PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : ..:: Vukuf-ı Kalbi: O'nu Kalbinde Ara ::..


..::duyguseli::..
11-02-2008, 19:26
.
.
.

Hak aşıklarının temel usüllerinden biri de Vukuf-i Kalbî’dir. Kısaca manası, kalpte olanların farkında olup kalbi tanımak ve her durumda gafletten sıyrılıp Yüce ALLAH’a bağlanmaktır. Hedef, gönül kâbesini temiz tutup Yüce Dost’un teşrifine hazırlamak ve böylece dünyada iken cenneti yaşamaktır.

ALLAH Rasulü s.a.v. Efendimiz, ALLAH’ı zikreden kalbin diri, zikretmeyen kalbin ölü olduğunu belirtmiştir (Münzirî, et-Tergib). Zikrin zıddı gaflettir. Gaflet, kalbin manen perdelenmesi, günahla katılaşması, kapanması ve sonuçta ölmesidir. Hak yolcusunun ilk işi, kalbini ilâhi sevgi ve zikirle diriltmektir.

Vukuf-i Kalbî, özellikle zikir ve ibadet anında istenmektedir. Zikir, hatırlamak, hatırda tutmak, anmak, övmek, sevmek, yüceltmek ve yad etmektir. El, zikir tesbihini döndürürken, kalp de zikrettiği zata dönmelidir ki, gerçek zikir olsun. Namaz da bir zikirdir. Hatta zikirlerin en büyüğüdür. Fakat kalbin katılmadığı ve gaflet içinde kılınan bir namaz kul için sevap değil, kınama sebebi olmaktadır. (Maun Suresi, 4-5)

KALBİMİZDE KİM VAR?

Şu halde üzerinde durulması gereken en önemli iş kalbimizi uyandırmaktır. Bir ibadete niyet anında kalbin uyanık olup, bunu kim için yaptığını bilmesi gerekir. Bu kadar huşu her müminden istenir. Fakat arifler der ki, gafletle de olsa zikir çekmeye, namaz kılmaya devam etmelidir. Böyle bir zikir ve namaz hiç yapmamaktan iyidir. Çünkü o anda vücut, bir günahta değil, taklitle de olsa iyi bir amelle meşgul olmaktadır. Fakat, zikre ve namaza devam ederken, bu gaflet için istiğfar etmeli, o hale üzülmeli, razı olmamalıdır. Gafletin gitmesi için ALLAH’tan yardım, salihlerden de dua istemelidir.

İnsan, yaşadığı anda kalbinin ne halde olduğunu, neye ve kime yöneldiğini bilmelidir. Arifler, buna murakabe diyorlar. Murakabe kalbi devamlı kontrol altında tutmak, ALLAH ile huzuru ve edebi korumak şeklinde tarif edilmiştir. Şah-ı Nakşibend k.s., Vukuf-i Kalbî’yi bu iki manada almış ve onun üzerinde çok durmuştur.

Vukuf-i Kalbî kavramı ile anlatılanlar, her iş ve ibadette bizden istenmektedir. Efendimiz s.a.v.’in her mümine gösterdiği kulluk hedefi “ihsan” halidir. İhsan, kalbin ALLAH’ı görüyor gibi bir safiyet ve sadakata ulaşmasıdır.

Alimler, müminlerin gafletle müşahede arasında üç halde kulluk yaptıklarını belirtmişlerdir. En yüksek seviye kalbin günah ve gafletten temizlenip ALLAH’ı görür gibi bir safiyete ulaşmasıdır. Buna “müşahade makamı” denir. Bunun bir alt seviyesi, kulun ALLAH’ın her an kendisini gördüğünü yakinen bilmesi ve ona göre hareket etmesidir. Buna “murakabe makamı” denir. En alt seviye ise bu makamlara ulaşmadan dini taklit yoluyla yaşamaktır. Bu, iman edip İslâm dairesine girenlerin halidir. Ekseri müslümanlar bu hale razı olmuşlardır. Halbuki Yüce RABBİMiz o halde kalmamıza razı değildir.

DEĞERİMİZ KALBİMİZ KADAR

Her mümin, ALLAH katında ne kadar kıymetli olduğunu ve ALLAH tarafından ne derece sevildiğini bilmek ister. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, bunun cevabı için kalbinize bakın buyuruyor ve ekliyor: “Kul kalbinde Yüce Rabbi’ne ne kadar yöneliyor, değer veriyor, onu seviyor ve zikrediyorsa, bilsin ki ALLAH katında kıymeti o kadardır.” (Hakim, Müstedrek; Ebu Ya’la, Müsned; Beyhakî, Şuabu’l-İman)

Yüce ALLAH kalbimizi kendisi için yaratmıştır. Kalbe yüce zatını tanıma ve sevme kabiliyeti vermiştir. Onu Arş’ın ve Melekût Alemi’nin özellikleri ile donatmıştır. İlâhi huzur ve nazar yeri yapmıştır. Onun tamamen kendi sevgisine tahsis edilmesini ve razı olmadığı bütün sevgi, düşünce, hesap ve hedeflerden temizlenmesini emretmiştir. Kalbin bu sıfatına “takva” denir. Takva sahibi yani müttaki, Yüce ALLAH’ın dostudur. Ahirette ancak kalb-i selim fayda verecek, müttakilerin yüzü gülecek, dünya için elde edilen mal, mülk, evlat, makam ve itibarın hiçbir faydası olmayacaktır. (Şuara, 88-90)

Kalb-i selim, ALLAH’ın zikri ve sevgisi ile huzur bulmuş, manen sıhhatine kavuşmuş, fani olan sevgilerden arınıp ebedi sevgiliden razı olmuş kalptir. İşte bütünüyle dinimiz, insana bu terbiyeyi vermeyi hedeflemiştir. Bu terbiyenin sonucu, ALLAH’ın rıza, sevgi ve cennetine erip, cemalini seyretmektir. Bu, insan için en büyük saadettir.

O BÜYÜK SEVDANIN PEŞİNDE

Kalbe gönül de denir. Kalp, her yana yöneldiği ve devamlı hal değiştirdiği için bu ismi almıştır. O, Arş ile Arz arasında her şeye yönelebilir. Gönül, Yüce ALLAH’a aşık olduğu gibi; dünya, makam, şehvet, şöhret, benlik ve beylik derdi ile de sarhoş olabilir. Fakat gönül sadece mide, menfaat, şehvet ve şöhrete yöneldiği zaman, insanın diğer canlılardan farkı kalmaz. Hatta onlardan daha kötü durumlara düşer. Yüce Yaratıcı, kalbini kullanmayanların göz ve kulaklarının da bir işe yaramayacağını ve böyle bir insanın hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşeceğini haber vermiştir. (Araf, 179)

Kalbini keşfetmeyen ve ondaki ilâhi cevherleri kullanmayan insan, maddi olarak hangi tür keşifleri gerçekleştirirse gerçekleştirsin, asıl şerefe ulaşamaz, huzuru yakalayamaz.

Bir baş ağrımız kadar, kalbimizin de derdine düşmezsek, dünya ve ahirette mutlu olamayız. Nefsimizin elinde ve günahlarla karartılan kalbin manen sıhhat bulamayacağını ve selim hale gelemeyeceğini bilmemiz gerekir. Sonra ALLAH’tan yardım isteyip, kalbe doktor aramalıdır. Arayan bulur, bulan dertten kurtulur.

Önceleri, akıllı insanlar kalplerini manevi hastalıklarından kurtarmak için memleket memleket dolaşırlardı. Ehlini bulup kalplerini sıhhate kavuşturmadan rahat etmezlerdi. Onlar bu işi hayatın hedefi olarak görüyorlardı. Sadece kendilerinin değil; aile, evlat ve dostlarının kalbini de düşünüyorlardı.

KALPTEN ARŞA YOL BULANLAR

Hace Ubeydullah Ahrar k.s., mürşidi Alauddin Attar k.s. Hazretleri’nin kendisine şöyle buyurduğunu bildiriyor:

“Kalbine dikkat et! Her halde zikir ve huzur halini koru. Bir yolda giderken, falanca durak yerine kadar kalbime sahip çıkacağım, yakınlığımı kaybetmeyeceğim, gaflete düşmeyeceğim diye karar ver. Böyle davranırsan, hedefine ulaşır, muradına erersin.”

Büyük veli Cüneydi Bağdadi k.s., kalbindeki sevgiliye nasıl yöneldiğini şöyle anlatır:

“Murakabe konusunda, bir kedinin durumundan büyük ders aldım. Bir defasında fare kovalayan bir kedi gördüm. Fare bir deliğe kaçtı. Kedi deliğin önünde onu yakalamak üzere vaziyet aldı. Bütün varlığı ile pür dikkat deliğe yönelmişti. Öyle ki o anda bir kılı bile kıpırdamıyordu. Başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Ben de hayretle ona bakıyordum. Bu halde iken ALLAH tarafından içime şöyle bir nida geldi: ‘Ey himmeti düşük kulum. Sen beni aradığını söylüyorsun. Ben senin maksadın olarak bir fareden daha düşük değilim. Öyleyse sen de beni aramada ve rızamı istemede şu kediden daha az istekli ve gayretsiz olma!’ Bu uyarıdan sonra bana bir gayret geldi, ciddi olarak murakabeye başladım, kalbime yöneldim. Her yerde, her işte zikre sarılıp Yüce ALLAH’ın rızasını aradım.” (Ali b. Hüseyin el-Vaiz: Reşahat)

Yüce ALLAH, himmeti yüksek kullarının gönüllerindeki ilâhi aşkı bize şöyle tanıtır:

“Onlar öyle er kişilerdir ki, herhangi bir ticaret ve alış veriş kendilerini ALLAH’ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği ahiret gününden korkarlar.” (Nur, 37)

Demek ki kullar içinde kalbine bu derece sahip olup, Yüce ALLAH ile huzur ve zikir halini koruyan aşık insanlar mevcuttur. Bu mümkündür. Kur’an-ı Hakim’de bu ayet okunduğu sürece, insanlar içinde o sıfatı taşıyanlar bulunur. Onlar genç-ihtiyar, erkek-kadın, zengin-fakir, alim-cahil her sınıfta mevcuttur.

Şah-ı Nakşibend k.s., gençler içinde gördüğü böyle bir aşığı anlatır:

“Şerefli Mekke’de iki ayrı insan gördüm. Birisinin himmeti çok düşüktü. Diğerinin ise kalbi Arş’a ve ALLAH’a bağlanmıştı. Himmeti düşük adam Kâbe’nin örtüsüne yapışmış dua ediyordu. Bir ara adamın kalbine yöneldim. Gördüm ki adamın kalbi Kâbe’de değil, köyünde idi. ALLAHu Tealâ’dan ilâhi sevgi ve rızayı değil, dünyalık şeyler istiyordu. Buna çok hayret ettim ve üzüldüm. Bir ara Mina çarşısına uğradım. Orada tezgahı başında devamlı alış-veriş yapan bir genç gördüm. Gencin kalbine nazar ettim. Gördüm ki genç devamlı zikir halindeydi. Kalbi azamet sahibi ALLAH’tan gafil değildi. Onun bu yüksek himmet ve gayreti içimde büyük bir coşkuya sebep oldu.” (Reşahat)

KALBİN HAKİKİ SAHİBİYLE BULUŞMASI

Bu hal, ilâhi yardımdan sonra güzel bir terbiye ile mümkündür. İnanmalı, arzulamalı ve yoluna girmelidir. Yüce ALLAH’ın sevgi ve rahmeti kimseden esirgenmiş değildir. Yeter ki kulun gerçek tercihi Yüce ALLAH olsun. Ondan sonrası kolay.

Kalbe manevi ilaç veren arifler, “bizim işimiz çözüp bağlamaktır” derler. Onlar kalbi haram arzulardan ve dünyadan çözüp, Yüce ALLAH’a bağlarlar. Yani insanı ALLAH adamı yaparlar. Maksat mürşid değil, irşattır. İrşat, terbiye olmak ve Yüce ALLAH’ın rızasına ulaşmaktır.

Büyük veli Şahı Nakşibend k.s. irşadın seyrini ve sonucunu şöyle anlatır:

“Bizler, ALLAHu Tealâ’ya ulaşmada bir vasıtayız. Bizden kesilip asıl maksada, Cenab-ı Hakk’a bağlanmak gerekir. Gerçek mürşidlerin yolu budur. ALLAHu Tealâ’ya vasıl olan arifler, diğer insanlara bu işte rehberlik ederler. Onlar bu yolun çocuklarını önce hakikat beşiğine yatırıp sıkıca bağlarlar. Vuslata kadar onları terbiye sütü ile beslerler. Cenab-ı Hakk’a vuslat hasıl olunca bu takip ve terbiye işini keserler. Müritleri ALLAHu Tealâ’nın huzurunda kabul görüp, mahrem daireye girdikten sonra aradan çıkarlar. Artık bundan sonra müritler arada bir vasıta olmaksızın ALLAHu Tealâ’dan ilim ve feyz alacak hale gelmişlerdir. Buna güç yetirebilirler.

İşte bu hale ulaşmak bir mürşid ile mümkündür. Böyle bir hali elde eden kimse, sonsuz bir ömür bulsa ve bütün ömrünü bu nimete şükür için harcasa, yine de bu nimetin şükrünü yerine getirmiş olamaz. Hakk’a yakın olmak lazım; halka değil…” (Ahmed Sıddıkî, Şah-ı Nakşibend)

Şükredilecek bu nimetin ne kadar kıymetli olduğunu gösteren bir örnek de şöyle:

Hacegân yolunun büyüklerinden Mevlâna Hüsameddin Buharî k.s.’nin babası Hamidüddin Şaşî rh.a. vefat döşeğinde idi. Bu zat büyük alimlerdendi. Şah-ı Nakşibend’le aynı dönemde yaşamıştı. Ona büyük hürmeti, sevgi ve saygısı vardı. Fakat o kalp doktoruna teslim olup seyr u sulûk terbiyesi almamıştı. Kendi ilim ve tedbiri ile yetinmişti. Zahiren helal ve harama dikkat etmiş, farzları yapıp, haramlardan kaçınmış, fakat kalbine pek eğilmemişti. Oğlu Hüsameddin Buharî k.s. ise Emir Hamza k.s. Hazretleri’nin irşatta halifesi idi. Hamidüddin Şaşî vefat anında sıkıntı ve ızdıraba düştü. Oğlu ve dostları baş ucunda idiler. Bir ara oğlu:

- Baba ne haldesin? diye sordu. Babası:

- Benden şu anda kalb-i selim istiyorlar. O da bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum! dedi. Hüsameddin Buharî babasına:

- Sakin olun, kalbinizi bana bırakın. Selim kalbin ne olduğunu anlayacaksınız, dedi ve derin bir murakabeye daldı.

Bir saat kadar öyle kaldı. O anda Cenab-ı Hakk’a yönelip babasını bu ızdırap ve endişeden kurtaracak ilâhi rahmet ve sekinet istedi. Orada bulunan diğer müminler de dua ettiler. Gözlerini açtığında, babasının yüzüne bir nur ve huzur inmişti. Kalbi dünyadan ayrılık, yalnızlık ve ölüm endişesinden kurtulmuş, ALLAH ile huzur bulmuştu. İnen rahmet ve sekinet ile mutmain olmuştu. Bu arada gözlerini açtı, bulduğu huzurun sevincini ve kaçırdığı fırsatın hasretini şöyle dile getirdi:

-Oğlum! ALLAH sana bol mükafat versin. Meğer bize lazım olan iş, bütün ömrümüzü bu kalbi elde etme yolunda harcamak imiş. Fakat ne yazık ki ömrümü başka türlü zayi ettim, dedi.

Ne mutlu bu babaya ki, salih evladının dua ve gözyaşı bereketi ile Yüce ALLAH’ın rahmetine kavuştu, huzur içinde dünyadan göçtü. (Reşahat)

Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in sık sık yaptığı gibi, biz de dua edelim, O’nun duasına amin diyelim:

“Ey kalpleri istediği tarafa çeviren ALLAHım! Kalbimi dininde sabit tut. Senden sevgini isterim. Bana, sevdiklerini ve sevgine götürecek amelleri sevdir…”

Dilaver Selvi