söylediğimizle sadece bir misâli belirtmek istedik.

Şeytanın kötü kapılarından biri de müslümanlar hakkında su-i zanda bulunmaktır. Nitekim ALLAH Teâlâ ´Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakınınız! Muhakkak ki zannın bir kısmı günahtır!´ (Hucurât/12) buyurmuştur. Bu bakımdan zanna dayanarak başkası hakkında şer ile hükmeden bir kimseyi şeytan, gıybeti yapılan adamın aleyhinde kışkırtmaktadır ki helâk olsun veya herhangi bir müslümanın hak ve hukukunu yerine getirmekte kusur göstersin veya gereken ikramında gevşeklik edip hakaret gözüyle baksın, nefsini ondan daha hayırlı görsün! İşte bütün bunlar insanı helâk eden âmil ve sebeplerdendir ve bunun için de ALLAH´ın şeriatı müslümanları itham oklarına hedef tutmayı menetmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İtham edileceğiniz yerlerden sakınıp korunun!´61 Hatta Hz. Peygamber (s.a) bizzat böyle yerlerden korunmuştur.

Safiye validemiz şöyle anlatır:. Hz. Peygamber (s.a) mescidde îtikâfta bulunuyordu. Ben Hz. Peygamber´e gittim ve yanında konuştum. Akşam olunca kalktım odama döndüm. Hz. Peygamber de benimle beraber gelerek beni uğurladı. O anda ensardan iki kişi Hz. Peygamber´e selâm vererek yanımızdan geçtiler. Bizden uzaklaşan bu iki kişiyi Hz. Peygamber geri çağırarak kendilerine şöyle dedi: ´Benim yanımda bulunan kadın zevcem Safiye´dir´. O iki kişi şöyle dediler: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü! Biz senin hakkında hayırdan başka birşey düşünmemekteyiz´. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Muhakkak ki şeytan, Ademoğlu´nun bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaşıp cevelân etmektedir ve ben şeytanın sizi hakkımda vesveseye düşürmesinden korktum.62.

Bak, Hz. Peygamber (s.a), bu iki kişinin dinleri hakkında nasıl şefkat göstermiş ve dinlerinin ifsad olmasından kendilerini nasıl korumuştur! Yine bak ki Hz. Peygamber, ümmetine ithamdan korunma yolunu göstermek sûretiyle nasıl şefkat göstermiştir ki muttaki ve dindarlığıyla tanınan âlim kişi dahi gevşeklik göstermesin ve demesin ki: ´Benim gibi âlim kişinin hakkında hayırdan başka birşey düşünülmez´. Böylece nefsine aldanıp mağrur olmasın. Çünkü insanların en muttakîsi ve en bilgini olan bir kimseye dahi bütün insanlar aynı gözle bakmamaktadırlar, bir kısım insanlar rıza, bir kısım insanlar da kem gözle bakmaktadırlar. Nitekim şair der ki:

Rıza gözü her ayıptan kapalıdır, görmez.
Fakat kem göz çürük tarafları araştırıp meydana çıkarır.

Bu nedenle su-i zandan sakınmak, şerir kimselerin ithamından korunmak farzdır. Çünkü şerir kimseler, bütün insanlar hakkında, şerden başkasını düşünmezler. O halde halkın ayıplarını düşünerek su-i zanda bulunan bir insanı gördüğün zaman bil ki bu insan iç âleminde çirkin ve habis bir insandır ve bil ki dışarıya sızan onun içteki habasetidir. O herkesi kendisinde bulunan sıfatla görmektedir. Çünkü mü´min bir kimse insanların mazeretlerini, münâfık bir kimse ise ayıplarını araştırır. Mü´minin kalbi bütün insanlar hakkında temizdir.

İşte buraya kadar saydıklarımız, şeytanın kalbe açılan giriş noktalarının bir kısmıdır. Eğer şeytanın bütün giriş noktalarını belirtmeye kalksam buna gücüm yetmez. Bu söylediklerimiz de başka noktalara dikkati çekmek için yeterlidir. Bu bakımdan Ademoğlunda bulunan her kötü sıfat, şeytanın silâhı ve giriş noktalarından bir noktadır. Eğer "Şeytanı defetmenin ilacı nedir? Acaba burada ALLAH´ın zikri kâfi midir?

İnsanoğlunun ´Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh´ demesi yeterli midir?" diye sorarsan bil ki, bu konuda kalbin ilacı, bütün bu giriş noktalarını, kalbi bu kötü sıfatlardan temizlemek sûretiyle kapatmaktır. Bunun izahı pek uzun sürer. Oysa eserin bu bölümünde bizim hedefimiz öldürücü sıfatların ilacını beyan etmektir. Bu sıfatların herbiri -ileride izah edileceği gibi- müstakil bir esere muhtaçtır.

Evet! Bu sıfatların temelleri kalpten sökülüp atıldıktan sonra şeytan durmaksızın kalbe uğrar ve geçer. Artık orada şeytanın durabilme imkânı sözkonusu değildir. Bu durumda şeytanı oradan geçmekten meneden ALLAH´ın zikri olur. Çünkü zikrin hakikati ancak kalp, takva ile tamir edildiği ve kötü sıfatlardan temizlendiği takdirde mümkün olabilir, Aksi takdirde zikir, nefsin konuşmasından fazla birşey ifade etmez. Kalpte müsbet olarak herhangi bir tesiri bulunmaz ve böylece şeytanın tasallutuna mâni olamaz! Bunun için de ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ALLAH´tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman ALLAH´ı ve azabı düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar, doğru yolu bulup şeytanın vesvesesini atmışlardır bile...(A´raf/201)

ALLAH Teâlâ bu durumla, muttaki bir kimseyi tahsis etmiştir. Bu nedenle şeytanın misâli, aç olan ve sana yaklaşmak isteyen bir köpeğin durumuna benzer. Eğer senin önünde ekmek ve et yoksa ona ´hoşt´ demek sûretiyle köpek geri çekilir, sadece ´hoşt´ demek onu ürkütür.

Eğer önünde et varsa, o da acıkmış bir durumdaysa, sadece hoşt demekle geri çekilmez ve ete saldırır. Bu bakımdan şeytanın azığından boş olan bir kalpten şeytan sadece zikirle uzaklaşır. Şehvet kalbe galip geldiği zaman, zikrin hakikatini kalbin etrafına kaydırır ve böylece zikir kalbin merkezinde istikrar bulmaz ve şeytan gelip kalbin merkezinde karar kılar. Hevâ-i nefis ve kötü sıfatlardan tertemiz ve boş bulunan muttaki kimselerin kalplerine gelince, şeytan bu kalplere şehvet vardır diye değil de zikirden gafil olduğu için ansızın gelmektedir. Ne zaman bu kalbin sahibi zikre dönüş yaparsa, şeytan geri çekilir. Bunun delili şu ayettir:

Kur´an okumak istediğin zaman, hemen o kovulmuş şeytandan ALLAH´a sığın!
(Nahl/98)

Zikir hakkında vârid olan diğer ayet ve hadîsler de yukarıdaki ayet gibi bunun delilidirler.

Ebu Hüreyre der ki:) Mü´min bir kimse ile kâfir bir kimsenin şeytanı bir araya geldi. Görüldü ki kâfirin şeytanı semiz, oldukça dolgun ve giyinikti. Mü´minin şeytanı ise zayıf, pejmürde, tozlu topraklı ve çırıl çıplaktı. Kâfirin şeytanı mü´minin şeytanına şöyle sorar: ´Sen neden böyle zayıfsın?´ Mü´minin şeytanı şöyle cevap verir: ´Ben öyle bir kişi ile bulunuyorum ki yediği zaman besmele çekiyor, böylece ben aç kalıyorum. İçtiği zaman besmele çekiyor, böylece ben susuz kalıyorum. Giydiği zaman besmele çekiyor, böylece ben çıplak kalıyorum. Saçını sakalını yağladığı zaman besmele çekiyor, böylece benim saçım sakalım pejmürde kalıyor´. Kâfirin şeytanı bunları dinledikten sonra şöyle söyler: Takat ben öyle bir kimse ile beraberim ki bunlardan hiçbirini yapmaz. Ben onun yemesinde, içmesinde ve giyiminde ortağıyımdır´.

Muhammed b. Vâsî hergün sabah namazından sonra şu duayı okurdu:
Ey ALLAHım! Sen bize ayıbımızı bilen, gerek kendisi, gerekse kabilesi bizim tarafımızdan görülmediği halde bizi gören bir düşmanı musallat kılmışsın. Ey ALLAHım! Sen o şeytanı rahmetinden ümitsiz, affından nasipsiz kıldığın gibi, onu bizden de ümitsiz kıl. Onunla rahmetinin arasını uzaklaştırdığın gibi bizimle onun arasını da uzaklaştır. Muhakkak sen herşeye kâdirsin!

Râvi der ki: Günün birinde cami yolunda şeytan Muhammed b. Vâsî´ye göründü ve kendisine dedi ki:
-Sen beni tanıyor musun?

-Sen kimsin?

-Ben İblisim!

-Ne istiyorsun ey İblis?

-Benim isteğim, senin hergün sabah namazından sonra okuduğun bu sığınma duasını hiç kimseye öğretmemendir ve ben de bundan böyle sana karışmayacağım.

-VALLAHi! Bu istiâze duasını, öğrenmek isteyenden esirgemem.Sen de elinden geleni yap!

Abdurrahman b. Ebi Leylâ´dan şöyle rivayet ediliyor: Bir şeytan Hz. Peygamber´e, elinde ateşten bir köz olduğu halde gelir. Hz. Peygamber namaz kıldığı zaman, o da Hz. Peygamberin önünde dikilir. Bunun üzerine Hz. Peygamber istiâze eder buna rağmen şeytan gitmez. Bunun üzerine Cebrâil (a.s), gelip Hz. Peygamber´e şöyle der:

De ki: ´ALLAH´ın kelimelerini ne doğru, ne fâsık ve ne de fâcir bir kimse geçemez, onların hürmetine, yere giren ve yerden çıkan, gökten inen ve göğe yükselen şeylerin şerrinden, gece ve gündüzün fitnesinden, gece ve gündüzde ansızın gelip kapıyı dövenin şerrinden ALLAH´a sığınıyorum. Ancak hayır ile gelip kapıyı döven müstesnadır. Ya rahman!

Hz. Peygamber bu duayı okudu ve böylece şeytanın elindeki köz söndü ve şeytan da yüz üstü yere serildi.

Hasan Basrî (r.a) der ki: Bana şöyle haber verildi: Cebrâil (a.s), Hz. Peygamber´e geldi ve dedi ki: ´Cinlerden bir ifrit sana hile yapmak istiyor! Bu bakımdan sen yatağına girdiğin zaman Ayet´el-Kürsî´yi oku!´ 64

Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir:

Şeytan bana geldi ve benimle mücadele etti. Bunun üzerine ben onun gırtlağına sarıldım. Beni hak peygamber olarak gönderen ALLAH´a yemin ederim, onun dilinden akan suyun serinliğini, elimin üzerinde hissetmedikçe gırtlağını bırakmadım. Eğer kadeşim Süleyman´ın duası olmasaydı o, mescidde upuzun bir şekilde sabahlayacaktı!65

Ömer (r.a) bir yola giderse, muhakkak şeytan o yolu değiştirip başka bir yola gider.66
Bunun hikmeti şudur: Ashab-ı kirâmın kalpleri şeytanın mer´asından ve şehvetlerden tertemizdi. Bu bakımdan şeytanın senden uzaklaşmasını, mücerred zikir ile sağlamayı Hz. Ömer´in (r.a) sağladığı gibi sağlamak istersen, bu isteğin muhâldir ve sen âdeta kaba maddelerden mideyi boşaltmadan önce ilaç içmek isteyen bir kimseye benzemiş olursun. Oysa mide, kaba yemeklerle doludur. Buna rağmen midesini boşalttıktan sonra ilacı alıp da fayda gören bir kimse gibi, ilacın kendisine fayda vermesini ümit eder. Zikir ise ilaçtır, devâdır. Takva ise mideyi kaba maddelerden boşaltmak mânâsına gelen ihtima, yani kalbi şehvetlerden boşaltmaktır. Bu bakımdan zikir, temizlenmiş bir kalbe indiği zaman, yemeklerden boşalmış mideye ilacın inmesiyle hastalığın ortadan kalktığı gibi, şeytan ortadan kalkar ve uzaklaşır. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki bunda, kalbi olan yahut şahid olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır.
(Kaf/37)

O şeytan hakkında şöyle hüküm verilmiştir: Kim onu dost edinirse, ´muhakkak bu o kimseyi saptırır ve cehennem azabına götürür!(Hac/4)

Ameliyle şeytana yardım eden bir kimse şeytanın yardımcılarından ve dostlarındandır, diliyle ALLAH´ı zikretse bile... Eğer "Mutlak bir şekilde ´zikir şaytanı kovar´ diye bir hadîs vârid olmuştur" dersen, bu takdirde şeriatın umumî ahkâmının çoğunun din âlimlerinin naklettikleri birtakım şartlarla ilgili olduğunu anlayamamışsın demektir! Bu bakımdan nefsine bak! Çünkü işitmek, gözle görmek gibi değildir. Düşün! Senin zikrin ve ibadetinin zirvesi namazdır. Namazda olduğun zaman kalbini murâkabe et! Bak şeytan onu nasıl çarşı ve pazarlara çekmektedir. Âlemin hesabına nasıl kaydırmaktadır! İnatçı kimselerin, cevabına nasıl götürmektedir! Hatta sen dünyanın fuzulî meselelerinden unuttuklarını bile namazda hatırlarsın ve şeytan namaza başladığın zaman senin kalbini karıştırıp saldırır.

Bu bakımdan namaz kalplerin mihenk taşıdır. Namazı kılarken kalplerin iyilikleriyle kötülükleri belirir. O halde dünya şehvetleriyle ağzına kadar dolu bulunan kalplerden namaz kabul olunmaz. Şek ve şüphe yok ki şeytan senden uzaklaşmaz. Aksine çoğu zaman vesvesene vesvese katar. Tıpkı mide boşaltılmadan önce alınan ilacın fayda vermemesi, üstelik hastalığın üzerine hastalık getirmesi gibi... Eğer sen şeytandan kurtulmayı istiyorsan takva yoluyla manevî mideyi boşalt. Sonra hemen onun akabinde zikir ilacı ile tedavi ol! Böylece şeytan, Hz. Ömer´den kaçtığı gibi senden kaçacaktır. Bu sırra binaen Vehb b. Münebbih şöyle demiştir: ´ALLAH´tan kork! Gizlide şeytanın dostu olduğun halde, açıkta ona küfretme.´

Âlimlerden biri şöyle demiştir: ´İyilik yapanı iyiliğiyle tanıdıktan sonra, ona karşı isyan eden şeytanı saldırganlığıyla tanıdıktan sonra o mel´una itâat eden bir kimse ne acaiptir? Böyle bir kimsenin haline şaşmamak mümkün değildir´. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Beni çağırınız, size cevap vereyim. (Mü´min/60)

Oysa sen ALLAH´ı çağırıyorsun, o sana cevap vermiyor ve ALLAH´ı andığın halde şeytan senden kaçmıyor. Zira zikrin ve duanın şartları ortada yoktur!

İbrahim b. Edhem´e şöyle denildi: "Neden biz ALLAH´a dua ediyoruz da ALLAH bizim duamızı kabul etmiyor. Oysa ALLAH Teâlâ ´Beni çağırınız! Sizin duanızı kabul edeyim´ buyurmuştur". İbrahim b. Edhem cevap olarak ´Çünkü sizin kalpleriniz ölüdür de ondan´ dedi, ´Acaba kalplerimizi öldüren nedir?´ diye soruldu. O da şöyle cevap verdi: ´Kalplerinizi öldüren sekiz haslettir:

1.Siz ALLAH´ın hakkını biliyorsunuz, fakat yerine getirmiyorsunuz.

2.Kur´an´ı okuyorsunuz, fakat onun emirlerini tatbik etmiyorsunuz.

3.´Biz Hz. Peygamberi seviyoruz´ diyorsunuz, fakat sünnetine göre amel etmiyorsunuz.

4.´Ölümden korkarız´ diyorsunuz, fakat ölüm için hazırlık yapmıyorsunuz.

5.ALLAH Teâlâ ´Muhakkak şeytan sizin için düşmandır, Bu bakımdan siz de onu düşman edinin´ (Fatır/6) buyurmuştur. Siz ise günahlar hususunda şeytana uyuyorsunuz.

6.´Biz ateşten korkuyoruz´ diyorsunuz, oysa bedenlerinizi ateşte helâk ediyorsunuz.

7.´Biz cenneti seviyoruz´ diyorsunuz, oysa cennet için hiçbir amelde bulunmuyorsunuz.

8.Yataklarınızdan kalktığınız zaman, ayıplarınızı sırtınızın arkasına atıyorsunuz. Halkın ayıplarını getirip önünüze seriyorsunuz. Böylece rabbinizi gazaba getiriyorsunuz! Acaba durum böyle iken rabbiniz sizin duanızı nasıl kabul edecektir?´

Eğer ´İnsanoğlunu çeşitli günahlara çağıran şeytan bir midir veya birkaç tane midir?´ dersen, bil ki muamele ilminde bunu bilmeye ihtiyaç yoktur. Bu bakımdan sen düşmanı püskürtme yollarını ara, düşmanın sıfatlarını öğrenmeye çalışma, sebze nereden geliyorsa ye ve sebze tarlasını sorma! Fakat basiret nûruyla haberlerin delillerinde görülen şudur: Şeytanlar donatılmış hazır bir ordudur ve her çeşit günahın özel bir şeytanı vardır. İnsanoğlunu o günaha o davet eder. Basiretin yolunu izah etmek uzun sürer. Bu bakımdan bizim zikrettiğimiz miktar sana kâfidir. Şöyle ki: Müsebbeblerin değişik olması, sebeplerin değişik olmasına delâlet eder. Nitekim biz bunu ateşin ışığı ve dumanın siyahlığı bahsinde zikrettik.

Haberlere gelince, Mücahid şöyle demiştir: İblisin beş tane evladı vardır. Onların her birini bir işe tayin etmiş, o iş onun eline verilmiştir. İsimleri şunlardır:
1.Seber
2.A´ver
3.Mısvet
4.Dasim
5.Zelembur

Seber: O, musibetlerin arkadaşıdır. Musibet ânında azabı çağırmaya, yakaları yırtmaya, yanakları yumruklamaya ve cahiliyet âdetlerinin icrasına insanı teşvik etmektedir.

A´ver: O, zinanın arkadaşıdır. Zinayı emreder ve insana güzel gösterir.

Mısvet: O, yalanın arkadaşıdır.

Dasim: O, insanın yanında ailesini ayıplar, onu ailesine karşı kışkırtır.

Zelembur: O, çarşı ve pazarların arkadaşıdır, oraları idare etmektedir. Ondan dolayıdır ki alışverişle uğraşanlar durmadan zulümden şikayet etmektedirler ve başkalarına zulüm yapmaktadırlar.

Namazın şeytanına Hınzeb denir.67 Abdestin şeytanına Velhan denir ve bu hususta birçok haber vârid olmuştur.68 Şeytanların çokluğu gibi, melekler de çokturlar. Biz Şükür Kitabı´nda meleklerin çokluğunu, sırrını ve her birinin kendisine mahsus bir işte çalıştığını zikrettik. Ebu Umâme el-Bahilî Hz. Peygamber´in (s.a) şöyle dediğini rivayet eder:

Mü´minden, gücü yetmediği musibetleri defetmek için yüzaltmış melek vazifelendirilmiştir. O yüzaltmış melekten yedi tanesi, yazın en hararetli gününde bal çanağının sineklerden korunduğu gibi, gözden musibetleri kovmakla ve gözü korumakla görevlidirler. O melekler insanoğlundan öyle şeyleri uzaklaştırıyorlar ki eğer o uzaklaştırılan şeyler size görünmüş olsaydı, siz insanoğlunu her ovada ve dağda, elini yaydığı, ağzını açtığı halde uzandığını görecektiniz! Eğer insanoğlu göz açıp kapayıncaya kadar kendi nefsine terkedilirse, kesinlikle şeytanlar onu kaparlardı.69

Eyyub b. Yunus b. Zeyd der ki: ´Bize gelen haberlerde insan ç-cuklarıyla beraber cin çocuklarının doğacakları, sonra onlarla beraber yetişecekleri bildirilmiştir´.
Câbir b. Abdullah şöyle rivayet ediyor: Adem (a.s) yere indirildiği zaman şöyle dedi:

-Ya rabbî! Şu şeytan ki benimle onun arasında düşmanlık koymuşsun, eğer ona karşı bana yardım etmezsen, benim kendisine gücüm yetmez.

-Senden doğup dünyaya gelen her evlâdının korunması için bir melek görevlendirilecektir.

-Ya rabbî! Fazlasını ver!

-Yapılan günahı bir günah olarak yazacağım. Yapılan bir sevaba karşılık, on veya istediğim kadarını yazacağım.

-Ya rabbî! Daha da artır.

-Tevbenin kapısı, ruh bedende oldukça açıktır.

Bunun üzerine İblis dedi ki:

-Ya rabbî! Sen onu benden daha şerefli kıldın, eğer ona karşı bana yardım etmezsen ona gücüm yetmez!

-Ona verdiğim her evlâda karşılık senin de bir evlâdın olacaktır.

-Ya rabbî! Daha fazlasını ver!

-Onların bedeninde kanın damarlarda dolaştığı gibi dolaşacak, göğüslerini yuva edineceksin!

-Ya rabbî! Daha fazlasını ver!

-Hem insanlardan gücün yettiği kimseleri (şehevî çalgılarla)kaydır ve fenalığa götüren süvari ye piyadelerinle üzerlerine yaygara kopar. Mallarına ve (zina yaptırmakla) evlatlarına ortak ol!Onlara (yalan yere) va´dlerde bulun. ´Fakat şeytan onlara yalnızbir aldanış va´deder´. (îsra/64):

Ebu Derdâ Hz. Peygamberin (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder::

ALLAH Teâlâ cinleri üç sınıf olarak yarattı. Bir sınıfı yılanlar, akrepler ve yerin haşeratı (sûretindedir)... Başka bir sınıf da esen rüzgâr gibidir. Diğer bir sınıf üzerinde ise ceza ve mükâfat sorumluluğu vardır.

ALLAH Teâlâ insanları da üç sınıf olarak yarattı: Bir sınıf vardır ki hayvan gibidir. Nitekim ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ki cin ve insanlardan birçoğunu cehhennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, bu kalplerle gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla nasihat dinlemezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir. Doğrusu daha sapık ve şaşkındırlar. Gâfil olanlar da işte bunlardır´. (A´raf/179)

Başka bir sınıf vardır ki, görünüşleri insan gibidir, fakat ruhları ise şeytanların ruhlarıdır. Başka bir sınıf vardır ki kıyamet gününde ALLAH´ın (arşının) gölgesinden başka göl-genin bulunmadığı o günde ALLAH´ın (arşının) gölgesinde-dirler.70

Vüheyb b. al-Verd der ki: Gelen haberlerde şu vardır: İblis bir ara Hz. Zekeriyya´nın oğlu Hz. Yahya´ya göründü ve dedi ki: "Ben sana nasihat etmek istiyorum!´ Yahya (a.s) ´Senin nasihatına ihtiyacım yok, fakat Ademoğulları´ndan bana haber ver!´ dedi.

Bunun üzerine İblis şunları söyledi: ´Ademoğulları bizim nezdimizde üç sınıftır: Onlardan bir sınıf- ki bizim için yenilmesi en çetin olan sınıftır- vardır ki, biz onlardan herhangi birini fitneye düşürmek ve kalbine hâkim olmak için yöneldiğimizde o derhal istiğfar ve tevbe eder. Bu bakımdan ondan elde etmiş olduğumuz herşeyi alt üst eder. Biz tekrar onu şüphelendirmeye uğraşırız. O tekrar tevbeye müracaat eder. Kısaca biz ondan ne ümidimizi keseriz ve ne de ihtiyacımızı koparabiliriz. Bu bakımdan onun elinden zahmet çekmekteyiz. Diğer sınıfa gelince, onlar elimizde, çocukların elindeki top gibidirler. Biz dilediğimiz şekilde onları evirip çeviririz. Nefislerini aldatmak hususunda. onlar bizim vazifelerimizi yapmaktadırlar. Üçüncü sınıfa gelince, onlar senin gibi mâsum kimselerdir. Biz onlardan herhangi birşeyi koparmaya muktedir değiliz´.

Soru: Şeytan nasıl olur da bir kısım insanlara görünür, bir kısmına ise görünmez! Acaba herhangi bir sûrette göründüğü zaman o, şeytanın hakikî sûreti midir, yoksa bir misâl midir ki şeytan onunla temessül ediyor? Eğer şeytan hakikî sûreti üzerinde ise nasıl çeşitli suretlerde görünebilir ve aynı anda iki yerde iki başka sûrette nasıl görünebilir? Öyle ki iki ayrı şahıs onu iki ayrı sûrette görebiliyorlar?

Cevap: Melek ile şeytanın iki sûreti vardır. O da hakikî sûretleridir. Onların sûretlerinin hakikati müşahede ile görünmez. Ancak nübüvvet nûrlarıyla görünebilir. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) Cebrâil´i asıl sûretinde ancak iki defa görmüştür.

Bu görüşme şundan ileri gelmiştir. Hz. Peygamber, Cebrâil´den hakikî sûretinde kendisini göstermesini diledi. Cebrâil de Baki´de (Medine´nin mezarlığı) Peygambere görünmeyi va´detti ve böylece Hira´da ona göründü. Gökleri şarktan garba kadar doldurdu. Diğer bir zaman, Mirac gecesinde sidretü´l-müntehâ´nın yanında Hz. Peygamber, Cebrâil´i hakikî sûretinde gördü. Çoğu zaman peygamber onu Ademoğlu sûretinde görüyordu.71 Bazen Dıhyetu´l-Kelbî´nin sûretinde onu görmekteydi. Çünkü Dıhyetu´l-Kelbî güzel yüzlü bir zattı.

Melekler genellikle mükâşefe ehlinden erbâb-ı kulûbe sûretinin misâliyle görünür. Şeytan, uyanıklık halinde mükâşefe ehline temessül eder ve mükâşefe ehli onu gözüyle görür, kulağıyla konuşmasını dinler. Bu da onun hakikî sûretinin yerine geçer. Nitekim uyku âleminde sâlihlerin çoğuna göründüğü gibi... Uyanık iken keşfe mazhar olan zat o kimsedir ki dünya ile duyularının meşguliyeti uyku âleminde olan keşiften onu menetmeyecek bir dereceye varmıştır. Bu bakımdan başkasının ancak uyku âleminde gördüğünü o uyanıklık halinde görür.

Ömer b. Abdülaziz´den şöyle rivayet ediliyor: Adamın birisi, ALLAH Teâlâ´dan, şeytanın, ademoğlunun kalbindeki yerini kendisine göstermesini istedi. Bunun üzerine uyku âleminde bir insanın cesedini gördü; billûr gibiydi, içi dışından görünüyordu. Şeytanı bir kurbağa sûretinde insanoğlunun sol omuzu üzerinde, omuzu ile kulağı arasında oturduğunu ve ince bir hortumu olduğunu, o hortumu sol omuzdan insanoğlunun kalbine salıverdiğini ve böylece vesveseler yaptığını gördü ve yine gördü ki insanoğlu ALLAH´ı andığı zaman bu şeytan gerisin geriye kaçıyor.

İşte böyle bir müşahede bazen uyanıklık halinde gözle de olur. Keşif ehlinden bazısı, şeytanı bir leşe konmuş ve insanları o leşe çağıran bir köpek sûretinde görmüştür! Şeytanın önündeki leş dünyanın misâlidir. İşte bu, şeytanın hakikî sûretinin müşahedesi yerine geçer. Zira kalbin, melekût âlemine açılan yönünden şeytanın hakikî sûretinin görünmesi muhakkak lâzımdır. Bu durumda mülk ve şehâdet âlemine açılan yönünde onun eseri doğup meydana gelir. Çünkü biri diğeriyle bitişik ve irtibatlıdır. Biz daha önce kalbin iki yönlü olduğunu, o yönlerden birinin gayb âlemine açıldığını ve gayb âlemine açılan bu yönün ilhâm ve giriş noktası olduğunu ve diğer bir yönünün de şehâdet(dünya) âlemine açıldığını beyan ettik. Bu bakımdan şehâdet âlemine açılan yönde beliren şekil ancak şeytanın hayalî bir sûreti olabilir. Çünkü şehâdet âleminin tamamı hayallerden ibarettir. Ancak hayal, bazen şehâdet âleminin zâhirine bakmaktan his ile hasıl olur.

Bu bakımdan sûretin mânâya uygun olmaması mümkün ve caizdir. Çünkü insan, bazen güzel sûretli bir şahsı görür. Oysa o şahsın iç âlemi habis ve sırrı kabihtir. Çünkü şehâdet âlemi fazlasıyla karışıktır. Kalp sırlarının bâtınları üzerine melekût âleminin pırıltılarından hayalde oluşan şeyler ise, onlar ancak sıfatı hi-kâye etmekte ve sıfata uygun düşmektedirler. Çünkü melekût âlemindeki sûret, sıfata tâbi ve ona uygundur. Şüphe yok ki kabih mânâ ancak kabih bir sûrette görünür. Bu bakımdan şeytan, köpek, kurbağa, domuz ve benzeri hayvanlar sûretinde görünür. Melek ise güzel sûrette görünür. O halde görünen sûret, mânâların ünvanı ve onların doğru bir yansımasıdır. Bu sırra binaen maymun ve domuz, rüyada görüldükleri zaman kötü bir insana delâlet ederler. Koyun ise, halim ve selîm insana delâlet eder. Böylece rüya ve tabirin bütün kapılarının hükmü bu şekilde yorumlanır. Bunlar acaip sırlardır. Kalbin acaipliklerinin sırlarındandır. Onları belirtmek muamele ilmine uygun düşmez, ancak burada belirtilen miktardan gaye, senin kesinlikle şeytanın erbâb-ı kulûbe göründüğünü tasdik etmen içindir. Melek de böyle bazen temsil ve mukayese yoluyla görünür. Nitekim uykuda olduğu gibi... Bazen de hakîkat yoluyla olur. Çoğu zaman mânâyı hikâye eden sûret ile temsil o mânânın misâlidir. Onun aynısı değildir. Ancak o mânâ gözle muhakkak görülür. Onun görün-mesi de ancak keşif ehline mahsustur. Keşif ehlinin etrafında uyuyan kimse gibi olanlara değil!

54) Buhârî, Müslim
55) Ebu Dâvud
56) Tirmizî
57) Ebu Sire Yezid b. Mâlik Cafi´nin oğludur. Babası ve dedesi sahabedendi. İbn Main ve Nesâî´ye göre güvenilir bir kimsedir. Çok cömert olduğu söylenmiştir. Hicrî 80 senesinden sonra vefat etmiştir
58) Taberânî, el-Kebir, (cidden zayıf hır isnadla)
59) Buhârî, Müslim
60) Buhârî, Müslim, İmam Ahmed, Bezzar, Ebu Yâ´lâ
61)İmam Irâkî hadisin aslına rastlamadığını kaydetmektedir
62) Buhârî, Müslim
63)İbn Ebî Dünya {mürsel olarak)
64)İbn Ebî Dünya, {mürsel olarak
65)İbn Ebî Dünya, (mürsel olarak)
66)Buhârî, Müslim
67)Müslim
68)Tirmizî
69)İbn Ebt Dünya, Taberânî
70)ibn Ebî Dünya, İbn Hibban
71)Buhârî, Müslim

..::duyguseli::..
11-25-2008, 21:10
Kulun,KalbinVesveselerinden,Himmet ve Hatıratından ve Maksudunun Hangi Kısımlarından Muâhaze Edilip-Edilemeyeceğinin İzahı

Bu konu, çözülmesi çok zor bir iştir. Bu hususta birtakım âyetler ve (zahirde) biri diğeriyle çarpışan haberler gelmiştir. Bu haberleri telif etmek ancak âlimlerin zekî ve ilimde râsih olanlarına kolaydır. Çünkü Hz. Peygamber´den şöyle rivayet edilir:

Ümmetimden, konuşmadıkları veya yapmadıkları takdirde, sadece düşündükleri kötülükler affedilmiştir.72

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber´in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

ALLAH Teâlâ, koruyucu meleklere ´Benim kulum herhangi bir günahı işlemeye kast ve teşebbüs ederse, onu yazmayın. Eğer onu bilfiil işlerse, o zaman bir günah olarak yazın. Eğer kulum bir sevabı işlemeyi kast ve teşebbüs ettiği halde bilfiil işlememişse, onu bir hasene (bir sevap) olarak yazın. Eğer bilfiil işlerse, o vakit on sevap yazın´ buyurur.73

Bu hadîs, kalp amelinin ve günahı işleme teşebbüs ve kasdinin bağışlandığına delildir. Başka bir lâfızda şöyle gelmiştir:

Kim herhangi bir sevabı işlemeyi kastederse, fakat buna rağmen işlemezse, ona bir sevap yazılır, kim herhangi bir sevabı işlemeyi kastederse ve bilfiil işlerse, ona yediyüz katına kadar sevap yazılır, kim bir günah işlemeyi kastederse ve bilfiil işlerse, ona yediyüz katına kadar günah yazılır, kim bir günah işlemeyi kasteder ve bilfiil yapmazsa o günah defterine yazılmaz. Eğer işlerse o zaman yazılır.74

Başka bir lâfızda da şöyle vârid olmuştur:
Kulum herhangi bir günahı işlemeyi tasarlarsa, onu işlemedikçe ben onu affederim.
İşte bütün bunlar, affa delâlet etmektedirler. Muâhazeye delâlet eden deliller ise şunlardır:
Siz içinizde olan şeyi açıklasanız da saklasanız da ALLAH Teâlâ sizi onunla hesaba çeker. Nihayet dilediğini bağışlar ve dilediğine de azap eder. ALLAH herşeye kâdirdir.
(Bakara/284)

Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardından gitme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.(İsra/36)

İşte bu âyet işaret eder ki, kalbin ameli, kulak ve gözün ameli gibi bağışlanmaz.

Şahidliği gizlemeyin kim onu gizlerse muhakkak onun kalbi günah içindedir. ALLAH ne yaparsanız hakkıyla bilendir.
(Bakara/283)

ALLAH sehven ve kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sizi sorumlu tutar.
(Mâide/89)

Bizim kanâatimize göre insan bu meseledeki hakîkate, başlangıcından meydana çıkıncaya kadar olan kalp amellerini tafsilâtıyla ihâta etmedikçe vâkıf olamaz.

1.Kalbe ilk gelen şey ´Hâtır´dır. Nitekim kişiye yolda giderken arkasında yürüyen, geri baktığında görebileceği bir kadının sûretinin tahattur etmesi gibi...

2.Bakmaya olan rağbetin heyecanıdır. Bu, tabiatta bulunan şehvetin hareketi demektir. Bu hareket ´birinci hâtır´dan doğar.Biz buna ´tabiatın meyli´ adını veriyoruz. Birincisine ´nefsin hâdisi´ dediğimiz gibi...

3.Kalbin ´şunu yapmak uygundur´; yani o kadına bakmak uygundur hükmüdür. Zira tabiat meylettiği zaman, engeller bertaraf edilmedikçe himmet ve niyet harekete geçmez. Çünkü bazen hayâ veya bakmaktan gelen korku engel olur. Bu engellerin yokluğu
çoğu zaman düşünce ile elde edilir. Bu hüküm her durumda akıldan gelen bir hükümdür ve buna ´îtikad´ adı verilir. Bu hüküm ´hâtır´ ile ´meyl´e tâbidir.

4.Dönüp kadına bakmak azmini ve bu azimdeki niyetini sadeleştirmektir. İşte biz buna ´bilfiil himmet, niyet ve kasıt´ adını veriyoruz. Bu himmet, bazen zayıf bir başlangıçla olur. Fakat kalp, birinci hâtıra kulak verdiği zaman nefsi cezbetmesi uzadığı takdirde, bu himmet kuvvet kazanır. Sonunda kesin bir iradeye dönüşür. İrâde kesinlik kazandığı zaman, insanoğlu bu kesinlikten sonra bazen pişman olur, o fiili terkeder. Çoğu zaman da bir ârızdan ötürü gaflete dalar, onu ne işler, ne de iltifat eder. Bazen
de herhangi bir engel onu geciktirir ve böylece onu işlemesi zorlaşır. Bu bakımdan burada âza ile işlemezden önce kalbin dört hâl ve durumu vardır:

1.Hâtır (Buna nefsin hadisi adı verilir).
2.Meyl
3.İtikad
4.Himmet

Hâtır´a gelince, ALLAH Teâlâ ondan dolayı kişiyi muahaze etmez. Çünkü bu, kişinin ihtiyarına bağlı değildir.

Meyl ve Şehvet´in heyecanı da böyledir. Çünkü bunlar da ihtiyar altına girmezler.
Hz. Peygamber (s.a): ´Ümmetimden düşündükleri kötülükler bağışlanmıştır´ hadîs-i şerîfleriyle meyl ve şehvetin heyecanını kastetmiştir. Bu bakımdan nefsin hâdisi nefiste hâsıl olan hâtırattan ibarettir. Bunda işlemek azmi yoktur.
Himmet ile Azm´e gelince, bunlara ´nefsin hâdisi´ denilmez. Nefsin hâdisi, Osman b. Maz´un´dan rivayet edildiği gibidir.
Zira Osman, Hz. Peygamber´e (s.a) şöyle der:

-Ey ALLAH´ın Rasûlü! Benim nefsim, eşim Havle´yi boşamamı söylüyor!

Yavaş ol! Muhakkak nikâh benim sünnetimdendir.

-Nefsim bana, kendimi hadım etmemi söylüyor.

Yavaş ol! Benim ümmetimin hadımlaştırılması, oruca devam etmektir.

- Nefsim bana rahiplik etmemi, yani insanlardan uzaklaşıp ibâdete sarılmamı söylüyor.

Yavaş ol! Ümmetimin ruhbanlığı cihad etmek ve hacca gitmektir.

- Nefsim bana et yemeyi terketmemi söylüyor.

Yavaş ol! Muhakkak ben eti severim Eğer onu bulursam yerim. Eğer isteseydim ALLAH Teâlâ mutlaka bana et yedirirdi.75

İşte bunlar yapılmasına azim olmaksızın nefiste meydana gelen hâtırattır ve nefis hâdisi dediğimiz budur. Bu sırra binaen Osman b. Maz´un Hz. Peygamber ile bunları yapıp yapmaması hususunda istişare etmiştir. Çünkü bu hâtıratla beraber azim ve yapma himmeti yoktur.

Üçüncüsü, yapılmasının uygun olduğuna inanmak ve kalben hükmetmektir. Bu hüküm, ihtiyar ile ıztırar arasında gezmektedir. Yani bazen ihtiyarî, bazen de ıztırarî olur. Buradaki durumlar değişiktir. Bu işin ihtiyarî kısmından insan sorumludur. Iztırarî ve mecburî kısmından sorumlu değildir.

Dördüncüsüne gelince, bilfiil himmet edip kasdetmektir. İnsanoğlu bundan sorumludur. Ancak bilfiil yapmadığı takdirde düşünülür. Eğer ALLAH korkusundan bırakmış ve bu himmetinden dolayı pişmanlık duymuşsa, bu himmeti kedisine bir hasene olarak yazılır. Çünkü bunu kasdetmek günah, o günahı işlemekten imtina edip bu hususta nefsiyle mücahede etmek ise sevaptır. Tabiatın muvafakatına binaen kasdetmek insanoğlunun ALLAH´tan tamamen gafil olduğuna delalet eder. Tabiatın hilafına mücahede edip de o işi yapmaktan imtina etmek ise büyük bir kuvvete muhtaçtır. Bu bakımdan tabiata muhalefetindeki çalışma ve gayreti ALLAH için amel etmektir. ALLAH için amel etmekse tabiata mutabık ve uygun bir şekilde şeytana uymaktan daha şiddetlidir. Bu bakımdan kişiye bir hasene yazılır. Çünkü kişinin o günahı işlememekteki gayret ve himmeti, bilfiil onu yapmak hususundaki himmetine galip gelmiştir. Eğer işlemesi, herhangi bir sebepten veya ALLAH´tan korkarak değil de herhangi bir özürden ileri geliyorsa bu takdirde defterine bir günah yazılır. Çünkü himmeti ve kasdı, kalpten gelen ihtiyarî bir fiildir. Bu tafsilâtın delili Sahîh-i Müslim´de mufassalan rivayet edilen hakîkattir. Hz.

Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur

Melekler dediler ki: ´Yârab! O senin kulun yok mu? O bir günâhı işlemeyi irade ediyor´, ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: ´Onu gözetleyin! Eğer o, o gün kasdettiği günâhı işlerse, işlediği günâhın bir mislini onun defterine yazın. Eğer terkederse, terkettiği o günâhı kendisi için bir hasene olarak kaydedin. Çünkü o günâhı benim hatırım için terketmiştir.´76

ALLAH Teâlâ ´Eğer o günâhı işlemezse´ sözüyle, ´Onu ALLAH için terkettiğini murad etmiştir. Ama fâhiş bir fiili işlemeye kesinlikle azmeder, sonra o fâhiş fiili işlemek bir sebep veya gafletten ötürü kendisine zorlaşırsa, bu takdirde kendisine nasıl bir hasene yazılabilir.

Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

İnsanlar ancak niyetleri üzerine haşrolunurlar.

Oysa biz biliriz ki, geceleyin bir müslümanı öldürmeye veya bir kadınla zina etmeye azmeden bir kimse, o gece ölürse günâhı üzerine ısrar ettiği halde ölmüş olur ve niyeti üzerine haşredilir. Oysa bu kişi, bir günâhı işlemeyi kasdetmişse de bilfiil işlememiştir. Bu husustaki kesin delil, Hz. Peygamberden rivayet edilen şu hadîs-i şeriftir:

İki müslüman kılıçlarıyla çarpıştıkları zaman, ölen de öldürülen de ateştedir.
Bu söz üzerine denildi ki: ´Ey ALLAH´ın Rasûlü!! Öldüreni anladık! Fakat öldürülenin suçu ne?´ Cevap olarak şöyle bu-yurmuştur: ´Çünkü öldürülen de arkadaşını öldürmeyi kasdetmiştir´.

İşte bu, mücerred irade ile kişinin ateş ehlinden olduğuna delâlet eden bir nasstır. Oysa kişi, mazlum olarak öldürülmüştür. Durum bu iken acaba ALLAH Teâlâ´nın niyet ve kasıttan ötürü insanları muâhaze etmeyeceği nasıl düşünülebilir? Aksine kulun ihtiyarı dahilinde olan her kastından kul muâhaze edilir. Ancak onu bir sevap ile sildirmişse, hüküm değişir. Azmi pişmanlıkla kırmak sevaptır ve bunun için de böyle yapan bir kimseye bir sevap yazılır. Maksadın herhangi bir sebeple yerine getirilmesi ise sevap değildir
Kalbin hâtıratı, nefsin hâdisi, rağbetin heyecanı ise, bunlar insanoğlunun ihtiyarı dahilinde değildirler. Bunlardan ötürü insanoğlunu muâhaze etmek teklîf-i mala yutak (insanın güç yetiremediği ile insanı mükellef kılıp zorlamak) olur.

Siz içinizde olan şeyi açıklasanız da saklasanız da ALLAH Teâlâ sizi onunla hesaba çeker.(Bakara/ 284)

Bu ayet indiği zaman, ashâb-ı kirâmdan bir grup Hz. Peygamber´e gelip şöyle dediler:

Biz gücümüz ve tâkâtimizin dışında olan bir emirle mükellef kılındık. Muhakkak hepimizin nefsi kalbin istemediği ve sevmediği şeyleri kendisine söylemektedir. Sonra ALLAH tarafından bundan dolayı hesaba çekilirse (durumumuz ne olur?)

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Zannederim siz, yahudilerin dediği gibi diyorsunuz: ´Biz dinledik ve isyan ettik´. Sakın böyle demeyin, aksine şöyle deyin: ´Biz dinledik ve itaat ettik´.77

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm ´Biz dinledik ve itaat ettik´ dediler. O zaman ALLAH Teâlâ bir sene sonra kurtuluş ve sevgiyi şu ayet-i celîlesiyle indiriverdi:

ALLAH, kimseye gücünün üstünde birşey teklif etmez! (Bakara/286)

Bu ayetle açıklandı ki kalp amellerinden insanoğlunun ihtiyarı dahiline girmeyen her şeyden insanoğlu sorumlu tutulmaz. İşte şüphenin yüzünden perdeyi kaldırmak budur. Herhangi bir kimse kalpte cereyan eden herşeye nefis hadisi adı verilir zannederse ve bu üç kısım arasında ayrım yapmazsa, elbette bu kimsenin yanıldığına hükmetmelidir.

İnsanoğlu hased, nifak, riyâ, ucub ve kibir gibi kalbin amellerinden ve kalp amellerinin diğer kötülüklerinden nasıl muâhaze edilemez? Aksine kulak, göz, kalp ve bütün bunlardan insanoğlu sorumludur. Eğer kişinin gözü -ihti-yarı olmaksızın- namahrem bir kadına takılırsa, ondan muâhaze edilmez. Eğer ikinci bir defa kendi ihtiyarıyla bakarsa, bu defa sorumludur. Çünkü ikinci bir bakışta muhtardır. Kalbin hâtıratı da böylece bu mecrada seyreder. Hatta kalp muâhaze edilmeye daha uygundur. Çünkü kalp, bütün azaların esasını teşkil eder. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

Bunu söylerken Hz. Peygamber mübarek kalbine işaret etmiştir.

Onların ne etleri, ne de kanları ALLAH´a erişmez. Fakat takvânız O´na ulaşır.(Hac/37))

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Günah odur ki kalplere tesir eder.79)

Sevap o şeydir ki kalp onunla mutmaindir, sana aksine fetva verseler de, sana aksine fetva verseler de...80

Hatta ben derim ki;) kalp, bir şeyin farziyyetine hükmederse ve esasında kalp de burada yanılmışsa, kişi yine bundan dolayı sevap kazanır. Hatta temizlendiğini zanneden bir kimsenin namaz kılması gerekir. Eğer namazı kılıp sonra abdest almadığını hatırlarsa, kılmış olduğu namazdan dolayı sevabı vardır. Eğer hatırlar sonra bırakırsa, o zaman bundan dolayı cezalandırılır. Yatağında bir kadın olsa ve o kadının kendi eşi olduğunu zannetse, onunla yatmaktan dolayı günahkâr olmaz, yabancı bir kadın olsa bile.. Eğer o kadının yabancı olduğunu zanneder, sonra onunla yatarsa, bu fiilinden dolayı günahkâr olur, o kadın kendi eşi olsa bile... Bütün bunlar âzâlara değil, kalbe bakılarak verilen hükümlerdir.

72)Buhârî, Müslim
73)Buhârî, Müslim
74)Buhârî, Müslim
75) Hakim-i Tirmizî, Nevâdir´ul-Usûl
76) Müslim
77)Müslim
78)Müslim
79)İlim bölümünde geçmişti.
80)Taberânî, (Ebu Sa´lebe´den)

..::duyguseli::..
11-25-2008, 21:12
Zikir Anında Vesveselerin Tamamen Yok Olup-Olmayacağı Meselesi

Kalpleri murakabe eden âlimler, kalbin sıfat ve acaipliklerine bakan müdekkikler bu meselede beş gruba ayrılmışlardır:

1.Bir grup şöyle dedi: Vesvese ALLAH´ın zikriyle kesilir. Çünkü

Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur.

ALLAH anıldığı zaman şeytan tahannüs eder.81 Tahannüs susmak demektir. Sanki şeytan susar!

2.Diğer bir grup ´Vesvese tamamen yok olmaz. Ancak kalpte tesiri olmaksızın cereyan eder. Çünkü kalp ALLAH´ın zikriyle kaplandığı zaman, vesvese ile müteessir olup etkilenmekten perdelenir. Tıpkı kendi himmet ve maksadıyla meşgul olan bir kimse
gibi... Zira bu kimse bazen konuşur, fakat ne konuştuğu anlaşılmaz. Her ne kadar onun kulağından bir ses geçiyorsa da´ demişlerdir.

3.Başka bir grup dedi ki: ´Vesvese yok olmaz. Eseri de ortadan kalkmaz. Fakat kalbe galebe çalması mümkün olmaz. Sanki uzaktan ve zayıf bir şekilde kalbe vesvese gelir´.

4.Diğer bir grup dedi ki: ´Vesvese, zikir anında bir anda yok olur. Diğer bir anda zikir yok olur, vesvese ile zikrin yok oluşları yakın aralıklarla birbirlerini takip edişleri yakın olduğu için âdeta yarışma halinde oldukları zannedilir. Bu tıpkı yüzeyinde çeşitli noktalar olan bir küre gibidir. Sen o küreyi süratle çevirdiğin zaman o noktaları süratle gezer görürsün ki onlar hareketten ötürü birbirlerine bitişmişlerdir´. Bu grup şeytanın zikir anında sustuğunu bildiren hadîsle istidlal etmişlerdir. Oysa biz, zikirle beraber vesveseyi aynı zamanda müşahede ederiz. Bu bakımdan bunun çıkar tarafı bundan başkası değildir.

5. Diğer bir grup dedi ki: ´Vesvese ile zikir, daimi bir şekilde,kalpte sonu gelmeyen bir yarışma halindedirler. Nasıl insanoğlu bazen aynı halde iki gözü ile iki şeyi görüyorsa, öylece kalbi de aynı

halde iki şeyin cereyan merkezi olur´. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Her kulun dört gözü vardır ikisi başındadır. Onlarla dünyasının işlerini görür. İki gözü de kalbindedir. Onlarla dininin işlerini görür.82

Hâris el-Muhâsibî de bu görüşü tercih etmiştir. Bize göre sıhhatli fetva şudur: Bu görüşlerin hepsi de doğrudur. Fakat vesvesenin bütün sınıflarını kapsamaktan uzaktırlar. Bu görüş sa-hiplerinin her biri vesvesenin bir sınıfına bakıp ondan haber vermiştir. Oysa vesvese birkaç sınıftan ibarettir:

Bir

Birincisi, vesvesenin, hak sûretinde gelmesidir. Zira şeytan bazen hak sûretinde gelerek insanoğluna der ki: ´Lezzetlerle nimetlenmeyi terkediyorsun, oysa hayat uzundur. Hayat boyunca lezzetleri terketmek büyük bir elemdir´. İşte bu vesvese ânında insanoğlu ALLAH´ın büyük hakkını, büyük sevap ve cezasını hatırladığı ve nefsine ´şehvetleri bırakmak zordur ama ateşe sabretmek bundan daha zordur ve bunlardan muhakkak birisini yapmak lâzımdır´ dediği zaman şeytanın vesvesesi yok olur. Yine kul, ALLAH´ın va´dini ve vaîdini hatırladığı, imanını ve yakînini yenilediği zaman, şeytan susar ve geri kaçar. Zira şeytan ona ´günahları işlemek hususunda sabretmekten ateş daha kolaydır´ ve ´Günah insanı ateşe götürmez´ diyemez. Çünkü kişinin ALLAH´ın kitabına iman etmesi, şeytanın böyle söylemesine kulak vermemeyi gerektirir. Böylece vesvese ortadan kalkar. Yine şeytan kişinin amellerini beğenmekle de kişiye vesvese vererek der ki: ´Senin ALLAH´ı tanıdığın gibi hangi kul ALLAH´ı tanır? O´na ibâdet ettiğin gibi hangi kul ibâdet eder? Bu bakımdan ALLAH nezdindeki makamın çok büyüktür!´ Böyle bir vesvese ânında kul, marifetinin, kalbinin ve amellerinde kullandığı âzâlarının ve ilminin ALLAH Teâlâ´nın yarattığı şeyler olduğunu hatırlar, bunu hatırladığı zaman artık bunlarla mağrur olması düşünülemez. Böylece şeytan susar. Çünkü şeytanın ona ´Bunlar ALLAH´tan değildir´ deme imkânı yoktur. Çünkü böyle dediği takdirde, kulun marifet ve imanı onu şiddetle reddeder, işte bu da vesvesenin diğer bir çeşididir. Mârifet ve iman nûruyla gören ariflerden bu vesvese tamamen ke-silir.

İki
İkincisi, vesvesenin heyecan ve şehvetin tahrikinden gelmesi-dir. Bu tür vesvese kulun yakînen günah olduğunu bildiği ve zann-ı galib ile günah olduğunu zannettiği kısımlara ayrılır. Eğer yakî-nen günah olduğunu biliyorsa, şeytan şehvetin tahrikine tesir eden heyecanı veremez. Fakat heyecan vermekten tamamen uzaklaşmaz. Eğer günah olduğunu zan ile biliyorsa, bu takdirde bazen müessir olarak kalır, öyle ki onu defetmekte mücâhede et-meye insanoğlu mecbur kalır. Bu bakımdan vesvese mevcuttur. Fakat galebe çalacak vaziyete gelmeden defedilir.

Üç

Üçüncüsü, vesvesenin mücerred hâtırat ve insanoğlunda galip olan hallerin hatırlanmasından olmasıdır. Mesela; namazda namazın dışında birşey düşünmekten gelmesidir. Bu bakımdan kişi zikre yöneldiği zaman bu vesvesenin bir an gidip, başka bir an geri gelmesi, yine gidip yine gelmesi tasavvur edilebilir. Böylece zikir ile vesvese birbirini takip eder ve ikisinin yarışmaları da düşünülebilir. Hatta insanın anlayışı okunanın mânâsını anlamasıyla o hâtıratı birden kapsaması sanki bunların herbiri kalbin başka bir yerinde imiş gibi düşünülebilir. Kalbe gelmeksizin tamamen bu vesvesenin kaldırılması cidden uzak bir ihtimaldir. Fakat muhal değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur.

Kim iki rek´at namaz kılıp, o iki rek´at namaz esnasında kalbine dünyanın hiçbir işi gelmez ve vesvese yapmazsa, o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.83

Eğer vesvesenin tamamının ortadan kaldırılması düşünülmeseydi, Hz. Peygamber böyle dermiydi? Ancak vesvesenin tamamen ortadan kalkması, ALLAH´ın sevgisinin galip gelip aklını kaybetmiş bir kimse gibi olan insan hakkında düşünülebilir. Zira biz kalbi bir düşman ile meşgul olan kimseleri görüyoruz ki düşmanıyla nasıl mücadele edeceği hususunda uzun bir tefekküre dalmaktadır. Öyle ki düşmamyla yapacağı mücadeleden başka onun kalbine birşey gelmemektedir. Muhabbete dalan bir kimse de böyledir. Bazen kalbiyle mahbubunun muhaveresine dalar. Onun düşüncesiyle gark olur. Öyle ki sevdiğiyle konuşmaktan başka onun kalbine birşey gelmez. Eğer başkası kendisiyle konuşursa dinlemez, önünden başkası geçerse sanki onu görmez. Bir düşmanın korkusu bu derece düşündürürse, mal ve rütbeye karşı harislik ânında böyle bir dalış muhal değil ise, acaba ateş korkusundan, cennete olan iştiyaktan ötürü böyle bir derece neden düşünülmesin? Fakat bu derece, ALLAH´a ve son güne iman etmek (çoğu insanlarda) zayıf olduğu için pek nadir görülen bir derecedir.
Sen bu kısımları ve vesvesenin bu sınıflarını güzelce düşündüğün zaman bileceksin ki, daha önce beyan ettiğimiz mezhep ve meşreplerin herbirinin bir yönü vardır. Fakat bu hususî bir yere aittir. Kısacası bir anda veya. bir saatte şeytandan kurtulmak uzak bir ihtimal değildir. Fakat ömür boyu şeytandan kurtulmak cidden uzak bir ihtimaldir ve varlık âleminde muhaldir. Eğer herhangi bir şahıs hâtırat ve rağbeti tahrik etmekten ötürü meydana gelen şeytanın vesveselerinden kurtulmuş olsaydı mutlaka Hz. Peygamber (s.a) kurtulurdu. Oysa rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber namazın içinde sırtındaki elbisenin nişanlarına baktı. Selâm verdiği zaman, o elbiseyi sırtından çıkarıp attı ve şöyle dedi: ´Bu elbise beni namazda meşgul etti´ ve devamla şunları söyledi:

Bunu Ebu Cehm´e götürün. Bana Ebu Cehm´in enbicaniye´sini (bir nevi elbise) getirin´. 84

Yine Hz. Peygamber´in parmağında bir altın yüzük bulunuyordu. Minberde hutbe okurken o altın yüzüğe baktı. Sonra onu çıkarıp attı ve dedi ki: ´Bir ona, bir de size bakıyorum´. Hz. Peygamber´in böyle yapması, şeytanın vesvesesinden ileri geliyordu. Şeytan bakışın lezzetini altın yüzüğe ve elbisenin nişanına tahrik etmek sûretiyle bu vesveseyi yaptırıyordu. Bu hâdise, altın haram edilmezden önce olmuştur ve bunun içinde Hz. Peygamber, önce yüzüğü parmağına takmış, sonra da çıkarıp atmıştır. Bu bakımdan dünya malından gelen vesvese, ancak onu atmakla, ondan ayrılmakla sona erer. Kişi ihtiyacından fazla bir şeyi mülk edindikçe -velev ki bir dinar olsun- şeytan onu namazında o dinar hakkında düşünmeye sevkederek vesveseden boş bırakmaz. ´O dinarı nasıl harcayacağı, kimse onu görmesin diye onu nasıl gizleyeceği veya onu gösterip de başkasına karşı onunla nasıl övü-neceği´ gibi vesveseler onun yakasını bırakmaz! Bu bakımdan tırnağını dünyaya batıran ve bununla beraber şeytanın hilelerinden kurtulmak isteyen bir kimse, âdeta tepeden tırnağına kadar bala dalmış, sonra sivrisineklerin gelip bedenine konmayacağını sanmış bir kimse gibi olur, bu ise muhaldir. O halde dünya şeytanın vesvesesi için büyük bir kapıdır ve vesvesenin bir tek kapısı yoktur, aksine birçok kapısı vardır.

Hükemadan birisi şöyle demiştir: ´Şeytan günahlar yönünden Âdemoğlu´na başvurur. Eğer Ademoğlu bu yönden kendisine itaat etmezse, nasihat yönünden ona gelir, onu bir bid´ate götürünceye kadar devam eder. Eğer burada da âdemoğlu şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine sakınma ve takva yönünden şiddete başvurmayı emreder. Öyle ki insanoğlu haram olmayan şeyleri bile haram bilir, eğer burada da şeytana itaat etmezse şeytan onu abdest ve namazından şüpheye düşürür. Öyle ki, vesveseli kimse ilmin dairesinden çıkar, eğer burada da şeytana itaat etmezse, bu sefer şeytan kendisine iyi amellerini hafif gösterir. Hatta insanlar onu sabırlı ve iffetli olarak görürler. Kalpleri ona meyleder. Bu sefer o da nefsine mağrur olur ve böylece helak olup gider! Bu durum meydana geldiği zaman ihtiyaç oldukça katılaşır. Çünkü bu, derecelerin sonudur ve şeytan bilir ki eğer bu kul bu dereceyi de geçerse, yakasını kendisinin elinden kurtarıp cennete varacaktır´.

81) İbn Ebî Dünya, İbn Adîy
82) Deylemî
83)Namaz bölümünde geçmişti.
84)Daha önce geçmişti

..::duyguseli::..
11-25-2008, 21:13
Riyazül nefs ve Tehzibil Ahlak ve Mualeceti Emrazil Kalb Konusuna Giriş

Tedbiriyle işleri evirip çeviren, herşeyi yerli yerine koyan, herşeyin sûretini en güzel şekilde yapan, insanın sûretini en güzel şekilde süsleyen, şekil ve miktarında eksiklik ve fazlalıktan onu koruyan ALLAH´a hamdolsun! O ALLAH ki, ahlâkların güzelleştirilmesini kulun ictihad ve çalışmasına havale etmiştir. Kulu korkutmak ve sakındırmak sûretiyle ahlâkın güzelleştirilmesine teşvik etmiştir. O ALLAH ki, tevfîkiyle iyi kullarına ahlâkın temizlenmesini kolaylaştırmıştır. Zor ve çetin işleri kolaylaştırmakla onlara minnet etmiştir. Salât ve selâm ALLAH´ın kulu, peygamberi, habîbi, safîsi, müjdecisi ve uyarıcısı olan Hz. Peygamber´in üzerine olsun! O Peygamber ki, peygamberliğin nûrları onun alnının kıvrımları arasından pırıl pırıl parlardı. Hakkın hakîkati onun hayâlinden ve zâhirinden görünürdü. Salât ve se-lâm onun âline ve ashâbına olsun! O âl ü ashâb ki, İslâm´ın yüzünü küfrün zulmet ve karanlıklarından tertemiz etmişler, bâtılın maddesini kökünden kazımışlardır. Bâtılın ne azı, ne de çoğuyla kirlenmemişlerdir.

Bunlardan sonra bil ki, güzel ahlâk, peygamberlerin efendisinin sıfatıdır. Sıddîkların amelinin en faziletlisidir. Güzel ahlâk, imanın yarısıdır, muttakîlerin mücahedesinin meyvesidir. Âbidlerin riyâzetidir. Kötü ahlâk ise öldürücü zehirdir. Beyin dağıtıcı felâketler, mahvedici rezâletler, rabb´ul âlemîn´in komşuluğundan uzaklaştırıcı habâsetler ve sahibini şeytanların eline teslim eden dalâletlerdir. ALLAH´ın tutuşturulmuş ateşine -ki onun acısı kalplere işler- açılan kapılardır, güzel ahlâkın, kalpten nimet cennetlerine, ALLAH´ın komşuluğuna açılan kapılar olduğu gibi... Kötü ahlâk nefsin hastalığı ve kalbin marazıdır. Ancak maddî hastalıkla arasında şu fark vardır. Kötü ahlâk ebedî hayatı öldüren hastalıktır! Bu bakımdan sadece bedeni yok eden hastalıkla bu korkunç hastalığın arasındaki nisbet kıyas edilmeyecek kadar büyüktür. Bedenlerin hastalığında fâni hayatın elden çıkmasından başka bir zarar olmadığı halde, tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almak için doktorların hummalı çalışmaları devamlı bir şekilde olmuştur ve oluyor. O halde kalp hastalıklarının tedavi kanunlarını zapt u rapt altına almaya inayet göstermek daha evlâ değil midir? Çünkü kalplerin hastalığında ebedî hayatın mahvolması sözkonusudur. Doktorluğun bu çeşidi her akıllı insan için öğrenilmesi farz olan birşeydir. Zira, maraz ve hastalıklardan kurtulmuş olan hiçbir kalp yoktur. Bu bakımdan eğer ihmal edilirlerse hastalıklar birikir, illetler yekdiğerini takip eder ve biri diğerine yardımcı olur, böylece katmerleşir. Bu takdirde kul onların teşhisinde sebeplerinin bilinmesinde engin bir sezişe muhtaç olur. Sonra onları tedavi ve ıslah etmek için çalışmaya ve didinmeye mecbur kalır.

Bu bakımdan onların tedavisi ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîlesiyle murad edilmiştir.

Nefsini yücelten iflah olmuştur. (Şems/9)

Bu tedaviyi ihmal etmek ise, ALLAH Teâlâ´nın şu ayet-i celîle-siyle kastolunmuştur:

Onu alçaltan da ziyana uğramıştır. (Şems/10)

Biz bu kitapta kalp hastalıklarının birçok kısımlarına işaret edeceğiz. Kısa olarak onların tedavisi hakkındaki sözün keyfiyetine, hastalıkların hususi ilacının tafsilatına girmeksizin değineceğiz. Çünkü bu tafsilat, Mühlikât kısmının başka bölümlerinde gelecektir. Bizim şimdilik gayemiz; ahlâkı güzelleştirmeye genel bir bakış ve yolunu hazırlamaktır. Biz burada bunu anlatacak ve daha iyi anlaşılması için de beden tedavisini örnek alacağız. Bunu da güzel ahlâkın fâziletini anlatmakla açığa kavuşturacak ve sonra güzel ahlâkın hakikatini beyan edecek, sonra güzel ahlâka götüren sebepleri anlatacak, sonra ahlâkın güzelleştirilmesine yarayan yolları ayrıntılı olarak anlatacağız. Sonra nefislerin riyâzetini, sonra kalp hastalığının bilinmesinin alâmetlerinin beyanını, sonra insanoğlunun nefsinin ayıplarını bilmesinde vesile olan yolların açıklamasını, sonra kalplerin tedavi yolunun ancak şehvetleri bırakmaya bağlı olduğu hakîkatinin naklî delillerinin açıklamasını, sonra güzel ahlâkın alâmetlerinin açıklamasını, sonra gelişmelerinin başlangıcında çocukların riyazetindeki yolun açıklamasını, sonra iradenin ve mücahedenin başlangıçlarının açıklamasını yapacağız. Bunlar bu kitabın maksad ve hedeflerini toplayan onbir kısımdan ibarettir.

..::duyguseli::..
11-25-2008, 21:16
Güzel Ahlâk ile Kötü Ahlâk´ın Hakikati

İnsanlar güzel ahlâkın hakikati hakkında ve ne olduğu hususunda oldukça fazla konuşmuşlardır. Buna rağmen onun hakikatini şerhetmeye bir türlü yanaşmamışlar, ancak onun ürünlerinden ve faydalarından bahsetmişlerdir. Sonra faydalarının da tamamını zikretmemişlerdir. Her biri güzel ahlâkın meyvelerinden kalbine geleni, zihninde hazır bulunanı zikretmiştir. Güzel ahlâkın tarifini zikretmeye bir türlü önem verip de açıklamaya yönelmemişlerdir. Güzel ahlâkın bütün meyvelerini kapsayıcı hakikatini, ayrıntılı, derli toplu bir şekilde anlatmamışlardır. Buna misâl olarak, Hasan Basrî´nin şu sözü gösterilebilir:
´Güzel ahlâk; güler yüzlülük, cömertlik ve insanları ezmemek demektir´.

Vâsıtî de şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk hiç kimse ile çekişmemek ve hiç kimseyi çekiştirmemektir. Bu da ALLAH Teâlâ´yı iyi bilmekten ileri gelir´.

Şâh b. Şucca el-Kirmânî de şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, eziyet vermemek ve meşakkatleri yüklenmektir´.

Başkası da ´Güzel ahlâk, kişinin insanlara yakın olmasına rağmen onların arasında yabancı gibi olmasıdır´ der.

Vâsıtî bir defasında da şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, genişlik ve darlıkta halkı razı etmeye çalışmaktır´.

Ebu Osman el-Mağribî şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, ALLAH´tan razı olmaktır´.

Sehl et-Tüsterî´den güzel ahlâkın ne olduğu soruldu. Cevap olarak dedi ki: ´Güzel ahlâkın en küçük derecesi meşakkatlere göğüs germek, karşılık beklememek, zâlime merhamet etmek, onun için af dilemek ve bütün insanlara (veya zâlime) karşı şefkatli olmaktır´.

Başka bir zaman da şöyle dedi: ´Güzel ahlâk rızık konusunda kaygılanmamak ve ALLAH´a güvenmektir. ALLAH Teâlâ´nın kuluna kefil olduğuna ve vereceğine inanmak, ALLAH´a itaat edip kendi-siyle ALLAH arasında ve insanlarla olan münasebetlerinde ALLAH´a isyan etmemektir´.

Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir:´ Güzel ahlâk üç haslettedir: Haramlardan sakınmak, helâli aramak, çoluk çocuğuna kısmadan normal nafakasını vermektir´.

Hallac-ı Mansur şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, hakkı araştırdıktan sonra halkın eziyetinin tesir etmemesidir´.

Ebu Said el-Harraz şöyle demiştir: ´Güzel ahlâk, senin ALLAH´tan başka bir maksadının olmamasıdır´.

Bu ve benzeri sözler pek çoktur. Bütün bunlar, güzel ahlâkın kendisini değil de meyvelerini anlatmak, semerelerini beyan etmektir. Sonra bu sözler bütün meyveleri de kapsamamaktadır. O halde güzel ahlâkın hakikatinden perdeyi kaldırmak, çeşitli sözleri nakletmekten daha evlâdır.

Halk (yaradılış ve sûret) ve hulk (ahlâk) beraberce kullanılan iki ibaredir. ´Filân adamın halk´ı ve hulk´u güzeldir´ denir. Yani ´bâtın ve zâhiri güzeldir´ demektir. Bu nedenle halk´tan zâhirî, hulk´tan da bâtınî sûret kastedilir. Bunun sebebi şudur: İnsan, gözle görülen bir beden ve basiretle görülen nefis ve ruhtan ibarettir. Bunların herbirinin bir heyet ve sûreti vardır. Bu heyet ve sûret, çirkin veya güzeldir. Bu bakımdan basiretle idrâk edilen nefis ve ruh, gözle idrâk edilen bedenden, kıymet bakımından daha büyüktür ve bunun içindir ki ALLAH Teâlâ, onu kendisine izâfe ederek değerini büyütmüştür. Zira ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti: Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onun yaradılışını tamamlayıp da ta-rafımdan ruh verdiğim zaman hemen ona secdeye kapanın!
(Sad/71-72)

Böylece ALLAH Teâlâ, bedenin çamura mensup olduğuna, ruhun da âlemlerin rabbine mensup olduğuna dikkati çekmiştir. Burada ruh ve nefis´ten kasdedilen mânâ aynı şeydir. Bu bakımdan hulk, nefiste kararlaştırılmış bir heyetten ibarettir ki in-sanların fiilleri kolaylıkla o heyetten çıkar. Düşünce ve tefekküre ihtiyaç olmaksızın oradan neşet eder. Eğer o heyet, kendisinden şer´an ve aklen güzel fiiller çıkacak şekilde ise, ona güzel ahlâk ismi verilir. Eğer o heyetten çıkan fiiller çirkin ise, çıkış noktası olan o heyete kötü ahlâk adı verilir. Biz neden ´Ancak o nefiste ka-rarlaştırılmış bir heyettir´ dedik? Çünkü ârızî bir sebepten dolayı arada sırada cömertlik yapan bir kimse için bu ahlâk, onun nefsinde karar kılmadıkça ´onun ahlâkı cömertliktir´ denilmez! O cömert sayılmaz. Biz, fiillerin -düşünmeksizin- kolayca oradan çıkışını şart koştuk. Çünkü zoraki bir şekilde cömertlik yapan veya öfkelendiği anda zoraki bir şekilde düşünerek nefsini zapt u rapt altına alan bir kimse için ´Ruhunun ahlâkı cömertlik ve halîmliktir´ denilmez.

Bu bakımdan burada dört şey vardır:
1.Çirkinin ve güzelin fiili
2.Bunlara muktedir olması
3.Bunları bilmesi
4.Nefsin bir heyetidir ki nefsi onun vasıtasıyla iki taraftan birisine meyleder ve onun vasıtasıyla iki taraftan birisine -güzellik veya çirkinliğe- müsait olur.

Hulk fiilden ibaret değildir. Çünkü nice şahıs vardır ki onun ahlâkı cömertliktir, fakat veremez. Ya malı yoktur veya herhangi bir engel mevcuttur ve bazen de ahlâkı cimrilik olur, buna rağmen verir. Bu verme ya riyadan dolayıdır veya herhangi bir iteleyici sebeptendir. Hulk kuvvetten de ibaret değildir. Çünkü kuvvetin vermeye ve vermemeye de nisbeti aynıdır. Her insan fıtraten, vermek ve vermemek üzere kudretli olduğu halde yaratılmıştır. Böyle yaratılması, ne cimrilik ahlâkını, ne de cömertlik ahlâkını gerektir-mez. Hulk aynı zamanda mârifetten de ibaret değildir. Çünkü mârifet hem güzele, hem de çirkine bir yön üzerine taallûk eder. Hulk dördüncü mânâdan ibarettir. O mânâ da nefisten vermeyi veya vermemeyi çıkartan heyet demektir. Bu bakımdan hulk, nefsin heyetinden ve onun bâtınî sûretinden ibarettir. Nasıl ki zâhirî sûretin güzelliği, mutlak mânâda burun, ağız ve yanak olmaksızın, sadece iki gözün güzelliğiyle tamamlanmıyorsa, zâhirin güzelliğinin tamamlanması için bütün bunların güzelliği gerekiyorsa, tıpkı bunun gibi iç âlemde de dört rükûn vardır. Ahlâk güzelliğinin tamamlanması için, bütün o rükûnların da güzel olması gerekir. Bu dört rükûn eşit olup mutedil ve birbirine uygun oldukları zaman, güzel ahlâk tamamlanmış olur. O rükünler de hilmin, gazabın, şehvetin ve bu üç kuvvet arasında adaletin kuvvetidir.

İlim kuvvetine gelince, onun güzellik ve elverişliliği; onunla sözlerde doğruluk ile yalanın, inançta hak ile bâtılın ve fiillerde güzel ile çirkinin arasını kolayca farketmek raddesine gelmesi demektir, Bu kuvvet elverişli olduğu zaman, ondan hikmet meyvesi elde edilir. Hikmet ise, güzel ahlâkın başıdır. Bu hikmet hakkında ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur;

Kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiş demektir. (Bakara/229)

Gazap kuvvetine gelince, onun güzelliği demek, inkıbazı (tutulması) ve inbisatı (kabarması), Hikmet´in istediği çizgide gelişmesi demektir. Şehvet de böyledir. Onun güzellik ve elverişliliği hikmetin işaretinin doğrultusunda olmasıdır. Hikmet işaretinden, aklın ve ilâhî nizamın işaretini kastediyoruz.

Adalet kuvvetine gelince, aklın ve ilahî nizamın işareti altında şehvet ile gazabı zaptetmek demektir. Bu bakımdan aklın misâli, nasihatçi bir müsteşarın misâline benzer. Adl´in kuvveti, kudretin ta kendisidir. Onun misâli ise, aklın işaretine uyarak yürüyüp in-faz edenin misalidir.

Kendisinde infaz işaret edilen ise gazap´tır. Gazab´ın misâli av köpeğinin misâlidir. Av köpeği işarete göre koşacak veya duracak derecede kendisini eğiten birisine muhtaçtır. Nefsin, şehvetinin heyecanıyla hareket etmemesi için, böyle bir eğiticinin varlığı gereklidir. Şehvetin misâli ise, av peşinde koşturmak için binilen atın misâlidir. Bu at bazen talimli ve terbiyeli olur. Bazen de serkeş olur. Bu bakımdan bu hasletler kimde eşit ve normalse o mutlak mânada güzel ahlâklıdır, Bu hasletlerin bir kısmının normal, bir kısmının normal olmadığı kimse sadece o normal hasletlere göre güzel ahlâklı sayılır. Tıpkı fizikî yönden yüzünün bir kısmı güzel, bir kısmı güzel olmayan bir kimse gibi... Gazap´tan gelen kuvvetin güzellik ve itidali şecâat diye isimlendirilir. Eğer gazap kudreti, îtidal sınırını geçer ifrata meylederse, onun ismine tehevvür denilir. Eğer zâfiyet ve noksanlığı (tefrite) meylederse, onun ismine korkaklık denir. Eğer şehvet kuvveti fazlalık tarafına kayarsa, adı oburluk olur. Eksiklik tarafına kaydığı takdirde adı donukluk´tur. Dinen övülen kısmı ise bu iki derecenin ortasıdır. Fazilet de bu orta derecededir.

İfrat ve tefrit tarafları ise hem rezil, hem de kötüdür. Adalet yok olduğu zaman onun ne fazla, ne de eksik tarafları yoktur. Aksine onun zıddı ve tam karşıtı vardır ki o da zulümdür. Hikmet ise, kötü gayelerde kullanıldığı zaman onun ifrat derecesine habâset ve cerbeze adı verilir. Tefrit tarafına da ahmaklık denir. Bu iki tarafın arasındaki orta ve normal yön ise, hikmet ismiyle özellik kazanmıştır. Durum bu iken, ahlâkın esası dörttür:

1.Hikmet
2.Şecâat
3.iffet
4.Adalet

Hikmet´ten bizim gayemiz; nefsin bir durumudur ki nefis onun vasıtasıyla bütün ihtiyarî fiillerde doğruyu yanlıştan ayırır.

Adalet´ten gayemiz; nefsin bir durumu ve kuvvetidir ki, nefis onunla gazap ve şehvet kuvvetlerini idare edip onları hikmetin istediği istikamete sevkeder. Hikmetin işaretine göre, onları kışkırtır veya frenler.

Şecaat´ten gayemiz; gazap kuvvetini göndermekte ve durdurmakta akla itâat etmesidir.
İffet´ten gayemiz; aklın, şehvet kuvvetini ilahî nizamın edebiyle edeblendirmesidir. Bu bakımdan bu dört esasın mûtedil ve normal oluşundan bütün güzel ahlâklar doğup meydana gelmektedir.. Zira akıl kuvvetinin normal oluşundan ´güzel tedbir´, ´çalışan zihin´, ´kavrayıcı rey´, ´isabetli zan´, ´amellerin inceliklerine ve nefsin âfetlerinin gizliliklerine karşı uyanık bulunmak´ durumları doğup meydana gelir.

Onun ifratından cerbeze, hile, kandırma ve dâhilik doğup meydana gelir, tefritinden ahmaklık, gammare (bönlük), saflık ve delilik çıkar. Gammare´den gayem; hayâlin selâmetiyle beraber, işlerde tecrübenin azlığı demektir. Zira insanoğlu birşeyde tecrübesiz, başka bir şeyde tecrübeli olabilir. Hamâkat ile delilik arasındaki fark ise şudur: Ahmak bir kimsenin hedefi doğrudur, fakat yürüdüğü yol yanlıştır. Bu bakımdan onun hedefe götüren yolda yürümesinde sahih bir düşüncesi yoktur. Mecnun bir kimse ise, o seçilmesi uygun olmayan bir şeyi seçer. Bu bakımdan onun seçişinin temeli bozuktur.

Şecâat ahlâkına gelince, ondan cömertlik, yardım, şehamet, nefsi kırmak, eziyetlere göğüs germek, hilm, sabırlı olmak, öfkeyi yutmak, vekar, sevgi ve benzerleri doğup meydana gelir. Bütün bunlar güzel ahlâklardır. Onun ifratı ise tehevvürdür. Tehevvür´den kibir, gurur, acele kızmak, ucub meydana gelir. Tefritine gelince, ondan rezalet, zillet, üzüntü, hasislik, nefsin küçüklüğü, farz olan hakkı yerine getirmekten kaçınmak gibi rezil ahlâklar meydana gelmektedir. İffetin ahlâkına gelince, iffetten cömertlik, hayâ, sabır, müsamaha, kanâat, verâ, letâfet (incelik), yardım, zariflik ve az tamahkârlık meydana gelmektedir.

Onun ifrat veya tefrite meyletmesine gelince, bundan harislik, oburluk, hayâsızlık, habaset, mubezzirlik, kusurluluk, riyâkârlık, mecnunluk, fuzulî meşguliyet, yağcılık, hased, başkasına isabet eden mu-sibetle sevinmek veya küfürbazlık, zenginlere yağcılık, fakirleri hakir görmek ve benzeri rezil ahlâklar doğup meydana gelir. Bu bakımdan, güzel ahlâkın temelleri bu dört fazilettir: Onlar da hikmet, şecâat, iffet ve adalettir. Diğerleri ise bunların dallarıdır.

Bu dört haslette kemâl derecesine, Hz. Peygamber´den başkası erişememiştir. Hz. Peygamber´den sonra insanlar bu hususta yakınlık ve uzaklıkta çeşitli derecelere ayrılırlar. Bu bakımdan bu ahlâkta Hz. Peygamber´e yaklaşan herkes ALLAH´a yakındır. Bu yakınlığı da Hz. Peygamber´e olan yakınlığı nisbetindedir. Kim bu ahlâkları kemâl derecesinde nefsinde toplamış olursa, halk arasında emrine itaat edilen ve bütün insanların müracaat kaynağı olan bir padişah olmaya hak kazanır. Herkes bütün fiille-rinde ona uyar ve uymalıdır. Bu ahlâkların tamamından uzaklaşan ve zıdlarıyla sıfatlanan bir kimseye gelince, o kimse memleketten ve insanlar arasından sürgün edilip çıkarılmaya müstehak olur. Çünkü böyle bir kimse ALLAH´ın rahmetinden uzaklaştırılmış ve kovulmuş şeytana pek yaklaşmıştır. Bu bakımdan onu uzaklaştırmak uygun olur. Nitekim birincisinin ALLAH Teâlâ´ya mukarreb meleğe yakın olduğu gibi... Bu bakımdan birincisine uymak gereklidir ve ona yaklaşmak uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) ancak güzel ahlâkı tamamlamak için nübüv-vet ile vazifelendirilmiştir. Nitekim kendilerinin de buyurdukları gibi...

Kur´an, mü´minlerin sıfatlarını sayarken bu ahlâklara işaret ederek şöyle buyurmuştur:

Mü´minler ancak o kimselerdir ki, ALLAH´a ve peygamberine iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler ve ALLAH yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler sâdıkların ta kendileridir.
(Hucurât/15)

Bu bakımdan şeksiz ve şüphesiz ALLAH´a ve Hz. Peygamber´e iman, yakînin kuvveti, aklın meyvesi ve hikmetin zirvesidir. Malla mücâhede etmek, şehvet kuvvetini zapt u rapt altına almaya dönüşen cömertliktir. Nefisle mücâhede etmek, gazap kuvvetini normal sınırda ve aklın gereğine göre kullanmaya dönüşen şecaattir. ALLAH Teâlâ, ashâb ı kirâmı vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:

Kâfirlere karşı şiddetlidirler, aralarında merhametlidirler. (Feth/29)

Bu ilâhî hüküm, şiddet için bir yerin olduğuna, rahmet için de başka bir yerin olduğuna işarettir, Bu bakımdan her durumda şiddette kemâl olmadığı gibi, rahmette de kemâl yoktur. Aksine herbirinin yeri ayrı ayrıdır. İşte bu, ahlâkın güzelliğinin ve çirkinliğinin beyanıdır. Rükûnların, meyve ve dallarının bahsidir.