PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : İstiklal Marşımızın Anlam ve Önemi (CEVABEN)


MetinCeylan
05-14-2008, 18:13
İstiklâl Marşımız, büyük Türk milletinin, niteliksiz, basiretsiz ve teslimiyetçi yöneticilerin elinde yok olmaya doğru yol aldığı bir dönemin yaşanmış bir kahramanlık ve kurtuluş destanıdır.
İstiklâl Marşımız, vatanın ve milletin bekası ve mutluluğu için ölümü göze almış milli kahramanların insanüstü bir mücadele ile Türk milletini ayağa kaldırma stratejisinin zafer tacıdır.
İstiklâl Marşımız, yalnızca günün manevi ikliminden etkilenmiş bir sanatçının hissiyatı değil, tarihin derinliklerinden gelen ve sonsuz bir geleceğe uzanan büyük Türk milletinin bağımsızlık ve hürriyet beyannamesidir.
İstiklâl Marşımız, milletimizin cephelerde kahramanca savaştığı bir dönemde, zaferle sonuçlanacak milli yükselişin sembolü olmakla kalmamış, beraberinde onu anlayabilmiş vicdanlarda Türk milletinin geleceğine de ışık tutmuştur.
Unutmayalım ki, İstiklâl Marşımız henüz istiklâl ile sonuçlanmamış bir savaşın sürdüğü bir dönemde yazılmış, hem kurtuluşun rehberi, hem de müjdecisi olmuştur.
Bu destanın her satırı, kanla ve inançla, sabır ve dirençle damla damla kaleme alınmış gerçek ve örnek bir doğruluş ve dirilişin, bağımsızlık aşkının ve hürriyet mücadelesinin tezahürüdür.
Bugün de başka yönleri ile büyük bir tehdit olarak ortaya çıkan emperyalizme karşı, bundan seksen beş yıl önce yaşadığı milli buhran neticesinde şaşkın, umutsuz, yılgın bir ruh haliyle, çaresizlik içinde kıvranan ve bir kurtarıcı arayan milletimizin muhtaç olduğu mesaj İstiklal Marşımızın derin anlamında saklıdır.
Üzülerek belirtmeliyiz ki bugün “Ezelden beri hür yaşamış” milletimize zincir vurmaya çabalayan çevrelere teslim olan zihniyet, bu muhteşem manzumenin derin anlamından habersiz onu bir müze eseri haline getirmeye çabalamaktadır.
“Korkma” diye başlayan dizeler bugün de en çok ihtiyaç duyduğumuz manevi heyecanın önemini vurgulamaktadır.
Milli varlığımıza tehditlerin giderek arttığı, korkakların, teslimiyetçilerin, gafillerin kol gezdiği günümüzde milli şairimizin bu haykırışını büyük Türk Milletine yürekten tekrarlamak bir milli görevdir: “Korkma”
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” mısrasıyla Türk’ün istiklal sembolü olan “al sancağın” bu şafaklarda dalgalanmaya devam edeceğinden zerre kuşku duyulmaması gerektiğini haykırıyordu Akif. Bu semalardan al sancağın eksik olmayacağına olan derin inancını en kötü zamanda bile kaybetmeyen Türk milletinin duygularını bu mısradan daha güzel ne ifade edebilirdi ki!
Bu millet, hiçbir zaman bağımlı kalamaz. Hiçbir ülkenin mandası olamaz. İstiklali için yaşar ve yine istiklali için ölür. Bir devlet yıkılır ama gün geçmeden yenisi kurulur! Akif de bu gerçeği İstiklal Marşı’nda kayıt altına şöyle alıyordu:
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Ve bugün siyasi iradenin “tek çıkış yolu” olarak gördüğü, “medeniyet” diye peşinden sürüklendiği ve kul köle olmak için kılıktan kılığa girdiği Batı dünyası… Akif’in dizeleri Batı’nın gerçek yüzünü net bir şekilde ortaya koyuyor:
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
“Tek dişi kalmış canavar” ulumaya devam eder ama Türk’ün imanını ve kudretini asla boğamaz. Bugün Türkiye’yi o canavarın kucağına atmak isteyenler, 85 yıl önce yazılmış bu mısraların derin anlamını hala kavrayamamışlar anlaşılan. Batı’nın köpek gibi ulumasını, “yücesin” diye yorumlayıp, gerçekleri gizleyeceklerini sananlar, istiklal ruhundan bir ömür boyu yoksun kalmaya mahkumdurlar.
Yazımızı yine Akif’in 86 yıl önce (6 Şubat 1920’de) Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde yaptığı şu tarihi uyarıyla noktalayalım:
“Cemaat içinde herkesin uhdesine düşen bir vazife–i vataniye, bir farizâ–i diniye vardır ki onu ifa hususunda zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu hususta hiçbir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harîm–i namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu nâmerd taarruza karşı koymak, kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar... Her fert için farz–ı ayın olduğu, bir lahza hatırdan çıkarılmamalıdır.”
İstiklal Marşımız, yurdumuzun düşman işgaline uğradığı felaket günlerinde hazırlandı. Saldırgan düşmana karşı Anadolu’da tutuşan heyecanı koruyacak; vatan sevgisini ve inancı canlı tutacak bir marşın hazırlanması düşüncesi, Genel Kurmay Başkanı İsmet (İnönü) Paşa dan geldi. İsmet İnönü böyle bir marşın Fransız ordusunda mevcut olduğunu ve bizim ordumuz için de faydalı olacağını Milli Eğitim Bakanlığına iletti. Milli Eğitim Bakanlığı da bu düşünceyi benimseyip bir yarışma düzenledi. Beğenilen güfte için 500 lira ödül verilecekti. Yarışma için 734 şiir gönderildi. Bir kurulca bunlar titizlikle incelenip 6 tanesi ayrıldı. Ama hiçbiri beğenilmedi; marş olacak değerde bulunmadı. O zaman Burdur Milletvekili olan Mehmet Akif’in para ödülünden rahatsızlık duyduğu için yarışmaya katılmadığı öğrenildi. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi şairin Meclis’teki sıra arkadaşı Balıkesir Milletvekili Hasan Basri Bey’in yardımını istedi.

Hasan Basri Bey bundan sonrasını şöyle anlatıyor:

‘‘Akif Bey’in yanımda olduğu bir zaman,elime bir kağıt parçası alarak,onun dikkatini çekecek bir tarzda yazmaya başladım.

- Ne yazıyorsun?

- Marş…İstiklal Marşı yazıyorum.

- Yahu sen ne adamsın? Seçilecek şiire para ödülü verileceğini bilmiyor musun? içinde para olan bir işe nasıl katılıyorsun?

- Yarışma kaldırıldı? Seçilecek şiire ne para verilecek, ne de her hangi bir ödül. Milli Eğitim Bakanı bana güvence verdi.

- Ya, o halde yazalım.

İşte böylece yazılmaya başlanan ve 48 saatte bitirilen İstiklal Marşı, imzasız olarak Milli Eğitim Bakanlığının seçici kuruluna sunuldu. Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, daha önce seçilen 6 şiirle birlikte yeni şiiri Ordu Komutanlarına gönderdi. Onlardan, şiirlerin askerlere okunmasını, beğenilenleri sıralamalarını istedi. Komutanlar, kısa sürede sonucu bildirdiler: Hepsi de Mehmet Akif’in şiirini birinci sıraya almıştı. Bundan sonraki iş, İstiklal Marşı’nın T.B.M.M’ne getirip kabul ettirmekti. Marş, ilkin Meclis’in 1 Mart 1921 günü yaptığı ikinci oturumunda ele alındı. Başkan Mustafa Kemal’in söz vermesi üzerine Hamdullah Suphi kürsüye gelerek, sık sık alkışlarla kesilen şiiri okudu ve son seçimin Meclis’e ait olduğunu söyledi. O gün oylama yapılmadı. Şiirle ilgili konuşmalar ve oylama, Meclis’in 12 Mart 1921 günü öğleden sonraki oturumunda yapıldı. Bazı milletvekilleri, bir komisyon kurularak şiirin yeniden incelenmesini, bazıları da hemen görülüp karara bağlanmasını istediler. Uzunca tartışmalardan sonra, şiirin kabulü için verilen 6 önerge benimsendi ve İstiklal Marşı çoğunlukla kabul edildi.

Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katıldı. 1924 yılında Ankara’da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul etti. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930 da değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı orkestrası şefi Osman Zeki Üngör’ün 1922 de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe kondu. Marşın armonilenmesini Edgar Manas, bando düzenlemesini İhsan Servet Künçer yaptı.
Türk Milletinin kararlılığının eşsiz bir şiire dönüştüğü, milletimizin sinesinden çıkan ve Mehmet Akif Ersoy'un kaleminden dökülen, kendi ifadesiyle “benim milletime en kıymetli hediyem...” diye nitelendirdiği İstiklal Marşımız'ın, bugün, Büyük Millet Meclisi'nde kabulünün 85. yılını idrak ediyoruz.
Türk milletinin yaşadığı zor günleri ve verdiği bağımsızlık mücadelesini mısra mısra işleyen, milli ve manevi hislerin birleştiği İstiklal Marşımız, bugün, 85. yılını dolduruyor. Mehmet Akif'in kaleminden en uygun ve bir daha da eşi görülemeyecek şekilde ifadesini bulan, milli hislerimizi, bu yıldönümü vesilesiyle bir kez daha tazeliyoruz.
Milli mücadele döneminde Milletimiz, yokluk ve sıkıntılara rağmen, düşmana karşı verdiği ve kazanılması imkansız görünen istiklal mücadelesinden galip çıkmıştır. Türk milletinin bu azim ve kararlılığı, Mehmet Akif'in şahsiyetinde vücut bulmuş ve onun şekillendirdiği İstiklal Marşı ile de bütün dünyaya haykırılmıştır. Bundan dolayı Milli Marşımız, istisnai bir metindir... Türk milletinin dünyaya bildirisi ve bağımsızlığının tescilidir... Ve dünyada başka bir örneği de yoktur.
İstiklâl Marşı'nı okurken ve dinlerken bu özelliklerini ve önemini hatırdan çıkarmamak lâzımdır.
Bizim millî marşımızın, dünya millî marşları arasında da ayrı bir yeri vardır. Millî marşımızın adı “İstiklâl”dir. Bu kavram milletimizin çok önemli bir karakterini yansıtmaktadır.
Mehmet Âkif'e ve İstiklal Marşımız'a gösterilen saygı, milli değerlere gösterilen ve gösterilecek saygıyla eşanlamlıdır. Köklerine bağlı ve geçmişinden güç alan kuşakların yetişmesi, bu anlayışın bütün kişi ve kurumlarda yerleşmesiyle mümkündür. Bütün bu vasıflarıyla İstiklâl Marşı tek taşı bile yerinden oynatılmayacak muhkem, harikulâde bir ses, söz ve mana mimarîsidir. Kıymetli Mehmet Akif'in dediği gibi “O şiir bir daha yazılamaz, onu ben de yazamam; onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım, o şiir artık benim değil milletin malıdır...”
Değerli şairimiz, abide insan Mehmet Akif'in bu temennisine yürekten iştirak ederek, milletimizin bir daha hiç bir zaman böyle zor günler yaşamamasını diliyor; kendisini, büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü ve onun silah arkadaşlarını minnetle, şükranla anıyoruz.

Milli Marş’ın beste hikayesi
Milli marşlarımız ve ilgili hatıralar
Cumhuriyet devrine kadar bir "Milli Marş" yaptırılması düşünülmemiştir. Bunun yerine padişahların şahıslarına yaptırdıkları özel marşlar kullanılmıştır. Bu marşlar halk kitlesine mâl edilmediği için bilhassa dış memleketlerde çok defa güç durumlarda kalınmış, sıra bize geldiği zaman topluluğumuz şaşkına uğramış, bazen "Bizim milli marşımız yok." diyebilenlerimiz de olmuştur. Hatta bir futbol ekibimiz yine böyle sıkışık bir durumda kalarak "Milli marş" yerine "Hamsi koydum tavaya" türküsünü bile okumuştur.
Reşadiye harp gemimizin kızaktan indirilişi töreninde bulunmak üzere İngiltere’ye davet edilen Türk heyeti, törenin son dakikalarında birden bire güç bir durumla karşılaşmıştı. Nutuklardan sonra geminin burnunda şampanya şişesi patlatılmadan İngiliz denizcileri kendi milli marşlarını okuyunca bizimkiler de mukabele etmeye mecbur kalmışlardı. Söylenecek bir milli marş olmadığı için önce birbirlerine bakıştılar, sonra müstakbel çarkçıbaşı durumun önemini hissederek:
- Arkadaşlar, "Entarisi ala benziyor"u biliyor musunuz?
- Biliyoruz.
- O halde hep beraber:
- "Entarisi ala benziyor
Sultan Reşat bana benziyor"
Birinci dünya savaşının son yıllarında, merhum Abdulkadir Karamürsel, bir askerî temsilcimizin yaveri olarak Brest-Litowsk’ta bulunduğu sırada gar kumandanlığından aranarak kendisine şu haber bildirilir:
"37 kişilik bir Türk Subay kafilesi Rusya’dan esaretten kurtularak memleketlerine dönmek üzere buradan geçiyorlar. Burada bir gece kalacaklar, sizden bahsettik, pek sevindiler. Hemen geliniz. İaşe ve ibate (barınma) işlerini beraberce tanzim edelim."
O gece misafir Türk kafilesinin bütün ihtiyaçları temin edildikten sonra gecede bir ziyafet tertip edilir. Yenilir, içilir. Karşılıklı nutuklar söylenir. Bu sırada orada bulunan Almanlar hep bir ağızdan Alman milli marşı (Deutschlan uber alles)’nı iki sesli okuyunca bizimkiler soğuk terler dökmeye başlarlar. Bir ara merhum A. Karamürsel yavaşça subaylarımıza eğilerek:
- Ne biliyorsunuz? Ordumuz etti yemin?
- Unuttuk.
- Kalkın ey ehli vatan.
- ??????
Arkadaşlar, Tekbir’i hepiniz bilirsiniz. Benim sesime uydurarak söyleyeceğiz. Benim işaretime dikkat ediniz.
Biraz sonra 38 Türk’ün Tekbir nidaları salonu çınlatıyordu:
"Allahü Ekber!.. Allahü Ekber!.."
İstiklâl Marşı’mızın besteleniş hikayesi
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir milli marşı olmalıydı. Daha Cumhuriyet kurulmadan İstiklâl Savaşı sırasında, Garp Cephesi Komutanlığı’ndan bu arzu doğmuştu. Durum, sonradan Maârif Vekili olan Hamdullah Suphi’ye havale edildi. Böylece Türk milli marşı olarak "İstiklâl Marşı" adı ile yaptırılacak marşın hazırlıklarına girildi. Beste ve güfte için beşer yüz lira armağan kararlaştırılarak genelge ve mektuplarla bütün yurda duyuruldu.
Önce şiir seçilip sonra beste yarışması açılacaktı. Şiir yarışmasına yurdun dört bir yanından tam 724 şiir gönderildi. Komisyon bunlardan yedisini seçerek bastırdı ve meclis üyelerine dağıttı.
Atatürk’ün başkanlığında TBMM’nin 12.03.1921 günkü celsesinde Mehmet Akif Ersoy’un şiiri defalarca okutturularak alkışlar arasında milli marş olarak bestelenmek üzere seçildi.
Beste yarışması ise güfte kadar ilgi görmedi. Bu da memleketin o zamanki musiki durumunu yansıtmaktadır. Beste yarışmasına ancak 24 besteci katılmıştı. Bunlardan bazıları şunlardır:
Ahmet Cemalettin Çinkılıç, Ahmet Yekta Madran, Ali Rifat Çağatay, Asım Bey, Bedri Zabaç, Hasan Basri Çantay, H. Saadettin Arel, İsmail Hakkı Bey, İsmail Zühdü, Kazım Uz, Lemi Atlı, Mehmet Baha Pars, Mustafa Sunar, Rauf Yekta, Saadettin Kaynak, Zati Arca, Zeki Üngör.
Güfte yarışması sonuçlandırıldıktan sonra Anadolu’daki savaş iyice kızıştığı sıralarda beste yarışması ilgisini tabii olarak kaybetmiştir. Buna rağmen muhiti olan bestekârlar faaliyetten geri durmamışlar ve kendi bestelerini yaymaya uğraşmışlardır.
O sıralarda Edirne’de müzik öğretmeni bulunan Ahmet Yekta Madran, kendi marşını Edirne ve havalisinde yaymaya ve söyletmeye başlamıştır. İzmir’de müzik öğretmeni bulunan İsmail Zühdü de kendi marşını İzmir ve havalisi ile Eskişehir’de yaymakta idi. Ankara’da da Zeki Üngör’ün marşı söylenmekte olup İstanbul’da ise iki marş söylenip yayınlanmaktaydı. Bunlar da İstanbul tarafında bir çok mekteplerde öğretmenlik yapan Zati Arca’nın, Kadıköy tarafında ise Ali Rifat Çağatay’ın bestesi söylenmekteydi.
Bu durum birkaç yıl böylece devam etmiş ve 1924’te Ankara’da maârif vekaletinde toplanan bir kurul, Ali Rifat Çağatay’ın marşını resmi marş olarak kabul ederek ilgili kurullar ile bütün okullara bildirmiştir. Bu marş, 1924’ten 1930 yıllarına kadar söylenip çalındıktan sonra 1930 sıralarında yeni bir emirle Riyaseti Cumhur Orkestrası şefi Zeki Üngör’ün bestesi milli marş bestesi olarak kabul edilmiştir. Zeki Üngör, İstiklâl Marşı’nın besteleniş hikayesini şöyle anlatmıştır:
"İstiklâl savaşının devam ettiği sıralarda ben, Muzika-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya Saray’a ve Vahdettin’e bağlıydık. Bando, Fasıl Takımı ve Orkestra benim emrimde idi.
Şişli’de Uğurlu Han’ın 4 numarasında oturuyordum. Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Heyeti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde, süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimde doğan parçayı çalmaya koyuldum.
İlk etapta marşın giriş kısmındaki akoru oluşturdum. Bu şekilde iki, üç mezür yaptım. Arkadaşlarım: "Aman dediler, bu çok güzel bir şey olacak." Bunun üzerine İhsan’a İzmir’in kurtuluşunu ve büyük zaferi bütün teferruatı ile anlatmasını rica ettim. O anlattı, ben çaldım. Böylece kısa zamanda eserin taslağı ortaya çıktı. Ertesi gün de çalıştım. İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadıyla da besteyi Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen mektupta, eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk milletinin ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum.
Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzika-i Humayun’u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi. Bunun üzerine tekrar İstanbul’a döndüm. Ve Ankara’ya ilk olarak başlarında piyanist Sabri’nin bulunduğu beş kişilik bir heyet yolladım. Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”
Bestekarın bu anlatışından, eseri önce sözsüz olarak bestelediği ve daha sonra Mehmet Akif’in şiirini besteye giydirdiği anlaşılmaktadır. Bu sebepten meydana gelen prozodi hataları, eser hakkında sonradan yapılan tenkitlerin başlıcası olmuştur. Bestekar yukarıdaki beyanatının bir yerinde her ne kadar, "Bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim" diyorsa da, eserdeki ses sahasını halk tabakasını nazara almadan kullanması bestenin milli marş olarak bestelenmediğini meydana çıkarmaktadır. Marştaki bu teknik hatalardan başka ses ritminden ağır çalınıp söylenmesinde bestekarın kusuru başta gelmektedir. Besteci bu durumu şöyle anlatmıştır:
“Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Eserin başında metronomu (1 dörtlük=80) olan bir eser hiçbir vakit cenaze marşına benzemez.
Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise; "Sahibi’nin Sesi" stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratlı bir marş olduğunu ve dolayısıyla plağın ancak yarısını doldurduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: "Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramafon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter" dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahere böyle bir fikir vermekle hata ettiğimizi anladım. Çünkü marş çalınırken gramafonun hızlıya ayarlanması icap ettiğini kim bilebilirdi?”
Görüldüğü gibi tam bir alaturka davranışla İstiklal Marşımızın en can alacak noktası; ritmi, ölü doğrulmuştu.
Plak yayıldıktan sonra ağır ritm de hafızalara yerleşti ve besteci ölümüne kadar bu ağır ritmi yürüğe götürmeye uğraştı durdu.
Ayrıca, marşın Türk temlerini ifade etmediği ve hatta “Karmen Silva” isimli bir operetten alındığı da iddia edilmiştir.
Daha sonra marşın değiştirilmesi tezi ortaya atılarak yetkili yetkisiz türlü şahıslar tarafından türlü fikirler ileri sürülmüşse de değiştirilmesi fikri tutmamıştır.
Bu konudaki makul olan umumi kanaat; her ne kadar yeniden daha iyisini yapmak imkansız değilse de eskisinin artık tarih olmuşluğu hakikatı nazara alınarak, bunun üzerinde gerekli rötuşlarla mevcudu onarmaktır.