PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : "Cenazemi Türkiye'ye Götürürseniz Hakkımı Helal Etmem!"


ALONE53
07-08-2008, 12:03
İslam öncesi eski Türklerin bir inanışı vardı. Ölen kişi mutlaka memleketine hatta mümkün ise köyüne gömülmeli idi. Yoksa ruhunun rahat etmediğine inanılırdı.

Ancak gerek savaşlar gerekse başka sebeplerden olsun yurdunun dışında vefat eden Türklerin cenazelerinin memleketlerine döndürülmesi ciddi bir problem oluşturuyordu. Sıcaklar ve at üzerinde uzun süren yolculuklarda cenazenin kokması söz konusuydu.

Bu sebeple zaman içerisinde pratik bir yöntem geliştirildi. Cenaze belli bir süre bekletilip eti kemiğinden ayrıldıktan sonra eti öldüğü yere gömülür, kemikleri ise memleketine getirilirdi. Böylelikle ölen kişinin 'ruhu rahat etmiş' olurdu.

Cengiz Aytmatov'un cenaze törenine katılmak için Kırgızistan'a gitmiştim. Kırgız gazetelerinde cenaze ile ilgili bir cümle çok dikkatimi çekti. O cümle şuydu; "Cengiz Aytmatov'un kemikleri Almanya'dan Kırgızistan'a getirildi". Aslında getirilen kemikleri değil tabii ki, cenazesiydi. Ancak binlerce yıllık kültür bu gün Kırgızcada 'kemikleri getirildi' şeklinde karşımıza çıkıyor. Çok ilginç değil mi?

2008 yılında Kırgız hükümeti bir karar almış, yurt dışında ölen Kırgızların cenazelerini Kırgızistan'a getirme masraflarını devlet karşılayacak diye. Pek çok Kırgız dünyanın çeşitli yerlerine para kazanmak için gidiyor. Ailesi kendi imkânları ile cenazesini getirmesi mümkün olmuyor. Hükümetin aldığı bu karar Kırgızistan'da memnuniyetle karışılanmış.

Gezmeye yaban yahşi, ölmeye vatan yahşi

Türkiye'de de Kırgızistan'da ki ilgili kanun maddesi dışında durum aynı. Cenazelerimizi illa ülkemize getiririz. Adam Medine'de de ölse Türkiye'ye getirip köyüne gömmek isteriz. Azericeden dilimize girmiş meşhur bir değiş vardır; 'gezmeye yaban yahşi, ölmeye vatan yahşi' diye.

İslam gibi Türklerin hayatını büyük oranda değiştiren bir dine de girilse, Anadolu gibi başka bir coğrafyaya göç dahi edilse, bu gün de ölmüşlerimizin cenazesi illa memleketine hatta mümkün ise köyüne getirilir ve defnedilir. Kabrin gözümüzün önünde olmasını isteriz.

Nazım Hikmet Rusya'da değil de vatanında, Anadolu'da bir köyde çınar altında gömülmek istemişti. Ama kendisine nasip olmadı. Her sene kabrinin taşınması sevenleri tarafından gündeme getirilse de kabri hala Moskova'da.

Kültürel kodlar böyle bir şey işte. Binlerce sene de geçse davranış şekilleri kolay kolay değişmiyor. Sağcı da olsanız, solcu da olsanız fark etmiyor.

Vatan bizler için sadece yaşamak için değil aynı zamanda gömülmek için de anlam taşıyor.

Aytmatov Almanya'da hastanede yatarken öleceğini anlayınca oğluna 'beni vatanıma götürün oraya gömün' derken vatan sevgisi ile birlikte binlerce yıllık kültürel kodları da ona bunu söyletiyordu.

Dünyanın değişik yerlerinde Türk iş adamlarının açmış oldukları okulları görme imkânı buluyorum. Binlerce kilometre uzaklarda sınır tanımayan bu eğitim gönüllülerini görmek beni her seferinde heyecanlandırıyor.

Fakat gördüğüm başka bir şey daha var ki heyecanlanmanın ötesinde yapılan fedakârlık karşısında beynim donuyor.

Eğitimcisinden esnafına, ondan işadamına kadar hizmet erleri bulundukları ülkelerde artık genişçe bir mezarlık satın almaya başlamışlar.

Aileleri ile birlikte dönmemek üzere giden bu kahramanlar vasiyetleri gereği vefat edip oralara gömülmeye başlayınca büyükçe bir mezarlık satın alma ihtiyacı doğmuş.

Aytmatov'un cenazesi vesilesi ile gittiğim Bişkek'te işte böyle bir mezarlığa gitme şerefine nail oldum.

Bu cennet bahçesinde beş kişi metfundu. Bolulu işadamı Vedat Konuk, okul müdürü Metin Paksoylu'nun babası Çetin Paksoylu, İşadamı Aslan Arslan'ın annesi Ayşe Arslan ve işadamı Osman Şahinkaya ve öğretmen Tufan Şirin'in bebekleri yan yana yatıyorlardı.

Sünnet olduğu üzere kabir ziyaretlerinde selam verilir. İçimden 'selam size kahramanlar' dedim. Ve aleyküm selam dediklerini çok iyi biliyorum. Bişkek'teki eğitim gönüllüleri her bayram eşleri ve çocukları ile birlikte bayram namazından sonra ilk işleri bu mezarlığı ziyaret oluyormuş.



Moğolistan'da vefat eden, vasiyeti üzere orada defnedilen Adem Tatlı çok iyi arkadaşımdı. Hayatı ile hizmet insanı nasıl olur bizlere gösterdiği gibi vefatı ile de gösterdi.

Bir gün ölüm üzerine konuşulurken, birden heyecanla eşi Aysel hanımın ellerine sarılmış, 'eğer burada ölecek olursam, sakın ha beni götürmeye kalkmayın, sadece dirimle değil ölümle de buraya ait olmak için geldim. Bizde bu inanç için çıkılan yolda bir daha geri dönmek olmaz' demiş, heyecanı, sesindeki titreme ile Aysel hanım'ı hayretler içinde bırakmıştı.

Bu konuşmanın üzerinden çok geçmeden Darhan şehrindeki okulun eksiklerini tespit etmek için çıktıkları yolda trafik kazası geçirmiş, hizmet için çıktığı yolda koşmuş, koşmuş ve nihayet Allah'a yürümüştü.

Tarihe kayıt düşülecek telefon konuşması; 'İstanbul'da Eyüp Sultan ne ise Moğolistan'da Adem bey odur.'

İçim yanıyor hocam demişti Aysel hanım telefon görüşmesinde Hocaefendiye. Tarihe kayıt düşülecek telefon görüşmesi şöyle devam etmişti;

-Hepimizin içi yanıyor evladım, senin hayat arkadaşın bizim canımızdı.

-Hocam! Adem, beni Türkiye'ye götürürsen hakkımı helal etmem demişti. Ne tavsiye edersiniz?

-Ben arkadaşlara gerekeni söyledim. Adem bey bizim bayrağımızdır. Orada kalacak, bizim ve gelecek nesillerin iftihar kaynağı olacak. Orada kabriyle hizmete devam edecek. İstanbul'da Eyüp Sultan ne ise Moğolistan'da Adem bey odur.

Moğollar Budist olduğu için mezarlıkları yoktu. Zengin Moğollar ölülerini yakıyorlar, fakirler de dağa taşa bırakarak kurda kuşa yem ediyorlardı.

Bir süre defin yeri aranır. Nihayet Ulanbatur'a otuz kilometre mesafede, Tonyukuk abidelerine on beş kilometre kala Kazak Türklerinin çoğunlukta olduğu Nalayh köyünün mezarlığının yamacına defnedilmesine karar verilir. Mekân seçilirken buralarda ebediyen kalmak isteyen başka hizmet gönüllüleri de olabileceği düşüncesiyle genişçe bir yer alınır.

O şimdi bir mühür gibi Moğolistan'ın uçsuz bucaksız bozkırlarında.

Bozkırlarda esen rüzgârlarla saçları dalgalanırken yetiştirdiği talebelerine bakıyor öbür âlemden. Benim sevgili arkadaşım mekânın cennet olsun.



Bir kahraman da Tanzanya'nın başkenti Darüsselam şehrinde bulunan Türk kolejinin büyük bahçesinde yatıyor. Bu kahramanın adı Erkan Çağıl. Bu eğitim sevdalısı işadamı okullara destek vermek için ailesi ile birlikte hicret etmiş Afrika'ya. Okul arsası bakmak için gittikleri yerden dönerken trafik kazası geçirmiş, hastaneye kaldırılmış ve orada vefat etmiş. Vasiyeti üzere okulun bahçesinde bir köşeye defnedilmiş.

Türkçe olimpiyatları için İstanbul'a gelmiş Tanzanya'lı öğrenciye sordum Erkan Çağıl'ı tanıyor musun diye. Tanımaz mıyım, o bizim ağabeyimizdi dedi. Bana onu anlatır mısın dediğimde duygulu ve güzel Türkçesi ile şunları söyledi;

"Vasiyetinde üç isteği vardı;

Biri kendisi ile alakalıydı. Ölünce okulun bahçesine gömülmeyi istemiş, Cenazemi Türkiye'ye götürürseniz hakkımı helal etmem demişti.

Öteki talebi abisi hakkında idi. Abisinin okullara sahip çıkmaya devam etmesini istiyordu.

Sonuncusu ise hanımı ve çocukları hakkındaydı. Dilerlerse Türkiye'ye dönebilirler ama Tanzanya'da kalırlarsa memnun olurum demişti."

Vasiyetindeki üç arzusu da yerine getirildi. O kahraman şimdi Tanzanya'daki okulun bahçesinde, abisi eğitim hizmetleri için koşturmaya devam ediyor. Vefalı eşi de çocukları ile birlikte Tanzanya'da yaşıyor.

Bu nasıl bir hizmet aşkıdır ki binlerce yıllık kültürel kodlarına başkaldırarak, o çok sevdikleri vatan topraklarından uzaklarda gömülmeyi arzu ediyorlar?

Tek kelime ile bu bir destandır.

Maalesef yaşanan bu destan henüz kalem erbabı tarafından hakkıyla yazıya dökülmedi. Benim yaptığım sadece buğulu penceremden fotoğrafın küçük bir parçasını göstermek.

Bir gün kalem erbabı bu destanı yazmayı kalktığında kalemin ve kelimelerin yaşanılanlar karşısında nasıl ezildiğini, hakikati anlatmada nasıl yetersiz kaldığını hep birlikte göreceğiz.

Belki o zaman da Orhan Veli'den mülhem

'Bilmezdim yaşananların bu kadar güzel
Kelimelerin ise bu kadar kifayetsiz olduğunu
bu kahramanları görmeden önce'
diyeceğiz."
Erkam Tufan Aytav

kAcAhK
07-08-2008, 12:07
değişik bir inanış teşekkürler alone...