PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Mayıs Günleri-Savaş Manço


Kalpsiz_
11-27-2007, 02:28
Mayıs Günleri Birbirlerine Benzemez
Savaş Manço

Sevgili Dostlarım;

ABD işçi sendikaları 1884’teki yıllık kongrelerinde, iş gününün 8 saate sınırlı olmasını kararlaştırıp bunu patronlara kabul ettirtmek için kendilerine 2 yıl tanıdılar. Amerika’da o zamanlar bir çok işveren için “malî yıl” 1 Mayıs günü başladığından, sendikalar da eyleme başlamak için 1 Mayıs’ı seçtiler. 2 yıllık baskı sonunda da, 1 Mayıs 1886 günü, 200000 kadar işçi 8 saatlik mesaiye hak kazandı. Patronları bu isteğe uymayan diğer fabrika işçileri de genel greve gitmeye karar verip 2 gün gibi kısa bir sürede 350000 kadar işçi Amerika çapında eyleme gitti. 3 Mayıs günü Chicago’daki McCormick Harvester fabrikasının gösteri yapan 3 işçisi öldürüldü. 4 Mayıs günü yapılan protesto yürüyüşünün ardından gece, Haymarket meydanında 200 kadar işçi, bir o kadar polisle karşı karşıya geldi. Tam o sırada polislerin önünde patlayan bir bomba 15 polisin ölümüne neden oldu. Bugüne kadar o bombayı kimin ve ne amaçla patlattığı öğrenilemediği halde anarşist diye tanımlanan 3 sendikacı yaşam boyu hapis cezasına çarptırılırken, 5 arkadaşları da, elde hiç bir delil olmamasına karşın, 11 Kasım 1886 günü asılarak idam edildiler. Onlardan birinin, Augustin Spies’in, Chicago’nun Waldheim mezarlığındaki taşı üstünde son sözleri ölümsüzleşti: gün gelecek sessizliğimiz bugün boğduğunuz seslerimizden çok daha güçlü olacak!... Bu mezartaşı yazısı bana 6 Mayıs 1972’de yaşamlarını yitiren Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’dan kalan şu sözleri çağrıştırdı: “İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir.”

3 yıl sonra, 1889’da, Fransız devriminin 100’üncü yıldönümüne rastlatılan “Dünya fuarı” (hani şu meşhur bir deli-dahi olan Bay Eyfel’in yaptığı kulenin açıldığı fuar) nedeniyle Paris’te toplanan ikinci Enternasyonal Sosyalist Kongresi de 1 Mayıs’ı mesainin 48 saate yani “günde 8 saat – haftada 6 gün” sınırlarına indirgenmesi için “dünya çapında eylem günü” olarak belirledi. 1 Mayıs 1891 günü Kuzey Fransa’nın maden ve ağır sanayi bölgelerinden birinde yapılan bir gösteride polis kalabalığın üstüne ateş açtı ve 10 kadar işçi öldü. Bu yeni acıklı olay, 1 Mayıs’ı Avrupa işçilerinin hak arayış davalarının bayrağı haline getirdi. Aynı yıl Brüksel’de toplanan Enternasyonal Sosyalist Kongresi 1 Mayıs gününün uluslararası işçi hakları mücadelesindeki yerinin altını bir kere daha çizdi. Fransız senatosu 23 Nisan 1919 günü (tesadüfe bakınız ama...) mesaiyi “günde 8 – haftada 48” saate sınırlayan kanunu kabul etti ve 1 Mayıs’ı tatil günü kıldı. Ertesi yıl yani 1920’de, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği 1 Mayıs’ı resmî bayram ilan etti: İşçi bayramı. Giderek, sosyalist sendikaların baskılarıyla, bu bayram diğer ülkelere taştı. Bir zamanlar bizde de 1 Mayıs, “Bahar ve işçi bayramı” olarak kutlanırdı.

Aslına bakarsanız Kuzey yarımkürede insan ırkı varolduğundan beri 1 Mayıs, ilkbahar çiçeklerinin öncüsü mügelerin açmasıyla özdeşleşir ve kişiler sevdiklerine bir sap müge sunarlar. Bu nedenle de 1 Mayıs’ın ilk önemi “Çiçeklerin habercisi” olmasıdır. Gördüğünüz gibi 1 Mayıs herşeyden önce bir “Bahar ve Çiçek” bayramıdır. 1 Mayıs’ın “İşçi bayramı” olarak kutlanması alışkanlığı, genelde sanıldığı gibi komünist çıkışlı değildir: eşlerinin ve çocuklarının gıdalarını temin edebilmek için canlarını veren ABD’li işçilerin ailelerine biraz daha vakit ayırabilme uğruna verdikleri savaşımın anısını simgeler ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çıkışlı olmayıp Kuzey Amerika’dan gelmedir.

1 Mayıs’ın dışında çok önemli başka Mayıs günleri de var. Örneğin Mayıs’ın ikinci Pazar günü kutladığımız “Anneler günü”. Sırası gelmişken tüm annelerin, tüm o kutsal kadınların yanacıklarına birer öpücük kondurayım. Bir başka Mayıs günü de İngilizce yazılışı “May Day”, okunuşu “meydey”, anlamı “Mayıs günü” olan denizcilik terimi. Bu terim Fransızca yazılışı “m’aidez!”, bir ingilizin fransızca okuyuşla “meydey!”, gerçek anlamı ise “bana yardım ediniz!” olan cümlecikten çıkmadır ve tüm dünya denizcileri tarafından bilinir. Deniz ortasında güçlükte kalan gemiler tarafından yakınlardaki başka gemilere yollanan bir yardım isteği, bir SOS mesajıdır “May Day”. Tanrı denizdekilerin yardımcısı olsun: Amin! Ya Paris’te başlayıp tüm dünyayı saran meşhur 1968 Mayıs günleri? Gelecek korkusu içinde yetiştirilen gençlerin sonuçta üstlerindeki baskılara başkaldırmasıdır 68 Mayıs olayı. Deniz Gezmiş ve arkadaşları da 68 Mayıs’ı çocuklarıdır...

8 Mayıs 1945 günü Setif, Guelma ve Kerrata şehirlerinde özgürlük isteyen 50.000 Cezayir vatandaşını bir seferde kıran Fransa’nın millî meclisi, 16 Mayıs 2006 günü “Ermeni soykırımı olmamıştır!” diyene 5 yıl hapis ve 45.000 Avro para cezası getirecek bir kanunu görüşüyor.. Eloğlunun ağzı torba değil ki büzesin: konuşur da; görüşür de... Bilirsiniz uluslar kendilerine göre Kuzey tarafında oturanlar için şakacıktan öyküler anlatırlar. Bizde bunları Temel canlandırırken örneğin Kırgızistan’da Kazak, Fransa’da Belçika tiplemesi yapılır. Kırgızistan’da anlatmışlardı: bir kırgızın bir kazak komşusu varmış. Göçmenlik eziklikleri içinde yaşayan bu kişi birgün, yaranabilmek için, kırgız komşusuna bir tepsi börek getirmiş. Komşu Güney’li ya, şüpheci bir edayla sormuş: “bunun içinde ne var?” Yanıt: “et”. “Eti nereden çaldın?” Yanıt: “niye çalayım? Parasını verip kasaptan aldım!”. “Eti çalmadınsa niye üstünü örtüyorsun?”... Fransızların benzer alaycı şakalarından bezen Belçika’lılar da yavaş yavaş (eh artık onlar da akıllanıyor sayılır) Fransız tiplemeleri yapmaya başladılar. Bunlar içinde en çok sevdiğimi sizlerle paylaşmak istedim: “bir fransızla çok para kazanmak isterseniz onu gerçek değerinden alıp kendine verdiği değerden satın!”...

19 Mayıs 1881’de doğan Ata’mız 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastı. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidar oldu. Rahmetli İsmet İnönü’nün başına Uşak’ta taş atıldığı o uğursuz 4 Mayıs 1959 günü bizler sevgili babacığımızı kaybedip öksüz kaldık. 27 Mayıs 1960 günü bir askerî darbe Demokrat Parti iktidarını noktaladı. Dedim ya: Mayıs günleri birbirlerine benzemezler...

Sevgili Dostlarım ayrıca ve izninizle, geçen Nisan ayı içinde yaşadığım 2 çok stresli günü paylaşmak istiyorum sizlerle. Bunlardan birincisi 12 Nisan 2006 idi. O gün Türkiye saati ile 12.30’da yaşantımda ilk kez 65 yaşımı bitirdim. İkincisi ise 30 Nisan 2006 günü idi. O gün Belçika saati ile tam 24.00’te emekli olup “işe yaramazlar” ordusuna katıldım. Bu nedenlerle geride kalan 2006 Nisan ayı boyu yaşantım, kerelerce sinema şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Arkamda kalan bir çok olayın yanında, öz yaşantımda çok önemli yeri olan bir Mülkiye anımı herkesle paylaşmanın zamanı geldi sanıyorum.



1961 Ekim başı idi kayıtlar. İşlemler giriş salonuna konmuş bir kaç masada yapılıyordu. Sanıyorum eski öğrenciler kayıt işlemlerinin yapılmasında okul idaresine yardımcı oluyorlardı. Sıram geldiğinde karşımdaki kişi soyadımın anlamını sordu. Babamdan kalan mirasımı aktarıp geçen ay okuduğunuz soyöykümü anlatmak istediğimde "Cumhuriyet Türkiye'sinde soyluluk taslamak suçtur. Hele hele bu okulda bunlar sökmez: kendine gel!" diye azarlanınca "acep ben nereye geldim?" diye kendi kendime sordum. O an kafamdan aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki. Okulla ilk tanıştığımdaki bu, affedersiniz, "eşek yerine konma" olayı, Büyükbabam Apti Beyin ve babaannem Gülpembe hanımın ağabeyi, en büyük dayım Vali Macit Paşa'nın benden önce mezun oldugu bu okula, hele hele 6500 kişi içinde ikincilikle girmenin verdiği onura ters düşmüş ve kutlanmayı bekleyen beni birden soğutmuştu Mekteb-î Mülkiye'den. Sanki ben, Galatasaray lisesinde 12 yıl okuyup iki de yabancı dil öğrenip mezun olduktan sonra, Türkiye Cumhuriyetinin gerçeklerini bilmiyordum. Benden bir tür "aslımı inkâr etmem" isteniyordu sanki.... Aklıma o an Atatürk'ün Ingiliz gazeteci Arnold Joseph Tonybee'ye dediği söz geldi ama korktum: karşımdakine söyleyemedim. 27 Mayıs 1960 ihtilali (yine Mayıs!) ve Eylül 1961 idamları dimağımda pek taze idiler henüz: TANRI HERKESİN KAFASI KADAR BÜYÜKTÜR!...

Inanıyorum ki eğer 1961 Şubat'ında Mülkiyeyi terketmeseydim o günkü sınıf arkadaşlarımla yıllarca çok güzel şeyler yaşayacaktım: buna hayıflanıyorum. Ayrıca bugün önemli bir memuriyetten emekli olmuş ve torunlarımla oynuyor olacaktım oysa şimdi, Tanrı’ya bin şükür, biri 10, diğeri 5 yaşlarında 2 kızımla kendimi "askerden yeni geldim, şimdi iş arıyorum, sonra evleneceğim" gibilerden hissediyorum... Ama kimseyi kıskandığım sanılmasın. Geçen Cumhuriyet bayramında, Paris'te, hem Galatasaray'dan hem de Siyasal'dan sınıf arkadaşım sevgili Uluç Özülker'i (benim için Türkiye'nin son Paris Büyükelçisi. Bundan sonra oralara bizden azgençler gelecek değil ya!) yurda uğurlarken kendisine söylediğim gibi ben de "normal" bir yaşantı sürmüş olmayı çok isterdim: rahmetli Barış’ın modelindeki gibi “bir eş, iki çocuk, torunlar ve 40 yıl bir yerde hizmet”. Yaşantıma anormal demiyorum: haşa, Tanrı'nın gücüne gitmesin. Sadece alışılagelmişin dışında geçti gibime geliyor bu 126 kadınla paylaşılan 65 yıl. Sonuçta bir türlü emekli olamayacağım ben bu gidişle. Benim 2006 Mayıs günlerim de böyle başladı işte.! Haydi hayırlısı... Çok önemli bir konu da şu: Siyasal Bilgiler Fakültesinden ayrılmamın baş nedeninin 1962 Şubat sınavında, rahmetli Fahir Armaoğlu'nun dersi olan Siyasi Tarih'ten 0 (sıfır) almamdır ama zaten okulu baştan beri sermiştim... Gelecek dünyaya gelişimde Mülkiye'yi muhakkak bitireceğim: hepinize söz veriyorum!...