PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : ..Tasavvufsuz Olmaz Mı?//Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'den..


..::duyguseli::..
11-06-2008, 03:35
«Tasavvufsuz olmaz mıydı» demek, «İslâm’ı temellendiren tefsir, hadis, kelâm, fıkıh ve diğer ilimler olmasa olmaz mıydı» cinsinden bir sorudur. Tasavvufu gereksiz görmek; ihlâs, takvâ, irfân, nefsi tezkiye, kalbi tasfiyeyi, hâsılı Allâh’a ihsân makamında samîmî olarak kullukta bulunmayı gereksiz görmek demektir. Zîrâ tasavvuf ile bu hakîkatler kastedilmektedir. Dolayısıyla bu hakîkatleri yaşayan kimse, eğer tasavvuf ismini kabul etmiyorsa bile, o da bize göre tasavvufu yaşıyor demektir. Çünkü takvâ, zühd, ihsân ve tasavvuf, hakîkat ve muhtevâları itibarıyla aslında aynı mânâya ve gâyeye delâlet etmekte olan birbirine yakın terimlerdir. İsimlendirme sadece bir alemdir. Her ifadenin merkezinde bütün bir beşeriyetin en yüce mürşid-i kâmili olarak yegâne nümûne, üsve-i hasene (en güzel örnek) Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ve onun ulvî terbiyesinde yetişmiş olan ve her biri bir ulvî şahsiyet ve maneviyat yıldızı olan ashâb-ı kirâm vardır.

Diğer taraftan kalbin itminâna ermesi, huzûr, sükûn ve saâdete kavuşması, mânen ulaştığı seviyeye bağlıdır. Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi îcâb eder. Zîrâ kalbin ilim ve hikmetle dolması, dînin yüksek hakîkatlerine muttalî olması ve kulun mânen tekâmül edebilmesi, ancak birtakım ameliyeler netîcesinde mümkün olabilir.

Nitekim beşeriyyete nümûne olarak gönderilen peygamberler bile, vahye muhâ(Uygun görlmeyen kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)tap olmadan önce bir hazırlık döneminden geçirilmişlerdir. Zîrâ kalbin, latîf mânevî tecellîleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması, hassâsiyet kazanması ve belli bir kıvâma ulaşması gerekmektedir. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, daha peygamberlikle vazîfelendirilmeden önce Hira mağarasında îtikâfa Îtikâf: Bir yere kapanıp, vakti ibâdetle geçirmek. Bilhassa Ramazan’ın son on gününde câmiye kapanarak kendini ibâdete vermek. çekilirdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak’la mükâlemesinden evvel, Tûr-i Sînâ’da kırk gün, bir nevî riyâzata girmişti. Yusuf -aleyhisselâm-, Mısır’a sultân olmadan önce on iki sene zindanda kaldı. Orada çile, riyâzât, mücâhede ve meşakkatin bütün kademelerinden geçirildi. Böylece mübârek kalbi, Allâh’tan gayrı bütün istinadlardan ve alâkalardan tamâmen sıyrıldı.

Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’a çıkmadan evvel “İnşirah Sûresi”nin sırrına mazhar oldu. Sadrı açılarak kalb-i şerîfleri yıkandı. İlim ve hikmetin rûhâniye(Uygun görlmeyen kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)tiyle dolduruldu. Çünkü O, Mîrâc’da acâib ve garâib hâdiselerle karşılaşacak, beşerî kesâfetle görülemeyecek esrâr-ı ilâhîyi ve değişik, latîf manzaraları seyredecekti.

Allâh’ın seçkin kulları olan Peygamberler dahî kalb tasfiyesinden geçirilirse, diğer insanların kalbî arınmaya ne kadar muhtaç olduğu ortaya çıkar. Zîrâ kesîf bir kalb ile, Latîf’e yaklaşılamaz. Burnu duyarsızlaşmış birisi gülün, karanfilin kokusundan bir hisse alamaz. Buğulu bir camdan net bir manzara seyredilemez. Diğer yandan helâlin içine bir zerre de olsa harâmın veya şüphelinin karışması, bir testi menba suyuna bir damla necasetin karışması gibidir ki, talep, makbuliyet ve feyzi keser.

Bu sebeple kalbin mânevî hassâsiyeti ziyadeleşerek ilâhî sır ve hikmetleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması, letâfete bürünmesi zarûrîdir. Çünkü Cenâb-ı Hak:

“O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ...” (eş-Şuarâ, 88-89) buyurmuştur.

Kalbin selîm hâle gelmesi ise, ancak mânevî terbiyeile sâfiyet kazanmasına bağlıdır.

Zîrâ mânevî terbiye öncesinde kalb, soğuk demir gibidir. Onun arzu edilen şekli alabilmesi için evvelâ ateşte tavlanması, paslarından kirlerinden arınması, katılıktan çıkıp yumuşaması ve dövülmesi gerekmektedir. Ancak bu merhaleler(Uygun görlmeyen kelime. Yönetimle irtibata geçiniz)den sonra arzu edilen şekli alıcı hâle gelebilir. Tıpkı bunun gibi bütün bu ameliyeler tatbîk edilmeden, kalbî kemâlât da gerçekleşemez. Kalbî kemâlât gerçekleştikten sonra ise baş gözüyle görülemeyen, akılla idrak edilemeyen hakîkatler âlemi, bir zevk hâlinde kavranır ve kalben hissedilir. Bunun için kalbî tâkat ve dirâyeti olgunlaştırmak gerekmektedir.

Bu olgunlaştırmanın ehemmiyetini îzâh sadedinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Selçuklu Medresesinde zâhirî ilimlerin zirvesinde “dersiâm” iken, içinde bulunduğu hâlini “hamdım”; mârifetullâh tecellîleriyle dolu kâinat bir kitap hâline gelip ondaki meknuz sırlar kendine ayân olmaya başladığındaki hâlini de “piştim”; zâtî muhabbette fânî oluş hâlini ise “yandım” diye ifâde etmiştir.

Bu da gösteriyor ki, kulun Allâh katındaki makbûliyyeti daha ziyâde kalbî inkişâfa bağlı olduğundan, kalbin kemâle ermesi için başlı başına bir mânevî eğitime ihtiyaç vardır. Bu gerçeğin sayısız müşahhas misâllerini ashâb-ı kirâm hazaratı sergilemişlerdir. Nitekim onlardan nice kimseler kızlarını diri diri toprağa gömen taş gibi birer varlık iken Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi uhdesinde gözleri ve gönülleri yaşlı, şefkat ve merhamet âbidesi hâline gelmişlerdir. Canlarını ve mallarını Allâh ve Rasûlullâh uğrunda bezl etmişlerdir.

Özet olarak demek istiyoruz ki:

Tasavvufsuz müslümanlık olabilir, ancak bu, ihsan kıvamından mahrum bir müslümanlık olur. Yâni mânevî bir eğitim olan tasavvufdan tecrid edilmiş bir İslâmî hayat, kişiyi “ALLAH’ı görüyormuşçasına bir kulluk kıvamı”na ulaştıramaz. Osman Nuri Topbaş