PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : NBA VE BİZ CAN DÜNDAR


nehir
11-29-2007, 11:26
Dünya basketbolunun tapınağı sayılan NBA’den bir takım ilk kez maça geldi Türkiye’ye…
Minnesota-Efes Pilsen maçını hayranlıkla izledik. Baş döndürücü bir tempo, soluk kesen bir gösteri…
“Gösteri” diyorum, çünkü işin şov yanı, maçın önüne geçti çoğu zaman… O kadar ki, kendimizi basket maçında değil, panayır meydanında hissettiğimiz anlar oldu.
Ve Amerikan patentli NBA ortamının, bizim renkli siyasal arenamıza ne kadar benzediğini fark ettik.

Bir zamanlar “zenci” diye aşağılananlar, şimdi sahanın kralı olmuş; beyazlarsa neredeyse hiç yok ortalıkta…
Rakipler, sahada birbirleriyle gayet iyiler; taraftarları ise tribünde atışıyor. Kimi “milli” olan takımı destekliyor, kimi, Amerikan takımını… Bu ikinciler, “Yerel olması değil, küresel oynaması önemli” diye savunuyor tavrını… “Milli”ciler, rakibi tutanları “satılmışlar” diye yuhalıyor.
Takımların maskotları “mavi aslan” ile “boz-kurt”, kenarda taraftar topluyor. Seyirci, mısır yiyerek “Yuh”lar ve alkışlarla takımlara destek ya da köstek oluyor. Bir yandan da tribüne fırlatılan beleş havlulardan (kömür kamyonlarının moderni!) kapabilmek için birbirini eziyor. Bedava ürün kapan, takım değiştiriyor.
Tam bir takım oyunu olsa da “gösteriş peşinde koşanlar”la, “takımı omuzlayanlar” hemen fark ediliyor. Tribüne oynayanlar, “asist”anlar, tek işi “bloklama” olanlar, çabuk yorulanlar ayrışıyor birbirinden…
Bütün kargaşasına ve zaman zaman çok sertleşmesine rağmen “kurallar” işletilirse oyun çığırından çıkmıyor.
Hakem, bir yüce mahkeme gibi “hatalı yürüyenler”i, haddinden fazla sertleşenleri cezalandırıyor hemen… Onlar ellerini kaldırıp suçlarını kabulleniyorlar. Bireysel hatayı tüm takım öderken, ceza, rakibe puan kazandırıyor.
* * *
Bu arada, yine tıpkı bizim demokraside olduğu gibi asıl iş, saha dışında cereyan ediyor.
Sahanın güvenliğini Amerikalılar üstleniyor.
Uzakta birileri sahadakiler üzerine bahis oynuyor.
Kimileri kenarda durmuş yorum yapıyor.
En iyi koltuklarda hak etmeyenler oturuyor.
Bazısı, oyundan çok molalarda dans eden ponpon kızları izliyor.
Skor tabelasıyla değil, ekmek parasıyla ilgilenen tükrük köftecinin dumanı, pota altına kadar yayılıyor.
Oyuncuların yeteneğinden çok özel hayatları didikleniyor. Kimin, kaç paraya, karşı takıma “satıldığı” tartışılıyor.
2 metrelik oyuncular saha kenarındaki seyirciler için tehdit oluştururken korumalar, maç boyunca seyirciye dönük oturarak, sahadakileri seyirciden koruyor.
* * *
Asıl sorun ise, -yine bizim demokraside olduğu gibi- “mola”lar…
Tam ısındı derken bir düdükle duruyor maç… Ve bu, o kadar sık oluyor ki, insan oyundan soğuyor.
Üstelik ikide bir “mola” isteyenler, oyunun içindekiler de değil; kenardan hükmedenler… Gidişatı beğenmezlerse oyunu durdurup oyuncuları saha kenarına çekiyor, fırçalıyorlar. İstemediklerini, istedikleriyle değiştiriyorlar.
Bu mola esnasında, bizdeki geçiş dönemlerinin boyalı basınına benzer renklilikte bir hengâme başlıyor orta yerde…
Usta animatörler, maharetli akrobatlar, ödüllü yarışmalar, alımlı dansçılar oyalıyor seyirciyi; oyunun yokluğunu unutturmak istercesine…
Bizim ara rejim hükümetleri gibi, daha önce hiç sahaya çıkmamış birileri, oyuncuların yokluğundan istifade sahne alıp atış yapmaya çalışıyor; beceremiyor, ıslıklanıyor.
Bu arada birileri saha ortasında yeni ürün pazarlıyor.
Özetle ter kokusunun, kâr kokusuna bulandığı bu yarış, pazarlama, gösteri karışımından, demokrasiye benzer bir bulamaç çıkıyor.
Onun kadar kaotik, onun kadar eğlenceli, onun kadar vazgeçilmez bir bulamaç